İletişim becerileri özgüvenle doğrudan ilişkilidir ve özgüveni geliştirmenin en iyi yollarından biri iletişim becerilerini geliştirmektir.
Kendi ihtiyaçlarınızı, duygularınızı, beklentilerinizi dürüstçe tanımlayabildiğiniz ölçüde; kendi iç dünyanızla gerçekten ilişkide olduğunuz ölçüde sağlıklı iletişim kurarsınız. Bununla birlikte sadece ne istediğinizi bilmeniz de yeterli değildir; ne istediğinizi başkalarına net bir şekilde anlatabilmeniz gerekir.
İletişim becerilerimizi geliştirmenin yolu, tıpkı yaşam sanatını becerebilmek gibi kendimizi tanımaktan geçiyor. Kendimizi anladığımız ölçüde başkalarını anlayabiliriz ve kendimizi net bir biçimde anlatabiliriz.
İletişim, sadece teknik değildir. Evet, iletişim adı altında teknik öğreten kitaplar ve eğitimler var ama iletişimin ruhu olmazsa, teknik tek başına bir işe yaramaz. Bu kitapta sizinle iletişimin ruhunu paylaşmaya çalışacağım. Çünkü iletişimi doğal ve etkili hale getiren, sıcak ve samimi kılan ruhtur. İletişimde anlayışı ve doğru anlaşılmayı sağlayan ruhtur. Ancak ruhunu anladığımızda iletişimde ustalaşabiliriz.
Sadece anladığımız bir şeye anlam verebiliriz. Anlamadığımız bir şeyin boşluğunu ise anladığımız bir şeylerle doldurmaya çalışırız. Yanlış anlaşılmalar işte böyle ortaya çıkar. Sorunlarımız da.
Özgüveni yüksek birinin konuşmasıyla, özgüveni düşük birinin konuşması arasındaki farkı hepimiz biliriz. Sesin tokluğunda bile büyük fark vardır. Özgüvenin yüksekliği, kişinin kendisini tanımasıyla; değerli ve yeterli görmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle başkalarıyla iletişimin temelinde kendimizle iletişim kurma becerisi yatar. Kendisini tanımayan kişinin başkasını tanıması ve anlaması ne kadar mümkün olabilir? Peki kendimizi nasıl tanırız? Bu ancak duygularımızı tanımakla, duygularımızdan korkmamakla ve duygularımızın zekasına güvenmekle mümkündür.
İnsanın ruhsal zenginliği ya da fakirliği, kendini tanımasıyla ve duygularıyla ne kadar barışık olduğuyla ölçülebilir. Duygular bizim iç dünyamızın pusulalarıdır. Orada neler olup bittiğini bize bildiren mesajcılardır. Duygularımızdan kopuk olduğumuz ölçüde kendimizden kopuk olur, kendimize yabancılaşırız.
Çoğu insan duygularından korkar. Kimi korkularını bastırır, kimi kızgınlığını ifade etmekten suçluluk duyar, kimi sevgisini gösteremez, kimi yürek dolusu kahkaha atamaz, kimi üzüntüsünü, kimi neşesini gösteremez.
İnsanların bize anlattığı şeyleri kendimizi tanıma kapasitesi içinde anlarız. Diyelim ki biriyle yüz yüze konuşuyoruz. Seninle karşılaşıyorum ve duyularım seni algılıyor. Sana bakıyorum, işitiyorum, kokluyorum ve dokunuyorum (tokalaştık ya!).
Beynim bu bilgileri işlemden geçiriyor ve seninle ilgili belli algılamalar oluşturuyor. Bu algılamaların çoğu benim bilinçaltına ittiğim çocukluk deneyimlerimle bağlantılı.
Beynimden bana gelen mesaj sonucunda bedenim etkilenecek, seninle ilişkimde kendimi rahat ya da gergin hissediyor olacağım.
Senin için de aynı süreç geçerli. Senin de benimle ilgili deneyimlerin, daha önceki öğrenilmiş deneyimlerin, değerlerin vb. çerçevesi içinde “anlam” kazanacaktır. Senin beni nasıl algıladığın konusunda gerçek verilere sahip değilim. Sadece tahmin edebiliyorum. Ben kendime güven duymayan biriysem, senin de bana güven duymayacağını düşünür ve bunu “gerçek” olarak kabul ederim; senin benimle ilgili ilk izlenimin bu olmasa bile.
