- Tümünü Gör
- Alain de Botton
- Alex Howard
- Ali Rıza Malkoç
- Alper Rozanes
- Ayfer Gültekin
- Ayşegül Alpaslan
- Ayşegül Savaş
- Bade Gül Kılınç
- Bahar Yaka
- Bailey Gaddis
- Banu Uzkut Onuk
- Barnaby Marsh
- Başak Kutlu Atay
- Begüm
- Begüm Avcı
- Begüm Ayangil
- Bengi Çağatay
- Berin Yavuzlar
- Betül Özbay
- Betül Varol
- Beyza Dut
- Bill Eddy
- Bill O'Hanlon
- Billur Bektaş
- Bryan Hubbard
- C.Creswell -L.Willetts
- C.James.Jensen
- Çağdaş Yavuz
- Cansu Karagül
- Carla Naumburg
- Cathy Creswell
- Celil Şengün
- Cenk Dıgdıgoğlu
- Charles A. Moss
- Charlotte Young
- Christine Gross-Leh
- Çisem Erkan
- Claire Foges
- Clare Foges
- Clemmie Telford
- Colin A Espie
- Dallas Hartwig
- Dave Farrow
- David H.Rosmarin
- David Richo
- David Trickey
- Debbie Ford
- Defne Suman
- Defne Ulus
- Deniz Asal
- Deniz Yalazan
- Deniz Yazıcıoğlu
- Derrick Silove-Vişaya Manicavasagar
- Devrim Baykal
- Dilek Ünal Biçer
- Dilek Yaraş
- Don Miguel Ruiz
- Donald Altman
- Donna Jackson Nakazawa
- Dr Sherrie Campbell
- Dr. David Richo
- Dr. Funda Budak
- Dr. Michael Breus
- Dr. Murat Onuk
- Dr. Ömer Önder
- Dr. Shefali Tsabary
- Dr. Thomas Verny
- Dr. Volkan Demir
- Dr.Francine Shapiro
- Dr.Gabija Toleikyte
- Dr.JohnB.Arden
- Dr.Shefali Tsabry
- Dr.Sherrie Camphell
- Duygu Gümüşçağlayan
- Duygu Kaya
- E. Aysan Doğaner
- Edith Eger
- Elvan Erkal
- Eric Maisel
- Ersin İpek
- Euny Hong
- Evren Aslan
- Evren Bay Şengül
- Ezgi Kızmaz Ürgen
- Fulya Ece Benligiray
- Gary W.Lewandowski.Jr
- Gillian Todd
- Gordon Livingston
- Gülçin Önel
- Güneş Sayın
- HAL HERSHFIELD
- Helen Kennerley
- Hideko Yamashita
- İLAY
- Isabelle Filliozat
- Jaime Glowacki
- James L.Creighton
- Janice Kaplan
- jennifer wild
- Jenny Anderson
- Jessica Ortner
- John Gottman
- K.Wylie M.Crowe
- Karen C.L.Anderson
- Ken Honda
- Ken Mogi
- Kewan Wylie
- Kindra Hall
- Korkut Akın
- Kristal Sıla Özhendekçi
- Kuraldışı
- L.D. Aderson – S.R.Banks – M.L.Owens
- L.GRAZIANO BREUNNING
- Laurie Helgoe
- Lerna Babikyan
- Leyla Tiraje
- LORETTA GRAZIANO BREUNING
- Lucky Willetts
- M.Gradisar
- Mandy Bryon Penny Titman
- Mantak Chia -Dena Saxer
- Marianne Power
- Mark Coleman
- Mary Burgess
- Merve Ballı
- Merve Taymis
- Metin Ülgen
- Mia Scotland
- Michael Crowe
- Michael Gradisar Rachel Hiller
- MICHAEL P.NICHOLS
- Monica Main
- Mücella Kubilay
- Mungi Ngomane
- Murat Tonbul
- Mutlu Dinçer
- Nancy Ann Tappe
- NANCY LEVIN
- Nazlı Akın
- Necil Beykont
- Neşe Aydın
- Nil Cihan
- Nil Gün
- Nil Gün-Saim Koç
- Özge Çivci
- Özlem Koç
- Patricia Evans
- Paul Gilbert
- Pelin Kılıç
- Petra Neumayer
- Pınar Altınay
- Pınar Kaftancıoğlu
- Prof Dr Eric Dupont
- Prof. Dr. F. Cankat Tulunay
- Prof. Dr. Sema Baykara
- Prof.Mikhail Tombak
- R.Hiller
- Regina Brett
- Resmaa Menakem
- Robert Augustus Masters
- Robert Moss
- Roger Housden
- Roseline Davido
- Rosie Knowles
- Roz Shafran
- S.Singh M.Hooper C.Jones
- SABRINA ALEXIS
- Sabrina Alexis Bendory
- Saim Koç
- Sandi Mann
- Sandra Dunsmuir – Jessica Dewey – Susan Birch
- Sarah Egan
- Sarah Ockwell-Smith
- Sedat Davutoğlu
- Selda Soytürk Akyılmaz
- Selen Servi
- Sema Baykara
- Sema Efe
- Sepin İnceer
- Serap Bora Yüksel
- Serap Tütüncü
- Serap Zerener
- Şerife Dalcı
- Serpil Yurduseven
- Seryal Dinçer
- Sevgi Seçmez
- Seyfi öngider
- Seyhan Aktaş Sarıoğlu
- Sezai Değer Şahinbey
- Shai Tubali
- Shannon Thomas
- Soner Süren
- Soo Hyun Kim
- Stephen Joseph
- Su Karakuş
- Şükran Akgün
- Suneel Gupta
- T.Chalder
- Tara Bennett Goleman
- Teal Swan
- Thich Nhat Hanh
- Tina Seeling
- Topaz Adizes
- Tracey Wade
- Tuna Ural
- Ünal Güner
- Vicki Ford
- William Davies
- Yehudis Smith
- Yüksel Özbey
- Yüksel Ulgen Varol
- Yurdanur Güleç
- Zafer Köse
- Zennur Aksu
Açık Fikirli
“Faydalı olanı alın, olmayanı atın, içine sizin olanı katın.” Hayatta kalmamız değişime, öğrenme ve büyüme becerimize bağlıdır ama bunları yapmak için esnek ve açık fikirli olmamız gerekir. En çok hayatta kalanlar kendilerine dair bir şeyler öğrenmeye açık, alternatif anlayışlara göz atmaya istekli, gerektiğinde fikirlerini değiştirmeye muktedir olanlardır. Onlar hayatın fırtınalarıyla başa çıkan, zor zamanlarda düştüğü yerden kalkabilen ve tutkularını başarıya ulaştıranlardır. Bu yüzden ünlü dövüş ustası Bruce Lee’nin yukarıdaki sözünü okuduğumda etkilenmiştim. Bana göre bu söz hayata nasıl yaklaşmak, kendimize her durumda “Bundan ne öğrenebilirim?” diye sorabilmek gerektiğine dair temel bilgeliği kısa ve öz şekilde anlatmaktadır. Bruce Lee’nin de bir tür filozof olduğunu ve fikirlerinin benim yazmakta olduklarımla dikkat çekici biçimde benzerlik gösterdiğini keşfetmek benim için sürpriz olmuştu. Lee, meşhur metaforlarından birinde su gibi hem yumuşak hem güçlü olmayı tavsiye ediyordu. Büyük bir gücü içine alabilmesi açısından yumuşak, zamanla dağları oyabilmesi açısından güçlü. Su her zaman yolunu bulur ve bu güçlü metafor doğanın akışıyla uyumlu olabilme fikrini, kişinin, şeylerin doğal akışına uyarak enerjisini en iyi şekilde koruyabileceği ve kullanabileceğini ifade eder. Bu beni 1970’lerin sonlarında bir yaz, küçük bir oğlan çocuğu olarak dövüş sanatları öğrendiğim ve rakibimin ağırlığını ona karşı kullanma fikriyle tanıştığım günlere götürdü. Birini alt edebilmek için ondan […]
Ortodoksizm
Sözcük eski Yunancadan geliyor. Orto, düz demek, dümdüz, yoruma kapalı, ezberlendiği gibi, durağan, çizginin dışına çıkmayan. Doks ise anlayış, kavrayış, bakış anlamındadır. Ortodoks sözcüğü ise en çarpıcı tanımla “durağan bakış açısı” anlamında kullanılabilir. Ortodoksizm için “sınırlandırılmış bakış açısı” denilebilir. Ortodoksizm sadece dinle sınırlı da değildir. Her türlü ideolojide, siyasette ve hatta bilimde, ekonomide , ticarette bile ezberlenmişliğin dışına çıkmama halidir. Ortodoks bilim tüm bilimlerin içine sızan bir kavram olup tıpkı dini dogmalarda olduğu gibi değişmeyen kurallar oluşturarak bilimi değişmeyen kurallara bağlamaya ve bu kuralları da dogmalaştırmaya çalışır. Kuralları değiştirmeye çalışanları, bilimci olsalar dahi karşısına alır. Ayrıca bazı ilgi alanlarını gerçekliği konusunda hiç bir araştırma yapmadan, “sahte bilim” diye damgalar. Fizikte, kimyada, biyolojide belli şartlar altında olan kuralları, tüm koşullarda değişmez kurallar olarak algılatmaya çalışır. Fizik kurallarının değişmesi veya yıkılması olasılığı ortodoks bilimciyi ölesiye korkutur. Ortodoksizm batı dillerinde innovasyon denilen yenilenmeye karşıdır. Out of box thinking denilen ezberin dışına çıkmayı ya beceremez ya da saltanatının sarsılmasına izin vermemek için karşı durur. Ortodoksizm anam-babam usulüdür, evladı tatmin edebilir ama torunların hayallerine cevap veremediği gibi cevaz da vermez. Tıp, bir sanat ya da zanaat olarak bilimi çok kullanır. Ortodoks tıbbın, alternatif veya diğer sağaltım yol ve yöntemlerine bakışı, Ortodoks mezhebinin Katoliklik veya Protestanlığa […]
Tuvalet İletişimi