İnsanlarla ilgili ilk izlenimleri sekiz saniyede ediniyoruz. Geçmişte bu sürenin dört dakika olduğu düşünülüyordu. Ama son araştırmalar, sekiz saniye gibi kısa bir zamanda beynimizin karşımızdakinden aldığı verileri kendi filtresinden geçirerek o kişiyle ilgili ilk izlenimi edindiğini gösteriyor. İlk izlenim edinmek için ikinci bir şansımız yok.
Bu durumda nasıl anlamlı bir iletişim kurabiliriz?

Duygusal Kapalılık
Sağlıklı ilişkiler, büyük ölçüde karşımızdaki kişinin söylediği şeylerin “anlamını” anlamakla kurulur. Sağlıklı iletişimde “tahmin”lerde bulunmayız. Karşımızdaki kişiyi gerçekten dinleriz, anlamadığımız bir şey varsa sorarız. Bunu yapabilmek için de kendi sınırlarımızı aşmamız gerekir. Zihnimizdeki sınırlayıcı, olumsuz düşünce ve davranışlarımızı gözden geçirmek, kendimizi tanıma yolculuğuna çıkmakla mümkün. Kendimizi tanımak bize zahmetli geliyorsa, başkaları bizi tanımak için niye zahmete girsin ki?
Bilinçaltı çöplüklerimiz bizim enerjimizi tıkayan ve varlığımızı sınırlayan engellerdir; bizim açık, güven duyan, risk alan bireyler olmamızın yolunu tıkarlar.
Korkularımız bize iletilen mesajın anlamını engeller.
İşte size bir örnek:
Öğretmen öğrencisine bir ev ödevi vermektedir. Öğrenci ise bir şekilde kendisini tehdit altında hissetmektedir. Belki, otorite figürü kadınlardan korkmaktadır, belki öğretmenin yaklaşımı çok serttir. Sebep her ne ise, öğrencinin panik düğmelerine basılmış durumdadır. Öğretmen ev ödevini izah ederken, öğrenci kendi korku çöplüğüne gömülü olarak, öğretmenin söylediklerini işitmez bile.
Öğretmen ne anlatıyor?… Bana kızacak mı?… Öğretmenin ne dediğini niye anlayamıyorum?… Ben aptalın tekiyim… Ona tekrar etmesini söylersem benim aptal olduğumu anlayacak…
Bu düşünceler içindeki çocuk, öğretmenin söylediklerini anlayamaz.
Öğretmen de kendi bilinçaltı çöplüğünün etkisi altındaysa, onun da çocuğa ilettiği mesaj net olmayacaktır. Örneğin, öğretmen de çocukla ilişkisini bir güç mücadelesi olarak görüyor olabilir. Kendi çocukluğundaki, önce babasıyla, sonra öğretmeniyle, sonra eşiyle yaptığı güç mücadelesinin etkisi altında olabilir. Gücünü birilerine göstererek kendisini kanıtlamaya kararlıdır. Kendi yetersizlik duygusuyla boğuşan öğretmen, çocukla arasındaki iletişimde bir sorun olduğunun farkında olmazsa, aralarındaki duvar iyice yükselecektir.
Öğretmen çocuğun boş bakan yüzünü görür; “Sana ne söylediğimi tekrar et” der. Çocuk korktuğu için öğretmene cevap veremez. Öğretmen çocuğun umursamaz ve saygısız olduğunu düşünüp kızgınlık hisseder. “Beni neden dinlemedin?” diye çocuğa bağırır. Çocuk biraz daha korkar ve hepten kapanır. Çocuğun sustuğunu gören öğretmen, kendisini yetersiz hisseder ve kızgınlığı artar. “Bu çocuk neden bana layık olduğum saygıyı göstermiyor?” Çocuğa hiddetle “Aptal mısın sen?” diye bağırır. Çocuk artık aptal olduğuna iyice inanmıştır. Öğretmen bile onun aptal olduğunu anlamıştır. Kendisini değersiz ve yetersiz hisseder. Hiçbir şey söylemeden içine iyice kapanır. Öğretmense çocuktan bir yanıt almaya kararlıdır. “Sana söylediklerimi anladın mı?” Bu soruyu, anladım desen iyi olur, ses tonuyla sormaktadır. Çocuk korkudan anlamadığını söyleyemez ve “Anladım” der.