Eğer herhangi bir şekilde Tuvalet İletişimi’ni (Tİ) kullanmışlığınız varsa bu bölüm sizin için. Tuvalet İletişimi, çocuğunuzun verdiği işaretlerden yararlanarak, tuvaletini yapmasına yardımcı olma pratiğidir. Bazıları için bu, asla bez kullanmamaktır; bazıları için de bazen bez kullanıp bazen kullanmamak… Tİ’yi ne kadar süre ya da ne kadar tutarlı biçimde kullandığınız önemli değildir. Bizlere x miktarda atık sahasını geri kazandırdığınız için size kendi adıma teşekkür ederim! Yıllar içinde pek çok Tİ uzmanıyla çalıştım ve Tİ’den tuvalet eğitimini tamamlamaya giden yola dair bildiğim her şeyi size anlatacağım. Söyleyeceklerimden bazıları başta size yanlış gelebilir. Açık bir zihinle okumanızı rica ediyorum. Tİ’cilerle çok yoğun biçimde çalıştım ve bu çalışmalar sonucunda öğrendiklerim bunlar. Amacım tartışmak değil; tek amacım çocuğunuzun lazımlığa çiş ve kaka yapmasını sağlamak. Kişisel olarak danışanlarımda rastladığım temel noktalara değineceğim. Bunlardan bazıları sizin deneyiminize uymuyorsa sadece görmezden gelin. Bana gelen eski Tİ’cilerin çoğu on altı ila yirmi dört aylık çocuklara sahiptir. Çocukları otuz altı ay ve sonrasında hâlâ tuvalet eğitimi almamış Tİ’ciler de duydum. Bu konuda ne düşüneyim, bilemiyorum. Pekâlâ, bu kitabı okuduğunuza göre mevcut Tİ söylemine karşın kalbinizde bir yerlerde artık bu işi tamamlamak gerektiğini biliyorsunuz. Bu tamamlama sürecine kısaca “köprü” diyeceğim. Bu noktadan o noktaya götüren bir köprü… Yirmi aylıktan önce tuvalet […]
Boş Zamanlarınızı Ciddiye Alın
1931 yılında Ekonomist John Maynard Keynes “Torunlarımızın Ekonomik Olanakları” adlı meşhur denemesini yazdı. Bu yazıda 2030’lara gelindiğinde hepimizin haftada on beşer saat çalışacağını ve bolca boş zamanımızın olacağını öngörüyordu. Mevcut gidişata bakılınca bu öngörü haklı çıkmayacak gibi dursa da Keynes insanların “mücadele etmek ve keyiften uzak durmak üzere çok fazla eğitim aldıkları için” daha fazla boş zamanı kabul etmekte ne kadar zorlanacakları konusunda haklıydı. yüzyılın ikinci yarısından bu yana ortalama boş zaman süresi azaldı. “Gevşememiz” gereken zamanlarda bile modern teknoloji sağ olsun, araya iş sızar oldu. Yirmi yıl önce beyaz yakalılar eve giderken bilgisayarlarını ofiste bırakırlardı, şimdiyse trende çalışıyorlar, telefonla konuşmak için merdivenleri aceleyle çıkıyor, televizyon izlerken e-postalarına bakıyorlar. İşle boş zaman arasındaki katı sınırlar teknoloji aracılığıyla yumuşadı. Bu arada az boş zaman sahibi olmak bir statü sembolü haline geldi. Hiç tatil yapmamak, insanların ara veremeyecek kadar önemli olduklarını ima etme yolu oldu. Bu tutum 2014’te ABD’de gösterilen General Motors’un Cadillac araba reklamında kendini göstermişti. Reklamda zengin bir adam Amerika’nın neden büyük bir ülke olduğunu anlatarak övünüyordu: “Başkalarının çalışma hayatında eve gezerek dönmek, kafelere uğramak, ağustos boyunca tatil yapmak var. Amerikalılar ise geç saatlere dek çalışan ve yılda sadece 2 hafta izin yapan ‘çılgın, motive, çalışkan inançlılar.’” Bu, atalarımızınkine çok […]
Çocukluk Dönemindeki “Hafif” Olumsuzluklar Bile Önemlidir
Yetişkinlikte kronik sağlık sorunlarına yol açan derin, biyofiziksel değişikliklerin olması için, bir çocuğun karşılaştığı olumsuzlukların ille de şiddetli suiistimal olması gerekmez. Felitti, “Bulgularımız, incelediğimiz on farklı olumsuzluk türünün neredeyse eşit düzeyde zarar verdiğini gösterdi” diyor. 18 binden fazla yanıtın analizini yaptıktan sonra Felitti ve Anda, belirli bir Olumsuz Çocukluk Deneyiminin bir diğerine önemli ölçüde üstün gelmediğini ortaya koydu. Cinsel istismara uğrama gibi bazı türlerin, toplumun onları özellikle utanç verici olarak görmesi ve fiziksel istismar gibi diğer türlerin daha açık düzeyde şiddet içermesi nedeniyle çok daha kötü olmasına rağmen bu bulgu doğruydu. İlginç bir şekilde, bir ebeveynin çocuğu sürekli aşağılaması biraz daha zararlı bir etkiye neden oluyordu ve yetişkinlikte daha yüksek hastalık ve depresyon olasılığı ile marjinal olarak ilişkilendiriliyordu. Sizi aşağılayan ve küçük düşüren ya da alkolik veya depresif bir ebeveynle yaşamak, çok yoğun incinmenize yol açan bir OÇD skoru oluşturabilir, bu da beyninizi ve immünolojik işleyişinizi hayatınız boyunca değiştirebilir. Anda’ya göre, OÇD Anketi yalnızca “buzdağının görünen kısmını” tespit ediyor. Diğer araştırmacılar da aynı fikirde. Birkaç yıldır bilim insanları, OÇD Çalışması’na dahil edilmeyen çocukluk çağı stres faktörlerini taramanın yollarını arıyorlar. Örneğin, 2014’te, Cambridge Üniversitesi’ndeki araştırmacılar, 14 yaşında çocukları olan ebeveynlerden, çocuklarının ya da tüm ailenin, çocuğun doğumundan 11 yaşına gelmesine kadar […]
Kadın Bilim İnsanlarını Öldürmeye Çalışan Karanlık Lord
Şu an geriye dönüp geçtiğimiz yüzyıllara bakınca en yetenekli kadınların bile küçük görüldüğünü, göz ardı edildiğini, tarihten silindiğini görebilir ve hayretler içinde kalabiliriz. Önyargılar ve engeller o kadar açık ki bu adaletsizlik görülüp, telafi edilmeye çalışıldığında bu bir dereceye kadar teselli ediyor. Bu örnekler arasında Nobel Ödülü’nde göz ardı edilen Lise Meitner’ın adını periyodik cetvelde meitneriyum’a veren bilim insanları da yer alıyor. Müzelerde eserlerini göremesek de bazı müze mağazaları, Rönesans’ın unutulan kadın ressamları için büyük kadın sanatçıların yer aldığı kahve kupaları ve kitaplar satıyor. Peki, küçümsenen 19. yüzyılın sıra dışı kadın yazarlarına ne oldu? Onların eserlerini göklere çıkarıyor ve sınırlandıkları için üzülüyoruz. Yeni genç okuyucular (ve hatta bazı akademisyenler) Jane Austen ve Charlotte Brontë’ye sevgilerini gönderiyor ve Charles Dickens’ın onların yazılarından bir iki şey öğrenmiş olmasını diliyorlar. Fakat olaylar doğrudan önümüzde gerçekleştiğinde, neler olduğunu fark etmek daha zordur. Hiç kimse açık bir şekilde, “Onu bir kadın olduğu için görmezden geliyoruz” demiyor. Kadının küçük görülmesinin, silinmesinin veya erkekler kadar iyi olmadığının söylenmesinin ardında, her zaman varsayımsal bir neden bulunuyor. Çapraz ateş altında olan kendi yetenekleriniz veya başarınız olduğunda, önyargıyı fark etmek daha da zordur. Vurdumduymaz değilseniz veya güçlü bir egonuz yoksa en azından bir yanınız, olan biteni gerekçelendirir ve erkeklerin haklı […]
Kendinize Ait Bir Oda
“Kurmaca yazmak isteyen bir kadının, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır.” –Virginia Woolf Ah, kendine ait bir oda… Çocukken kendi odanıza sahip olacak kadar şanslı olabilmişseniz bilirsiniz ki burası kendi eşyalarınızı bulundurduğunuz, sizin sözünüzün geçtiği, değer verdiğiniz şeyleri -pelüş oyuncaklar yoluyla da olsa, rock grubu posterleriyle de- yansıtan bir yerdir. Belki kapınıza bir “rahatsız etmeyin” uyarısı bile asmışsınızdır. Odayı biriyle paylaşmış olsanız bile, muhtemelen yine de size ait olan bir alanınız vardır. Ben ve kız kardeşim koridordaki ranzadan birlikte kaldığımız bir odaya terfi ettiğimizde, onun tarafı ve benim tarafım arasına görünmez bir çizgi çekmiştim. Bu çizgi, yatağımızın tam ortasından geçiyordu. Benim tarafım Japon stilinde, derli toplu ve sadeydi. Dışadönük kardeşimin tarafı ise darmadağınık… Sahip olduğum şeyler çekmeceler, küçük kutular, bir kırmızı kalem kutusu -hazinelerimi içinde sakladığım kaplar- idi. Bir de defterlerim vardı. Bazı eşyaları gizli yerlere saklardım. Bizim evimizde mahremiyet pek rastlanan bir şey değildi, dolayısıyla yaratabildiğim her yerde mahremiyet yaratmayı öğrenmiştim. Çocukluk odanızı düşünün. Odanızda hangi eşyalar vardı? Alan nasıl dekore edilmişti? Nevresim takımını sizin seçip seçmediğiniz fark etmez, mekânı nasıl kullandığınız (istifçi ya da minimalist, dağınık ya da düzenli), dağınıklığınız bile sizin tarzınızı yansıtır. Belki evin dışında bir ağaç evde ya da bir barakada, çimenlerin üzerindeki […]
Ya İlişkiler Hakkında Bildiğiniz Her Şey Yanlışsa?
“Aşkın gözü kördür” deyişini mutlaka duydunuz. Pekâlâ, işin aslı, aşk sağır ve aptal da olabilir. Kimse aşktan kaynaklanan körlüğü kabul etmek istemez; fakat ilişkinizi varlığından haberdar dahi olmadığınız kör noktalarla dolduran bir dizi mit ve kurgunun peşinden sürükleniyor olmanız kuvvetle muhtemeldir. Merak etmeyin, yalnız değilsiniz. Herkesin kör noktaları var. Bu yanılgılar pek çok biçimde zuhur eder: Sormadığınız kilit sorular, kaçırdığınız sinyaller, görmediğiniz işaretler, fazlasıyla değer verdiğiniz özellikler, yanlış yorumladığınız belirtiler. Bu kör noktalar çoğu zaman ilişkinizin gizli kalmış değerlerini gözden kaçırmanıza ya da ilişkinizi tehlikeye sokan dinamikler yaratmanıza yol açar. Neredeyse herkesin değişen ölçülerde romantik deneyimleri olmuştur. Bu, dostlarınız, aileniz ve hatta iş arkadaşlarınızla aranızdaki ortak özelliktir. Bu tip doğrudan deneyimler insanları ilişkilerin sezgisel ilerlemesi gerektiğine ve temel düzeyde aklıselime dayandığına inandıran bir tür aşinalık üretir; fakat bunlar doğru değildir. Şunu kabul etmemiz gerekir: İlişkiler gerçekten aklıselime dayansaydı mükemmel partneri bulmak kolay; mutlu ilişkiler de norm olurdu. Gerçekte ise ilişkilerin bize verdiği his, onların neredeyse her zaman karmaşık ve deşifre etmesi zor olduğudur. Deneyim, uzmanlık anlamına gelmez. Şimdi… Söylemek üzere olduğum şey hoşunuza gitmeyebilir: İyi niyetinize rağmen ve farkında olmaksızın muhtemelen ilişkilerinizin en büyük düşmanı sizsiniz. İşte bu tam bir ters köşe oldu. Önerim: Bunu kabullenin. İlk adım da ortada bir […]
Amigdalanızı Sakinleştirmek
Jane, topluluk önünde konuşmaktan korktuğu için yardım almak amacıyla gelmişti bana. İşvereni, Jane’in, çalıştığı bölümün geliştirdiği yeni bir ürün yelpazesiyle ilgili bir sunum hazırlamasını istemişti. Bana sunumu yapmak üzere kendisinin seçildiğini çünkü ürün yelpazesinin başlıca tasarımcılarından biri olduğunu söyledi. Ancak 50 kişinin karşısında konuşma düşüncesi, içini ‘kendini aptal durumuna düşüreceği’ korkusuyla doldurmuştu. Başarılı olmasına yardımcı olmayı kabul ettim ve bir adım daha ileri gitmeyi önerdim: Topluluk önünde konuşmanın esasını kavramasına yardım etmeyi önerdim. İlkin şaka yaptığımı düşündüğünü söyledi. Sonra meraklandı. Jane, geçmişte topluluk önünde korkunç konuşma deneyimleri yaşamıştı. Özellikle biri zihninde kalıcı bir iz bırakmıştı. Olay, üniversiteye başladığında sınıfta hazırladığı proje üzerinde konuşması istendikten dakikalar sonra yaşanmıştı. Akranlarının karşısında, araba farına kapılmış bir tavşan gibi taş kesildiğini anımsıyor. Dehşet verici birkaç dakikanın ardından, sınıftan koşarak çıkmıştı. Ona, topluluk önünde konuşmanın, araştırmalarda insanlar tarafından en çok belirtilen korku türlerinden olduğunu anlattım. Her ne kadar korkusuna eşlik eden şiddetli bir stres yaşıyor olsa da korkusunu azaltmayı ve sonunda ortadan kaldırmayı öğrenebilirdi. Topluluk önünde konuşma korkusunu etkisizleştirebilmek amacıyla beynini yeniden yapılandırmak için çalışmayı önerdim. Frontal lobları, amigdalasının tepkilerini daha iyi kontrol edecek şekilde eğitilebilirdi. O zaman da yeni ürünler hakkındaki düşünce ve duygularını sunmakta daha başarılı olabilirdi. Beynini yeniden yapılandırmak için, Jane’in ilkin […]
Çakralar ve Kişilik
Hayatta kendinizi en mutlu ve eksiksiz hissetmenizi sağlayan nedir? Şüphesiz birden fazla şey söyleyebilirsiniz ama yaşadığınız en doyurucu anları hatırlamaya çalışın. Bu, bir ruh eşiyle yaşadığınız hayal edemeyeceğiniz kadar derin bir yakınlık ve sevgi miydi? Ya da evrenin gizlerini ortaya çıkarmayı başardığınızı hissettiğiniz bir an mıydı? Himalayalar’da ücra bir yerde sessiz bir inziva mıydı? Veya belki de hevesli bir dinleyici kitlesine yaptığınız heyecan verici bir konuşma, macera dolu bir dünya yolculuğu, mesleğinizde yaptığınız müthiş bir sıçrama ya da hayalinizdeki evi tasarlayıp inşa etmek miydi? Sizi hayatta en mutlu kılan ve tatmin eden şey büyük ihtimalle çakra tipinizin bir fonksiyonudur. Bu ne anlama geliyor? Çakra tipiniz dünyayı algılama ve deneyimleme şeklinizi belirler. Sizi, dikkatinizi hayatınızdaki belli öğelere verirken, diğerlerini pek fark etmemeye yöneltir. İçgüdüsel olarak mutluluğunuz için en temel ve en anlamlı olduğunu hissettiğiniz öğelere doğru çeker. Genellikle bireysel farklılıklarımızı hepimizin kendine has eğilimleri olduğunu söyleyerek açıklarız. Farklı kişilerin farklı tarzları vardır. Öte yandan, dünyada bireyselliğimizin gizemini ortaya çıkarmaya ve neden her birimizin hayatı bu kadar farklı deneyimlediğini belirlemeye çalışan pek çok kendini-tanıma sistemi vardır. Bu sistemler neden her birimizin belli eğilim ve yönelimleri olduğunu, neden bazı aşırılıklar ve eksikliklerden, bazı endişelerden ve hayal kırıklıklarından mustarip olduğumuzu ve kişisel beceri ve […]
Şarap Neden Paris’te Daha Lezzetlidir?