Bu iletişim(sizlik)de çocuğun verdiği yanıtın onun gerçek düşünce ve duygularıyla ilgisi yoktur. Peki öğretmenle çocuk arasındaki iletişimde anlam var mı? İki taraf da iletişimini kapamış, iki taraf da kendisini onaylanmamış hissediyor. Öğretmen, “duygusal” olarak çocuğun yanında olmadığı için çocuğa duygusal destek vermesi de mümkün değildir. Yani duygusal olarak kapalıdır. Hem öğretmen hem çocuk bu iletişim(sizliğin) sonunda kendilerini kötü hissederler. Böyle bir olayın sonuçları sanıldığından daha olumsuz bir etki yaratabilir.
Öğretmen verdiği ödevi anlamadığı için çocuğun dikkatsiz/ilgisiz/aptal olduğunu düşünür. Çocuk kendisini yanlış anlaşılmış/kızgın/aptal hisseder. Öğretmene güvenmediği için ona saygı da duymaz. Öğretmen tarafından onaylanmadığı için duygusal olarak özürlü hisseder kendisini.
Duygusal özürlü olmak ciddi bir sorundur ve sanıldığından çok daha yaygındır.
Çocuk duygusal olarak kendisini özürlü hissettiği için düşünce ve duygularını ifade edemez. Kendine olan güveni, değerlilik duygusu aşağılara inmiş durumdadır. Bu da onda panik duygusu yaratır. Endişe hissettiği için fiziksel tepkiler de gösterir; terler, midesine kramp girer, kulakları uğuldar, başı döner. “Ben değersizim” diye düşünür. Onaylanmama, kendini onaylamamaya dönüşür.
Bu noktada çocuk kapanır; öz değeri tehdit altında olduğu için kapanarak kendini korumaya çalışır. Artık öğretmenle aralarında gerçek bir iletişim kurmaları mümkün değildir.
Duygusal özürlülük öylesine yaygındır ki. Garip bir şekilde kişi, daha fazla incinmemek için duygularını kapatmayı seçer. “Sen beni incitmeden önce ben kendimi incinemez hale getiririm.”
Bu ilişkide öğretmenin de öğrencinin de özgüvenleri büyük ölçüde yara almış durumdadır. Çünkü aralarında gerçek iletişim yoktur.
Özgüvenle iletişim arasındaki bağlantıyı görebilmek çok önemli.
Duygusal kapalılık oyununu her oynadığımızda, kendi duygularımıza karşı da kapanırız. Bir süre sonra kendi duygularımızla da iletişimimizi koparır ve ne hissettiğimizi bilemez hale geliriz. Açık iletişim kurmak istesek bile bunu nasıl yapabileceğimizi bilemeyiz. Ne hissettiğimizi bilmediğimiz zaman yaratıcı gücümüzü de kaybederiz. Dengemiz bozulur ve özgüvenden yoksun bir kişi haline geliriz.
Birisi size karşı duygusal olarak kapalı davrandığında, duygusal olarak sizin “yanınızda” olmadığında ne hissediyorsunuz? Değersiz, kızgın, reddedilmiş, aptal, öfkeli, tepkili, rahatsız? Bu duyguların bazılarını ya da hepsini hissediyor olabilirsiniz. Ama kesin olan bir şey var. Kendinizi hiç de iyi hissetmezsiniz.
Duygularımız, varlığımızın ifadesidir. İletişimde “varlığımızı” kapattığımızda karşımızdaki kişiyi onaylamamış ve değersiz kılmış oluruz. Ona, “İlgimi hak etmiyorsun… dinlemeye değmezsin… duygularına saygı duymuyorum… değersizsin…” mesajını iletmiş oluruz.

Karışık Mesajlar
Kendimizi korumak adına iletişimi kapadıkça, söylediklerimizle söylemek istediklerimizin anlamı arasında büyük farklar oluşmaya başlar.
Öğretmen, “Beni anlıyor musun?” derken “Evet desen iyi olur” diye düşünmektedir ve kızgınlık hissetmektedir. Burada karışık mesaj vardır. Düşünce/duygu/söz (davranış) arasında uyum yoktur. Çocuk, öğretmenden karışık mesaj almaktadır. Öğretmenin söylediklerine bir anlam veremediği için kendince yorumlamaktadır.
Çocuk da öğretmene karışık mesaj göndermektedir. Söylenenleri anlamadığı halde anladığını söylemektedir çünkü gerçeği söylemekten korkmaktadır. Düşünce/duygu/davranış uyumsuzluğu ile verilen karışık mesajlar, iletişim kurmaya çalışan insanlar arasında yanlış anlaşılmaya ve karmaşaya yol açar.