Yeni bir deneyimin esnettiği bir zihin eski boyutlarına asla dönemez. -Oliver Mendel Holmes Küçük bir deney yapalım. Gözlerinizi kapayın ve mutlu olduğunuz, genel olarak iyi ve hoşnut hissettiğiniz bir anı düşünün. (Hadi yapın, ben beklerim.) Büyük ihtimalle aklınıza gelen imge bir mekâna aittir -belki plaj, dağ ya da güzel bir bardır. Bağlamdan bağımsız bir mutluluk hali anımsamak zordur. Size mutluluk veren mekân egzotik ya da lüks bir yer olmak zorunda değildir. Bu deneyi yaptırdığım bir arkadaşım gözlerini kapar kapamaz gülümsemeye başlamıştı. Hayalinde canlanan yer, partneriyle sake içip birbirlerine âşık oldukları pis bir erişte dükkânıydı. Beynimiz soyut düşünceleri, hissedebileceğimiz ya da deneyimleyebileceğimiz bir realiteyle bağlantılandırmayı sever. Sizi mutlu eden yeri belirledikten sonra zihniniz ne zaman oraya gitseniz aynı bağlantıyı kurar. Bunu tembel olduğu için değil, bir öngörü makinesi olarak işlev gösterdiğinden (en azından kısmen), olacakları tahmin etmek için geçmiş deneyimleri kullandığından yapar. Bunu avantaja çevirebilirsiniz. Geçmişte size mutluluk vermiş bir yer zihninizin kataloglarında kesinlikle yer alıyor. Oraya tekrar gidin, hissedeceğiniz olumlu duygular gayet gerçek olacaktır. Paris gezilerimde pek çok mutlu deneyim yaşadığımdan sadece orada olmak bile benim moralimi yükseltir. Eşimle birlikte yakın zamanda yine Paris’e gittiğimizde iki kez eczaneye gitmemi ve doktora muayene olmamı gerektirecek kadar kötü bir alerjik reaksiyon tecrübe […]
Ebeveynlere Kendini Kaybettiren Altı Gerçek
EBEVEYNLİK ZORDUR. Ebeveynlik herkes için zordur. Hayır ama gerçekten, herkes için, soya sütlü diyet lattesi ve köşe bucak temizlenmiş minivanıyla çocuğunu almaya daima en önce gelen o mükemmel ebeveyn için bile, ebeveynlik zordur. Ebeveynliğin zor olmasının birkaç farklı nedeni vardır ki bunlardan bazıları sizinle, bazıları çocuğunuzla ilgiliyken bazıları da burada, dünyada olan bitenlerden ziyade ayın evreleriyle ilgili gibi görünmektedir. HER EBEVEYN ARADA SIRADA ÇİLEDEN ÇIKAR. Bazıları diğerlerine göre daha sık, daha yüksek sesle çileden çıkar, bazıları toplum içindeyken diğerlerinden daha fazla çileden çıkar; ama hepimiz çileden çıkarız. Bunda yalnız olmadığınız şüphesiz, yüzde 100, kesindir. Birkaç yıl önce The New York Times, bağırmanın artık vurmak yerine geçtiğini ve bizim “bağıran bir nesil” olduğumuzu anlatan bir makale yayımladı. DÜŞÜNDÜĞÜNÜZÜN AKSİNE, MUHTEMELEN ÇOCUĞUNUZA ZARAR VERMEDİNİZ. Beni yanlış anlamayın; sinir krizleriniz ne çocuklarınız ne de bir başkası için iyidir; ama siz zaten bunun farkındasınız. Bilmiyor olabileceğiniz şey ise insanların sanıldığından daha dayanıklı olduğudur. Çoğumuzu sıkça çileden çıkan anne babalar büyüttü ama yine de ufak şekerleme bağımlılıkları haricinde toplumun işlevsel, üretken üyeleri haline geldik. Bu yüzden içinizde tuttuğunuz suçluluğun, stresin ve utancın bir kısmını bırakabilirsiniz. Muhtemelen çocuk terapistlerine de henüz ihtiyacınız yoktur. YİNE DE KONTROLDEN ÇIKMAK BERBATTIR. İnsanı yıpratır ve herkese kendini korkunç hissettirir. Çocuklarınızı […]
Birlikten Güç Doğar
Hızlı gitmen gerekiyorsa yalnız git. Uzağa gitmen gerekiyorsa yanında birileri olsun. Afrika Atasözü Çubukları bir araya getirip demet yaptığın zaman onları kıramazsın. Bondei Atasözü Ubuntu, insanın kendi kendini yetiştirebileceği fikrini kabul etmez çünkü insan tek başına var olamaz. Ben, senin sayende varım. Hatta bunun da ötesine geçer ve birlikte durmayı seçersek olağanüstü bir güce sahip oluruz. Birlik olursak ayakta kalırız, bölünürsek hepimiz düşeriz. Bu söz antik Yunan’dan ABD’nin kurucu babalarına, Londra’dan Cape Town’a kadar yapılan siyasi mitinglerde çağlar boyunca birlik ve beraberliğin önemini vurgulamak için kullanılmıştır. Evet, birlik olunca sahip olduğumuz potansiyeli unutmak kolaydır. Kayıtsızlık ve yalnızlık bütüne yaptığımız katkının hiçbir önemi olmadığını düşünmemize yol açar bazen. Ne var ki […]
İlk İzlenimler: Onlara İnanın
İnsanlar ilk izlenimlerindeki kavrayışı genellikle bastırır çünkü toplum bize ne olursa olsun incelikli olmamızı ve herkese iyi niyetli yaklaşmamızı söyler. Bense burada toplumun yanıldığını söylüyorum. Uygarlık sadece birkaç bin yıllık, sizin yaşam deneyiminiz olsa olsa birkaç on yıllıktır. Buna karşılık hayatta kalma içgüdüleriniz gerçek anlamda milyonlarca yıl boyu evrimleşmiş, DNA’nızın yapısında yer almıştır. Sizce hangisi daha güvenilirdir? İtirazlarınızı duyar gibiyim. İnsanlara ilk izlenimlerine güvenmelerini söylemek, uygar yetişme biçimlerinin çözülüşü gibi görünür. Politik olarak doğru değildir. Anlık yargılar çoğunlukla ırkçılık, cinsiyetçilik ve dar kafalılığın başka biçimlerinden kaynaklanmaz mı? Dar kafalılık elbette gerçektir. İnsanlar elbette başkalarını ırk, sınıf, din ve cinsel yönelim gibi haksız ölçütlere dayanarak çoğunlukla yanlış algılar. Şunu açıklığa kavuşturayım: Konuşan nunçi’niz değildir. Bağnazlıktır. Aslında ben önyargılarınızın sürekli farkında olmanızı gerektiren nunçi’nin bağnazlığın panzehiri olduğunu ileri sürüyorum. Haksız bir önyargı, önünüze ne getirilirse getirilsin inatla sürdürdüğünüz bir hükümdür. Sabittir, değişen bilgiye uyum sağlamaz. Nunçi’ye dayalı bir ilk izlenim ise başka hiçbir şey yapmadan nunçi’nize başvurduğunuz ve onun sihrini yerine getirmesine izin verdiğinizde edindiğiniz şeydir. Önyargı çoğunlukla yanlıştır. Nunçi ise nadiren. Sherlock Holmes’ün Dediği Gibi,“Veri! Veri! Veri!” Bir insanı, işyerini ya da yeni bir durumu gerçekten tanıyacaksanız bol verinin yerini hiçbir şey tutamaz. Fakat nunçi’ye dayanan bir ilk izlenim oluşturmadan […]
Anksiyeteyle Birlikte Mutlu Olmayı Öğrenmek
On yıl önce o gün Manhattan’daki ofisime yürürken ulaştığım farkındalıklar birkaç yıl sonra yirmi altı yaşındaki Ashley adlı danışanla çalışırken daha da fazla işime yaradı. Birkaç yıl önce New York Üniversitesi’nden mezun olmuş olan Ashley pazarlama alanında iyi bir iş bulmuştu, iyi para kazanıyordu. Manhattan’da yaşıyor, çok çekici bulduğu, aynı zamanda da bağlandığı yirmi yedi yaşındaki finans uzmanı Kevin’le çıkıyordu. Dışarıdan bakıldığında hayatı muhteşem görünüyordu, ama ofisimde otururken bariz başarısına rağmen gergin ve anksiyeteye boğulmuş halde olduğunu görebiliyordum. Ashley arada nefes darlığı çektiğini, kalp çarpıntıları yaşadığını ve kaslarının gerildiğini söyledi. Şirkette iyi bir pozisyonda olmasına rağmen işiyle ilgili endişelerine engel olamıyor, cebi dolgun olmasına, üstüne üstlük bir de yıllık ikramiye alacak olmasına karşın, sürekli olarak kirasını ödeyememe endişesi taşıyordu. Ayrıca Kevin’le ilgili endişeleri de vardı. Endişeleri ilişkilerinden ziyade Kevin’in hastalanma ihtimaline dairdi. Ayrıca Ashley hastalanmaktan ya da bir kazada yaralanmaktan da korkuyordu. Terörist saldırılarından da korkuyordu. Ashley kaygısını ele almak yerine görmezden gelip aşmaya çalışıyordu, ama görünüşe bakılırsa bu onu kötü etkiliyordu. Ofisimi aradığında gündüz vakti yediklerini kısıtlamaya başlamıştı. Kilo almaktan korktuğu için değil; yemek yemek için işe ara verirse, endişeleriyle yüz yüze geleceği için. Ayrıca Kevin’e yapışmaya başlamıştı. Telefonu açmadığı takdirde onu arka arkaya arıyordu. Bu davranışları Kevin’i Ashley’e […]
Kendiniz Karar Verin
Bu kitap boyunca “Şunu deneyebilirsiniz”, hatta “Şunu yapın” dediğimi duyacaksınız. Tüm bu bildirimler “Şu ve şu bende işe yarıyor, benim mizacım ve bakış açıma uyuyor” anlamını taşır. Dolayısıyla onların size de uyup uymadığına kendiniz karar vermelisiniz. Sizi, seansta nasıl olmak istediğiniz ve karşınızdaki kişiye nasıl yardım edebileceğiniz konusunda, kendi çözümünüzü bulma zahmetinden kurtaracak bir sistem ya da metodun olduğu düşüncesine kapılmamaya çalışın. Hayır. Her koçun bu zahmete girmesi gerekir. Eğer sistem ya da metot arayışında olursanız yönergelerimi fazla ciddiye alabilirsiniz. Pek çok koç işe yarar bir metot bulmakla kendilerine güvenmek arasında kaldıklarından, koçluk yaparken rahat olamıyor, hatta bazıları koçluktan tamamen kaçınıyor. Siz de bu şekilde arafta kalmamaya çalışın. Söylediklerimi dinleyin ama kendi yolunuzdan gitmeyi seçin. Doktorlukta belli bir metodu uygulamak iyidir. Ne var ki koçluk, özünde iki şeyle ilgilidir: içtenlikle yardımcı olmaya çalışma ilkesi ve kendiniz olma ilkesi. “Yeterli değilim” ya da “Yeterince bilgim yok” ya da “Yeterince donanımım yok” ya da “Ne yapmam gerektiğini hiç bilmiyorum”un yerine, son derece basit, pürüzsüz ve nihayetinde zahmetsiz olan, “Sadece kendim olarak yardım edebilirim”i koymaya çalışın. Yönergelerime temkinli yaklaşın. Onları fazla ciddiye aldığınızı fark ederseniz bu kitabı kenara koyup bir ayna bulun, ona bakın ve “Sadece kendim olarak yardım edebilirim” diyerek “Buda’yı öldürün.” […]
ACHCHHAEE -İyilik
“Anladım ki bütün bu yolculuk, kendimden kendime imiş…” Muhyiddin İbnü’l-Arabî Güneşin ilk ışıklarını arkasına alıp anavatanına doğru ilerlerken aklından pek çok soru geçiyordu. Kim bilir neler yaşayacaktı? Acaba isteklerine ulaşabilecek miydi? Kurduğu hayallerde neler yoktu ki… Beyaz kıyafetleriyle meydanlarda bir Brahmin gibi konuştuğu sırada kendini saygıyla dinleyen kalabalığa bir şeyler söylüyordu. Ama bu düşlerdeki en büyük eksik, insanlara ne anlatacağı hakkında en ufak bir fikrinin olmayışıydı. Gerçeğe dönünce kızgınlıkla, “Bir de Buddha olmaya kalktın seni şapşal!” diye söylendi. Koşar adım ilerleyen eşeğin yelesini okşayıp, “Yola çıktık ya oğlum, elbet anlatacak bir şeyler bulacağız. Neyse ki şimdilik tek dinleyicim sensin,” dediğinde kendine kahkahalarla gülüyordu. Ne kadar yol gittiğinin farkında bile olmadan dalgın dalgın etrafı seyrederken eşek anırmaya başlayıp aniden durunca Suraj üstünden uçtu. Şaşkınlık ve acı içinde yattığı yerden kafasını kaldırınca keyifle otlayan hayvana, “Sen dünyanın en aptal hayvanısın! Bulduğum ilk fırsatta seni satıp yerine başka bir eşek alacağım,” diye söylenip hışımla yanına geldi. Gadha ise onun bağırışlarına ve yularını çekiştirmesine aldırmadan karnını doyurmaya devam ediyordu. Suraj çaresizce bir ağaca yaslanıp eşeği seyrediyordu ki ancak kendi midesinden gelen isyan seslerini duyunca hayvanı anlayabildi. O hayaller kurarken zavallı Gadha’yı bütün gün koşturmuş ve o sonunda pes etmişti. Üzüntüyle, “Dostum, sen bu aptal […]
Kadın Haklarından Kurtuluş Savaşı’na HALİDE EDİP’in İzinde (10)
Yaklaşık bir yıl boyunca on yazıyla ele aldığım Türkiye’de kadın hareketi tarihini değerlendiren bu yazı dizisinin sonuncusunu, kadın hakları denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biriyle, Halide Edip Adıvar ile tamamlamak istiyorum. Mücadeleci ruhuyla pek çok insana ilham olmuş, “ilklerin kadını” olarak tanınan Halide Edip, hem edebi hem de toplumsal anlamda öncü bir figürdür. 1884 yılında Beşiktaş’ta dünyaya gelen Halide Edip, annesini küçük yaşta kaybeder. Yedi yaşındayken yaşını büyüterek Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ne kaydolur; ancak bir yıl sonra bir öğrencinin şikâyeti üzerine okuldan uzaklaştırılır ve eğitimine evde devam eder. Henüz 13 yaşındayken Jacob Abbott’tan çevirdiği Ana adlı eser, Sultan II. Abdülhamit tarafından Şefkat Nişanı ile ödüllendirilir. Daha sonra, yeniden Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ne kabul edilen Halide Edip, buradan lisans derecesiyle mezun olan ilk Müslüman kadın olur. Kolejin son sınıfında, matematik öğretmeni Salih Zeki Bey ile evlenmiştir. Bu dönemde Sherlock Holmes’ten Emile Zola’ya, Shakespeare’den birçok büyük yazara kadar pek çok eseri Türkçeye çevirir. 1909’da Teali-i Nisvan Cemiyeti’ni (Kadınları Yükseltme Cemiyeti) kurar.II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikteyse daha politik bir alana yönelir ve dönemin gazetelerinde kadın hakları üzerine yazılar yazmaya başlar. Ancak 31 Mart olayları sırasında maruz kaldığı tehditler nedeniyle önce Mısır’a, ardından İngiltere’ye gitmek zorunda kalır. Yaklaşık bir yıl sonra İstanbul’a döner ve hem […]
Türkiye’de Kadınların Eğitim Mücadelesi. Beyaz Konferansların Aydınlattığı Yol (9)
“Ah şu şark evleri! Hiç, renklerinde hiç vahdet yoktur ki… Şu yedi renkli salona beyaz, tamamen beyaz bir renk verebilmek için ne kadar çalıştım. Düşününüz, o maileri, sarıları, yeşilleri, kırmızıları, morları, vişneleri, siyahları… Nihayet son bir nazarla baktığım zaman yorgunluktan solan dudaklarım neşve-i muvaffakiyetle kızardı. Şimdi ta cephede beyaz kürsü, beyaz iskemleler, beyaz perdeler, beyaz penceler, beyaz tavan döşemesiyle bütün beyaz bir salon tertip edilebilmişti.” P.B. Kadın Dergisi, İstanbul, 1911 Osmanlı İmparatorluğunda kadınların eğitim hakkı, İmparatorluğun toplumsal ve kültürel yapısına bağlı olarak, tarihsel süreçte farklılıklar göstermiştir. Ancak özellikle Tanzimat Dönemi’yle (1839-1876) birlikte bu alanda gözle görülür bir dönüşüm başlamış, önemli reformlar gerçekleştirilmiştir. İmparatorluğun erken dönemlerinde, kadınların eğitimi daha çok evle sınırlandırılmış; dinî bilgiler, temel okuma-yazma becerileri, el işleri ve zaman zaman musikiyle şekillenmiştir. Dolayısıyla, ailenin sosyal sınıfına bağlı olarak kız çocukları ya hiçbir eğitim alamamış ya da özel hocalardan bazı dersler görme imkânı bulabilmiştir. Tanzimat Dönemi’ndeki en dikkat çekici gelişmelerden biri, 1858 yılında Müslüman kız çocukları için rüştiyelerin (ortaokulların) açılmasıdır. Ayrıca, 1869’da yayımlanan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile kız ve erkek çocuklarına ilköğretim zorunluluğu getirilmiş, hukuki düzenlemelerle kız çocuklarının eğitimi teşvik edilmiştir. Ancak bu çabalara rağmen aileler, toplumsal alışkanlıkların etkisiyle, kızlarını okula göndermekte çekimser davranmıştır. Diğer yandan, Gayrimüslim teba ise kız […]