Ahmet, Ayşe geç kaldığı için kızgındır. Ayşe her zaman Ahmet’le olan randevularına geç kalan biridir. Ayşe nihayet randevu yerine geldiğinde Ahmet ona birtakım güzel şeyler söyler ama dişleri sıkılıdır ve göz kontağı kurmaktan kaçınmaktadır. Ayşe, Ahmet’in mesajlarındaki uyumsuzluğu fark etmiştir. İletişimi açık tutmak amacıyla Ahmet’e, “Bir sorun mu var?” diye sorar. Ahmet anında bir sorun olmadığını söyler. Ayşe’yi ikna edecek kadar “normal” davrandığı için de rahatlamıştır. Yani başarıyla duygularını gizlemiştir ve artık o rahatsız edici an geçmiştir.
Ama Ayşe, Ahmet’in gerçek duygularını söylemediğinin farkındadır ve bu yüzden incinmiştir. Suratına “her şey normal” maskesini takarak o da Ahmet’i daha fazla kızdırmak istememektedir. Ayşe için de rahatsız edici an geçmiştir artık.
Çocukluğumuzdan beri, duygusal yalanlar söyleyerek görünüşü kurtarma sanatını(!) öğreniyoruz. Duygularımızı gizlemenin, belli etmemenin marifet olduğu öğretiliyor bize. Yani yetişkin olana dek, duygusal kapalılık ile ilgili uzunca bir eğitimden geçmiş oluyoruz. Peki bu kadar çabaya değiyor mu? Görünüşü kurtarmak bizi gerçekten koruyor mu? Ne pahasına koruyor? Neyi koruyor?
Verdiğimiz karışık mesajlarla sadece başkalarının kafasını değil, kendimizi de karmakarışık hale getiriyoruz.
Hikayeye devam edelim. Ahmet’le Ayşe yemeğe gidiyor. Ahmet, kızgınlığını başarıyla bastırmış, içine gömmüş durumda. Ayşe ise duygularını Ahmet kadar başarıyla bastıramıyor. İncinmişliği hala hissediyor. İncinmişlik doğal olarak bir süre sonra yerini kızgınlığa bırakır. Ayşe, sorunun köküne inmeye karar veriyor ve Ahmet’e akşam buluştuklarında gerçekten ne gibi bir sorun olduğunu soruyor. “Hiçbir şey” diyor Ahmet. Ayşe gerilerek, “Sen beni aptal mı sanıyorsun? Buluştuğumuzda çok gergindin” diyor. Ahmet, hiçbir sorun olmadığını söylemekte ısrar ettikçe Ayşe üzerine gidiyor. Bu kez Ahmet, “Şimdi neden akşamın keyfini bozmaya çalışıyorsun?” diyor.
Hikayenin sonunu tahmin edebilirsiniz. Ahmet, bağırmaya başlayarak Ayşe’nin her zaman geç kalmasından bıkıp usandığını söylüyor. Neden kızmış olabileceğini anlamamış olmasına da kızıyor tabii ki. Ayşe de Ahmet’in gerçek duygularını söylememesine ve onun zihnini okumasını beklemesine kızgın. “Her zaman, her şey normalmiş gibi davranmaktan bıktım” diyerek kapıya doğru yöneliyor.
Ayşe de, Ahmet de kızgınlıklarını yerinde, zamanında ve dozajında ifade etmedikleri için bir süre sonra patlama yaşıyorlar.

Kırk yaşlarında bir kadın yıllar sonra yurtdışından dönen gençlik aşkı tarafından aranıp bulunuyor. İkisi de bekar, ikisi de yalnız. Yeniden buluşmanın heyecanıyla bir hafta kadar bir balayı yaşanıyor. Ama geçen yıllar kadının bedenine gereksiz kilolar yüklemiş. Adam önce bu kilolara aldırmamış gibi davranıyor. Ama sonra kadından fiziksel olarak uzaklaşmaya başlıyor. Aralarındaki iletişim, adam başka şehre taşındıktan sonra, sadece her akşam erkek tarafından edilen telefonlarla kuruluyor. Kadın, incinmiş, kırgın ve kızgın. Adamdan aldığı karışık mesajlar, psikolojisini bozmaya başlıyor.
İşte erkekten kadına on gün içinde gelen iki karışık mesaj:
“Bunu sonsuza kadar sürecek bir sevgi ama kısa süreli bir ilişki olarak düşün” ve “Bizim bu saçmalıkları bırakıp artık evlenmemiz lazım.”
Bu mesajların hangisi gerçek?

Eğer kendimize saygı duymazsak, başkalarına nasıl saygı duyabiliriz? Özsaygının ne olduğunu bilemeyiz ki.