12. Soru: Beni neden seviyorsun?
Bu soruyu günlük hayatımızda ne sıklıkta sorarız? Sorunun cevabı partnerinizle yaşadığınız her ânın, her etkileşiminizin özünü oluştursa da nadiren söze dökülüp ayrıntılı olarak açıklanır. Birini sevdiğiniz zaman ona olan sevginizin derinlerinizde yer aldığını kesin olarak bilirsiniz. Ama bu bilgiyi hiç sorguladınız mı? Orada olduğunu biliyorsunuz ama nasıl göründüğünü, neye benzediğini biliyor musunuz? Sahip olduğunuz yakınlığın katmanlarını bir bir soyarken bu soruyu tekrar tekrar sormayı sürdürdüğünüz takdirde, en sonunda söze dökülemeyecek bir yakınlık hissinden ne fazla ne de eksik bir şey bulursunuz. Bu sohbetin size sunacağı son armağanlar şunlardır: 1- ikinizin de aranızdaki bağın ilahi yanını fark etmesi için, partnerinize olan sevginizin arkasındaki sebepleri ve farklı hisleri dillendirme fırsatı. 2- sessiz bir farkındalık ve sevgi dediğimiz aşkın güce duyduğunuz huşu içinde duracağınız bir alan. Aşkın Bir Mesaj Birbirinize sorduğunuz tüm sorular içinde en kallavisinin bu soru olduğunu düşünebilirsiniz. Tamamlamak üzere olduğunuz sohbet, partnerinizle aranızdaki bağın derinliğini ve karmaşıklığını görmenizi sağladı. Şimdi sizden istediğim şey, anılardan, hislerden, zorluklardan, acıdan, dayanıklılıktan ve kutsallıktan oluşan bu evreni söze dökmeniz. {THE AND} çekimlerinde bu soru sorulduktan sonra genellikle soruyu alan kişinin hislerini partnerine aktarmadan önce sevgisinin büyüklüğüyle dolup taştığını görürüm. Bu kesinlikle kolay bir iş değildir. Bu yüzden bu soru sizi önceki sorulardan daha fazla […]
Mutluluk Edinilmesi Gereken Bir Beceridir
İyi hisler sürekli hissedilmek üzere tasarlanmamıştır ama siz onları daha sık açığa çıkarmayı öğrenebilirsiniz. Mutluluğun dışarıdan gelmesini beklerseniz bunu öğrenemezsiniz. Gelgelelim, artık biyolojinizin nasıl işlediğini anladığınıza göre bu zorlukla baş etmeye de hazırsınız demektir. Bu bölüm mutluluk kimyasalları salgılamanızı sağlayacak yeni nöral bağlantılar oluşturma gücüne sahip olduğunuzu açıklar. Bir sonraki bölümde ise her bir kimyasal için belli bir nöral bağlantı oluşturmanıza yardım edilir. Öğreneceğiniz şey, iyi hissetmenin yeni bir yolunu bulmak ve bu yol otomatik seçiminiz haline gelene dek onu yinelemektir. Odağımız diyet ve egzersiz değil, içinizdeki memeliye o güzel ihtiyaç karşılanma hissini verecek düşünce ve davranış kalıplarıdır. Bu bölüm yeni bir seçimi programlamanın zorluğunu açıklarken bir sonraki bölümde her bir mutluluk kimyasalı için belli bir örüntü verilir. Yeni bir seçimi programlamak zordur çünkü eski nöral bağlantılarınıza bu seçim cazip gelmez. Bu ikilemi hayvan eğiticilerinin yeni numaralar öğretmekte kullandığı yöntemle çözeceğiz. Onların yaptığı, küçük bir numara için tekrar tekrar küçük bir ödül vermektir. Yeni seçiminizi küçük aşamalara bölüp sağlıklı ve erişilebilir ödüller aracılığıyla bu seçimi yinelemeye motive olma becerisi geliştireceksiniz. Bunu yapmayı istemeyebilirsiniz. Bütün bu metodoloji olmadan mutlu olmanız gerektiğini düşünebilirsiniz. Başkalarının buna gerek duymadan mutlu olduğunu düşünebilir, siz de aynı şeyi isteyebilirsiniz. Siz belki mutluluğun erdemli olmaktan geldiğini, dolayısıyla […]
Ebeveynlik ve Çocuklar
Yağmurlu bir gün, yıl 2020, Covid kapanmaları dönemi. Aylarım çocuklarımı (o zamanlar biri iki, diğeri bir yaşındaydı) aynı parka götürerek, aynı kütüğün üzerinde kale oyunu oynayarak, aynı küçük ve çamurlu çimlik alanda koşturarak geçmişken bir gün aniden aklıma bir fikir geldi: Petshop’lar açıktı değil mi? Gerçek hayvanlar görebilirdik! Güzel bir gezinti yapabilirdik! Bir ginepig görme ihtimali başımı döndürmüştü. Yarım saat sonra kasabanın dışında yer alan, büyüleyici bir talaş ve hamster dışkısı kokusuna sahip hayvan dükkânındaydık. Ama hayvanlar neredeydi? “Hepsi gitti” dedi görevli. “Covid’den dolayı.” Yıkılmıştım. Çocukları dükkânın içinde oradan oraya sürükleyerek ilginç bir şeyler aradım. Ve işte aradığım şey oradaydı. Yem bölümünde. Mağazada kalan tek yaratık: Bir kâse solucan. “Bakın!” diye seslendim. “Şuna bakın! Kuyruğunu oynatıyor. Şu bebek solucana bakın, kâseden düşüyor…” Şaşkın çocuklarıma baktım ve kendi sesimdeki çaresizliği duydum. Duyduğum anda barajları koyuverdim. Dükkânın ortasından kontrol edilemez bir şekilde ağlamaya başlamıştım. Ağladım ve ağladım. Sadece gezintimiz fiyaskoyla sonuçlandığı için değil; aynı zamanda da solucanlarla karşılaşmam anneliğe dair bütün o can sıkıntısını, yalnızlığı ve yerle bir olan beklentileri mükemmelen yansıttığı için. Ben büyüleyici bir anne olmayı, elimi attığım her şeyi eğlenceye çevirmeyi ve en önemlisi -yıllarca çocuk istemiş olduğumdan- mutlu bir anne olmayı bekliyordum. Buna karşın çoğu zaman mutlu değildim […]
Travma Nedir?
En basit anlatımla travma iyileşmemiş incinmedir. Bu kitapta temel olarak erken çocukluktan gelen duygusal travmadan -ki bu travmanın etkileri hayatın her döneminde hissedilebilir- söz edeceğiz. Çocukken öğrendiklerimizin, yetişkinlikte hayatın üzerimize savurduklarına nasıl tepki verdiğimizi belirleyen ana faktör olduğunu öğreneceğiz. Hayatımızın duygusal yaraları iyileşmediği takdirde, hissettiklerimizi bir yere kanalize etmek zorunda kalırız. Bunu anlamanın yollarından biri, işlenmemiş ve sindirilmemiş şeylerle dolu bir çuvalı oradan oraya taşıdığımızı hayal etmektir. Çuvalın ağzı bazen çok sıkı kapanmıştır, bazen de öngörülebilir aralıklarla açılır. İşte ikinci olasılığa dair klasik bir örnek. Nötr ve huzurlu görünen bir ruh haliyle, uzun yolda araba kullanıyoruz, düşüncelerimizde kaybolmuşuz, ara sıra fonda çalan podcast’e kulak veriyoruz. Sonra aniden bir araba önümüze kırıyor ve biz ona çarpmamak için frene asılıyoruz. O anda öfkeyle doluyor ve adama yetişip ölümcül bir kavga başlatmamak için kendimizi dizginlemek zorunda kalıyoruz. Neler oldu böyle? Gevşemiş uykulu kedicikten bir anda dövüşçü Conor McGregor’a nasıl dönüştük? Söyleyeyim. Muhtemelen bu olay içimizdeki işlenmeden kalmış bir yaraya tuz bastı. Belki çocukken görülmemiş olmakla ilgili bir travmamız vardı ya da bize hep bulunduğumuz yeri hak etmediğimiz söyleniyordu. Konu her ne ise, duygularla dolu o siyah çuvalın meşhur ağzını açtı ve işlenmemiş travma çuvaldan dışarı fırladı. Şimdi kendi kendinize Evet Alex, iyi diyorsun, […]
Toksik Anneler
Kadınların istismarcı olamayacağı yönünde yaygın bir yanlış algı var. Gerçek şu ki, birçok kadın, özellikle birçok anne yoğun ilişki hasarının kaynağıdır. Bununla birlikte, anneler babalardan biraz daha farklı manipüle eder. Psikolojik olarak istismarcı anneler manipülasyonlarında daha sinsi, daha gizli ve pasiftir; çünkü el âleme karşı iyi anne reklamı yapmaya çabalar. Bununla annelerin açıkça istismar veya şiddet uygulamadığını kastetmiyorum. Elbette özellikle bir bağımlılık söz konusuysa bazıları bunu yapar. Ancak çoğu anne duygusal şiddet arenasında başarılıdır. Tüm toksik insanlar gibi, bir toksik annenin de en büyük kusuru, her şeyin kendi etrafında döndüğü inancında yatar. Bir toksik insanla yüz yüze olduğumuzda, genellikle en zeki, en güvenli yetişkinlerin bile aklının karıştığını unutmayın. Şimdi de sevdiği ve güvendiği annesinin toksikliğiyle karşılaşan masum bir çocuğun halini hayal edin. Buna bir de toksik annelerin acımasız düşüncelerini ve davranışlarını çocuklarına yansıtarak kendi başarısızlıklarını kabullenmeyi reddettiğini ekleyin. Tüm bunlar olurken, toksik annelerin çocuklarının, yaşadıklarını yanlış yorumlaması ve kendinden nefret etmeyi öğrenmesi hiç de şaşırtıcı değil. Kendinden nefret etmeleri tek makul seçenektir; çünkü anneleri kesinlikle kötü olamaz. Anne ve Kimlik Gelişimi Kişisel deneyimimden ve tedavi ettiğim birçok hastadan yola çıkarak, bir toksik annenin altında büyümekten daha akıl karıştırıcı ya da acı verici bir şey olmadığını söyleyebilirim. Anneler özsevgi ve kimliğimizi […]
Siz mi Parayı Kullanıyorsunuz, Yoksa Para mı Sizi kullanıyor?