Eğer kendimizi eleştirip yargılıyorsak, başkalarını eleştirmeden ve yargılamadan nasıl durabiliriz? Çünkü yargılamayı çok iyi biliyoruz.
Kendi duygularımızdan korkuyorsak ve kendimize bazı duyguları yasaklıyorsak, başkalarının duygularıyla nasıl ilişkiye geçebiliriz ki. Duyguları tanıyamayız bile.
Ancak kendi özdeğerimizi bildiğimizde başkalarını değerli bulur ve onlara saygı duyabiliriz. Her şey yine gelip özgüven konusuna dayanıyor. Kendi sınırlı düşüncelerimizi değiştirme gücümüz, kendimizi sevebilme ve değerli bulmamız ile doğru orantılıdır.
Özgüven mi? Kendine Güven mi?
Bu arada şunu da kısaca belirtmekte yarar var. Özgüven ile kendine güven duymak aynı şey değildir. Özgüven özümüze duyduğumuz güvendir. İç dünyamızı tanıyarak, kendimizi tanıyarak kazandığımız özgüven, içinde özsaygıyı, özdeğeri, özfarkındalığı, özsevgiyi, özsorumluluğu barındırır. Kendimize belirli alanlarda, örneğin iş dünyasında duyduğumuz güven bir şeyleri iyi yaparak kazandığımız dışsal bir güvendir. Unvanın, diplomanın, paranın, başarıların getirdiği güven dışsal güvendir ve geçicidir. Özgüven her şeyini bir anda yitirsen bile geride kalan gerçek güvendir. Her şeye sıfırdan başlayabilme gücünün ve inancının ta kendisidir.
Özgüven ya da özgüvensizlik içimizdedir. Hiç kimse ya da hiçbir şey bizi özgüvenli ya da özgüvensiz yapamaz. Oysa geçici olarak kendimizi güvenli, güvende, güvenen biri olarak hissedebiliriz ya da birileri böyle hissetmemize neden olabilir.
Özgüvenli kişi kendine güvenir. Ama her kendine güvenen kişi özgüvenli değildir.
Özgüven pastanın keki, kendine güven pastanın kremasıdır. Kremanın güzel, süslü püslü görünümü, kekin tadı hakkında bize fikir vermez. Kekin tadını veren, yapımında kullanılan malzemenin kalitesi ve pişirilme şeklidir.

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/iletisi-ve-ozguven/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/iletisi-ve-ozguven/" data-text="Özgüven mi? Kendine Güven mi?" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/iletisi-ve-ozguven/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p><a href="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/saim-koc.jpg"><img decoding="async" class=" size-full wp-image-9853 alignleft" src="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/saim-koc.jpg" alt="saim koc" width="169" height="215" /></a></p> <p>10 Haziran 1946 doğumlu Saim Koç, Ege Üniversitesi’nde iktisat eğitimi aldı. Bir süre gazetecilik yaptı. Değişik yayınlarda ekonomi üzerine yazıları çıktı. Yine aynı alanda konferans ve seminerler verdi.</p> <p>1994 yılından itibaren Nil Gün’le birlikte bireylere ve kurumlara bireysel gelişim eğitimleri vermeye başladı.</p> <p>Aynı yıl yine Nil Gün’le birlikte bireysel gelişim ve psikoloji ağırlıklı kitaplar yayımlayan Kuraldışı Yayınları’nı;</p> <p>1995 yılında araştırma, inceleme ve tarih türlerinde kitaplar yayımlayan Aykırı Yayınlarını;</p> <p>2006 yılında, edebiyat türünde kitaplar yayımlayan Hitkitap’ı kurdu.</p> <p><a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/bireysel-gelisim/ozsaygi/">Özsaygı – Öncelikler Listende Kaçıncı Sıradasın</a>, <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/iletisim-ve-iliskiler/iletisimde-ustalasmak/">İletişimde Ustalaşmak</a> ve <a href="https://www.kuraldisi.com/bookstore-yayin/iletisim-ve-iliskiler/beyaz-atli-kurbagalar/">Beyaz Atlı Kurbağalar</a> adlı kitapların yazarı olan Koç, uzmanlık alanı olan iletişim ve ilişkiler konusunda Koçluk da yapmaktadır.</p> <p>Halen Eğitmenliğinin ve Koçluğunun yanı sıra Aykırı Yayınları ile Hitkitap’ın Yayın Yönetmeliğini de sürdürmektedir.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This