Yıllar önce mutfaktaki masamızda babam bana, “Paranın madeni paralardaki gibi iki yüzü vardır; Tanrı ve şeytan,” demişti. Küçükken babamla çok konuşurdum. Akşam yemeğinde masada benimle, işi, para, politika ve dünyada olup bitenler hakkında konuşurdu. Ancak babamın o günkü konuşma şekli biraz rahatsız ediciydi. Sanki aslında bilmemem gereken bir şeye kulak misafiri olmuşum gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Bir yetişkin olarak bile gazeteye veya televizyona baktığım ve parayla ilgili gizemli bir sihir olabileceği hissine kapıldığım zamanlarda, babamın ne demeye çalıştığını anlayabiliyorum. Gerçek veya kurgusal her suç vakası şu veya bu şekilde parayla ilgili gibi görünüyor. Muhtemelen çok çalışan sıradan insanların kumar bağımlılığı yüzünden boğazlarına kadar borca battığı birden fazla hikâye duymuşsunuzdur. Bu durum her zaman bir şekilde, şirket parasını kötüye kullanmaya, rüşvet, sahtekârlık ve hatta bazen şiddet ve cinayete kadar tırmanıyor gibidir. Sırf para yüzünden tüm bunlar nasıl olabilir? Bu sanki para, sıradan birini alıp akıl dışı bir dünyaya çekmek gibi tuhaf ve tehlikeli bir güce sahipmiş gibi hissetmenize yol açıyor. O kişinin ailesi ve arkadaşları size, “Çok sakin biriydi, ta ki para sahneye çıkana ve mantık uçup gidene kadar,” diyecektir. Belki mantığın “uçup gitmesinin” nedeni, paranın hayatımızla ve insan olarak kendimizi ve değerlerimizi nasıl tanımladığımızla bu kadar yakından bağlantılı olmasıdır. Herkes […]
Bırakın Sonuçlar İşini Yapsın
“Çocuğuma ödül ya da ceza veremezsem, istediklerimi yapmasını nasıl sağlayacağım?” diye soruyor bir ebeveyn. “Yanlış davranışının sonuçları olmalı değil mi?” “Elbette sonuçları olmalı. Aslına bakarsanız çocuk kendini kontrol etmeyi ve sorumlu olmayı sonuçlar sayesinde öğrenir. Ancak ‘sonuç’ derken neden söz ettiğimizi açalım. Sonuç, cezadan tamamıyla farklıdır.” “Annemin sözünü dinlemezsem, sonuçlarına katlanırım” diyor bir çocuk. Nasıl bir sonuca katlanacağını sorduğumda, genellikle yanıt “Arkadaşlarımla oyun oynamama izin vermez” oluyor. “En son arkadaşlarınla buluştuğunda, annenin bir daha birlikte oyun oynamanıza izin vermemesine neden olacak bir şey mi yaşandı?” diye soruyorum. “Hayır, arkadaşlarımla birlikte güzel vakit geçirdik. Ama annem onu dinlemediğimi söyledi.” “Ceza” yerine “sonuç” diyerek terimleri değiştirmek, örnekteki annenin çocuğunu hâlâ cezalandırdığı gerçeğini değiştirmiyor. Çocuğun davranışlarının getirdiği sonuçları yaşayarak öğrenmesine izin vermenin ne anlama geldiğinin farkında değil. Davranışlarının sonucunu görmeden çocuk öğrenmez – bize gücendiğiyle kalır. Bu iki yaklaşımın farkı da, çocuk öz disiplinine giden yolun anahtarıdır. Davranışlarımızı değiştirmeden sadece terimleri değiştirerek farklı sonuç bekleyemeyiz. Yöntemimizin de değişmesi gerekir. “Disiplin” de desek “sonuç”ta davranışımız hâlâ cezalandırıcı ise, sadece cezanın adı değişmiş olur – çocuklarımızı kandıramayız. “Sonuç” adını alsa da ceza hâlâ cezadır; çocuk da bunun pekâlâ farkındadır. “Ceza” sözcüğünü sakıncalı bulan ebeveynlerdenseniz, “sonuçlarına katlanmak” fikrini büyük olasılıkla beğenirsiniz. Danışanlarımdan biri, “Bu davranışı için […]
Osmanlı Aile Hukukunda Kadının Yeri: Evlilikten Boşanmaya Tarihsel Bir Bakış (8)
Ne geyik jaguar olmadığına hayıflanır Ne de papatya gülün yanında boynunu büker Ne dişi aslan erkeğin önünde küçülür Ne de tavus kuşu heybetini saklar şahin var diye Kendi kıymetini sahiplenir her biri sorgusuz sualsiz “Kadının Uyanışı”, Shefali Tsabary Osmanlı toplumunda tarihsel süreçte farklı noktalarda kendini gösteren kadın haklarının gelişim alanlarından biri de aile hukukudur. Kadınların evlilik ve boşanma konularında kazandığı haklar hem bireysel özgürlüklerin genişlemesi hem de toplumsal yapının dönüşümüne işaret eder. Her ne kadar İslami toplumlarda çok eşli evlilik modelinin yaygın olduğu inancı kabul görse de bu uygulamanın özellikle Osmanlı yönetimi altındaki Anadolu coğrafyasında sanıldığı kadar sık olmadığı ve daha çok istisnai durumlarla sınırlı kaldığı anlaşılmaktadır. Bugün din üzerinden kazanç sağlayan bazı kişilerin düşüncelerinin ve söylemlerinin aksine, Osmanlı toplumunda gerek kayıt dışı evlilikler gerekse çok eşli evlilikler nüfusa oranla son derece azdır. Ayrıca, dönemin ekonomik ve toplumsal dinamikleri doğrultusunda çocuk sayısının da genellikle sınırlı olduğu gözlemlenmektedir. yüzyılda Bursa’daki tereke (miras) kayıtlarına dayanılarak yapılan bir araştırma, bu konuda dikkat çekici veriler sunar. Toplam 717 tereke kaydının yalnızca 59’unda erkeklerin birden fazla eşe sahip olduğu görülür. Ayrıca, bu tür evliliklerin temel nedeninin genellikle ilk eşten çocuk sahibi olamama durumu olduğu da anlaşılmaktadır.[1] Bu durum, çok eşliliğin toplumsal bir normdan ziyade, bireysel […]
Uyku ve Dinlenme
Perdelerin kenarlarında hale oluşmuş, gündoğumu odaya girmeye çalışıyor ve ben hâlâ uyanığım. Gecenin 3’ünden beri tekrar uykuya dalabilmek için bildiğim her yöntemi uygulamışım. Meditasyon, derin nefesler, zihnimde eski okulumda dolaşmak, şehirleri alfabetik sırayla saymak… Hayır, uyuyamıyorum. Yirmilerimde bazen gece yarısı uyanır, bir iki saat uyanık kalırdım. Bu sinirimi bozmakla kalmaz, bana kendimi başarısız hissettirirdi. Ergenlik zamanlarımda da berbat şiirler yazarak gecenin 1’ine kadar oturup sabah 10’a kadar uyuduğum için tembel, boktan ve tabii ki başarısız bir insan gibi hissederdim. Otuzlarımda çocuk sahibi olduktan sonra da çocuklar mışıl mışıl uyurken dahi her gün sabahın 5’inde kalktığım için başarısız hissederdim. Neden mi? Çünkü eskiden beri bize şu dayatıldı: gerçekten sağlıklı olmak için gece sekiz saat deliksiz uyumak gerekir ve bu uyku belli saatler arasında olmalıdır. Kendimizi tabi tuttuğumuz standart, ideal, amaç budur. Bunu başaramazsak acınası, hatta arızalı biri gibi hissetmemiz işten değildir. Bizdeki sorun acaba nedir? Sekiz saatlik kesintisiz bir baygınlıktan daha doğal ne olabilir? İnsanların uyku takıntısı çok eskiye dayanır. Rönesans İtalya’sında iyi bir uyku için önerilen şey dişlere köpeklerin kulak sıvısını sürmekti. Elizabeth İngiltere’sinde “ayak tabanlarının fındık faresi yağıyla ovulması” salık verilirdi. 19. yüzyılda İskoç dergilerinin okuyucularına saçlarını arapsabunuyla yıkamaları öneriliyordu. Charles Dickens, yatağınızın kuzeye bakması gerektiğini öne sürüyordu. Yeterince […]
PiKi’ye Bir İnanç Değiştirme Sistemi Diyebiliriz
Hayatımız, inançlarımızın bir yansımasıdır. İnançlarımızın yüzde doksan dokuzu bilinçaltındadır. Geçmiş koşullanmaların sonucu olarak bazen hatta sıkça arzularımızı gerçek kılmayı, bazı duygu ve davranışlarımızla sabote ederiz. Bilinçli düşüncelerimizi ve inançlarımızı yeni bir bilgiyle, okuduğumuz bir kitapla, deneyimlerimizin istenmeyen sonuçlarını gördüğümüzde, irademizi kullanarak değiştirebiliriz. Yaşamımız sadece bilinçli düşüncelerle şekillenseydi, hayatımızın her alanında başarılı olmamız kolay olurdu. Bilinçaltı inançlar ilişkilerimizi, özsaygımızı, iş ve sosyal yaşamımızdaki performansımızı, bedensel, duygusal, zihinsel ve ruhsal sağlığımızı büyük ölçüde etkiliyor. Bilinçaltı inançlarımız bilinçli inançlarımızı desteklemedikçe kendimizi sabote etmeye devam ederiz. Buna da kader, talihsizlik ya da şanssızlık deriz. Amaçlarımızı, rüyalarımızı gerçekleştirmek için bilinçaltının desteği gerekiyor. Ama bilinçaltında ne tür inançlar barındırdığımızı bilmiyoruz. Bilmediğimiz şeyi nasıl değiştirebiliriz? İşte PiKi, kasları araç olarak kullanarak, bizi sabote eden bilinçaltı programlarımızı keşfetmeyi ve bize destek olacak şekilde değiştirmeyi öğretiyor. BİLİNÇ, BİLİNÇALTI VE SÜPERBİLİNÇ İLİŞKİSİ Kasların bütünsel sınanmasında kullanılan Kol Testi, zihnin üç seviyesi olan bilinç, bilinçaltı ve süperbilinç (Yüksek Ben) ile bağlantı kurularak sağlanan bir iletişim yoludur. Bilinçli zihin amaçlarımızı netçe belirlememizi sağlar. Bilinçaltı ve süperbilinç ile irtibata geçerken amaçlarımızın netliği çok önemlidir. Bilinçaltımız, davranışlarımızın, değerlerimizin, inançlarımızın deposudur. Otomatik tepkilerimiz, alışkanlıklarımız bilinçaltımız tarafından kontrol edilir. Süperbilincimiz (Yüksek Ben) ise bilinçaltımızın ve bilincimizin sahip olmadığı bilgeliğe ve bakış açısına sahiptir. Süperbilincin görevi, bilinçli […]
Siz Sizsiniz
Siz herkes değilsiniz, hiç kimse de değilsiniz. Siz, birisiniz. Bundan genelde “bir kişiliğinizin olması” biçiminde bahsedilir. Belki daha içedönük ya da dışadönüksünüz, daha fazla ya da daha az özgüvenlisiniz, geçmiş deneyimlerden daha fazla ya da daha az yaralanmış birisiniz, belki daha ziyade kaygılananlardan ya da daha ziyade eyleme geçenlerdensiniz. Detaylar her ne olursa olsun, siz sizsiniz, belli bir canlı türünün belli genetik geçmişe, belli deneyimlere, tutumlara, belli yatkınlıklara sahip bir üyesisiniz ve tüm bunlar bir araya gelip sizin “kişiliğinizi” oluşturuyor. Siz ve ben aynı yolda yürümedik. Ben bir emekli aile terapistiyim, aktif olarak koçluk yapıyorum; siz bir öğretmen olabilirsiniz, yoga eğitmeni olabilirsiniz ya da şamanik deneyimlere sahip olabilirsiniz. Sizin ve benim genetik kodumuz, programlanışımız, hücresel hafızamız, ikametimiz aynı değil. Siz benim nefret ettiğim bir şeye bayılıyor olabilirsiniz, ben de sizin nefret ettiğiniz bir şeyi çok seviyor olabilirim. Tüm bunlar zaten aşikâr değil mi? Öyle, fakat yine de yüksek sesle dile getirilmeli, hatırlanmalı ve onurlandırılmalı. Siz ben değilsiniz. Siz sizsiniz. Her birimizin üç ayrı yaşamı olduğunun söylendiğini duymuştum (sanırım Blue Bloods adlı polisiye dizisinden hatırlıyorum): kamusal yaşam, özel yaşam, mahrem yaşam. Ben de kişiliğin üç bölümden oluştuğunu yazmıştım: orijinal kişilik, oluşturulmuş kişilik ve arta kalan kişilik. “Kişiliği” kavramlaştırıp tanımlamanın çok […]
Osmanlı Kadın Modasından Cumhuriyet’e: Giyim Kuşamın Toplumsal Yansımaları (7)
“Ne kadar asude Hapishane Kasvetli parmaklıklar ne hoş Bu güvenliği Bir Despot değil Yeraltının Kralı sağladı Eğer hepsi buysa kaderin Bir Zindan erkek akrabalar Hapishanedir – Yuva” Emily Dickinson “How soft this Prison is” Osmanlı toplumunda kadınlar, mensup oldukları din veya sınıftan bağımsız olarak, sosyal yaşamın belirli kurallarına uymak zorundaydılar. Padişah fermanlarında, kadınların giyim kuşamlarından sosyalleşme alanlarına kadar birçok konuda kısıtlamalara tabi tutuldukları açıkça görülmektedir. Kadınların toplumsal hayatta görünürlüğünün artmasıyla birlikte, bu alandaki düzenlemeler de fermanların sayısında bir artışa yol açmıştır. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren saray ve kent kadınlarının kamusal alanda daha sık yer almaları ve mesire alanlarını sosyalleşme mekânı olarak tercih etmeleri, peşi sıra çıkarılan fermanlarla toplumsal düzenin muhafazasını amaçlayan bir dizi müdahaleyi beraberinde getirmiştir. Örneğin, Sultan II. Selim’in 1573 tarihli fermanında, kadınların kaymakçı dükkanlarına girmelerini yasakladığını görülür. Eyüp kadısına gönderilen bu hükümde, kadınların kaymak yeme bahanesiyle kaymakçı dükkanlarında oturdukları ve burada, kendilerine namahrem olan erkeklerle ahbaplık ettikleri ifade edilerek kadınların bunun gibi uygunsuz davranışlarda bulunmasının yasaklandığı buyrulur:[1] “Kaymakçı dükkânlarına bazı nisa taifesi (kadınlar) kaymak yemek bahanesiyle girip oturup namahremle cem’ olup hilâf-ı şer’ işleri vardır diye Müslümanların haber verdiklerini bildirmişsin; bu bâbda ihmal caiz değildir. Kadınlar kaymakçı dükkânlarına gitmeyeceklerdir. Gelen kadınların dükkâna alınmamasını dükkân sahiplerine şiddetle tenbih […]
Bırakın Sonuçlar İşini Yapsın
“Çocuğuma ödül ya da ceza veremezsem, istediklerimi yapmasını nasıl sağlayacağım?” diye soruyor bir ebeveyn. “Yanlış davranışının sonuçları olmalı değil mi?” “Elbette sonuçları olmalı. Aslına bakarsanız çocuk kendini kontrol etmeyi ve sorumlu olmayı sonuçlar sayesinde öğrenir. Ancak ‘sonuç’ derken neden söz ettiğimizi açalım. Sonuç, cezadan tamamıyla farklıdır.” “Annemin sözünü dinlemezsem, sonuçlarına katlanırım” diyor bir çocuk. Nasıl bir sonuca katlanacağını sorduğumda, genellikle yanıt “Arkadaşlarımla oyun oynamama izin vermez” oluyor. “En son arkadaşlarınla buluştuğunda, annenin bir daha birlikte oyun oynamanıza izin vermemesine neden olacak bir şey mi yaşandı?” diye soruyorum. “Hayır, arkadaşlarımla birlikte güzel vakit geçirdik. Ama annem onu dinlemediğimi söyledi.” “Ceza” yerine “sonuç” diyerek terimleri değiştirmek, örnekteki annenin çocuğunu hâlâ cezalandırdığı gerçeğini değiştirmiyor. Çocuğun davranışlarının getirdiği sonuçları yaşayarak öğrenmesine izin vermenin ne anlama geldiğinin farkında değil. Davranışlarının sonucunu görmeden çocuk öğrenmez – bize gücendiğiyle kalır. Bu iki yaklaşımın farkı da, çocuk özdisiplinine giden yolun anahtarıdır. Davranışlarımızı değiştirmeden sadece terimleri değiştirerek farklı sonuç bekleyemeyiz. Yöntemimizin de değişmesi gerekir. “Disiplin” de desek “sonuç”ta davranışımız hâlâ cezalandırıcı ise, sadece cezanın adı değişmiş olur – çocuklarımızı kandıramayız. “Sonuç” adını alsa da ceza hâlâ cezadır; çocuk da bunun pekâlâ farkındadır. “Ceza” sözcüğünü sakıncalı bulan ebeveynlerdenseniz, “sonuçlarına katlanmak” fikrini büyük olasılıkla beğenirsiniz. Danışanlarımdan biri, “Bu davranışı için […]
Sözel ve Sözel Olmayan İletişim
Aynı odada bulunan herkes birbirlerine yabancı bile olsalar sözel olmayan iletişim kurar. O halde sizinle eşiniz arasında ne kadar çok iletişim olduğunu bir düşünün. Sözel olmayan iletişim göz teması, gülümseme veya kaş çatma, ses tonu, duruş, temas ve aranızdaki mesafe biçiminde olabilir. Eşler arasındaki sözel olmayan iletişim ilişkinin sağlığının iyi bir göstergesidir. Araştırmalar iyi ilişkisi olan çiftlerin düzenli olarak göz teması kurarken, ilişkileri sorunlu olanların birbirlerine nadiren baktıklarını göstermiştir. Eşler arasındaki günlük temasların çoğu sözel değildir. Omuza bir dokunuş veya bir gülümseme olumlu duyguları ifade edebilir ve eşe sevildiği mesajını iletir, bununla beraber aranızda gerginlik varsa bunlar yanlış da yorumlanabilir. Tabii kaş çatmanın da tersi bir etkisi olabilir. Ses tonu da birbirinize nasıl davrandığınızın bir başka göstergesidir. Sözel olmayan iletişimin bir diğer yönü de eşlerin konuşurken birbirlerine ne kadar yakın olduğudur. Genel olarak birbirlerine ne kadar yakın olurlarsa seslerini yükseltmeye o kadar az gereksinim duyarlar ve iletişimleri çok daha sakin ve olumlu olur. Sözel iletişimleri de aynı derecede önemlidir ve hem olumlu hem olumsuz yönleri olabilir. Diğer eş hakkında varsayımlarda bulunma eğilimi olabilir, bu da aslında eş kızgın olmasa da onun kızgın veya muhalif olduğuna dair bir yanlış yoruma yol açabilir. O zaman eşler birbirlerini suçlamaya başlar. İletişim konusunda faydalı […]
Mutsuzluk Kimyasalları
Doğar doğmaz ağlamaya başladınız. Yaşamsal ihtiyaçlarınızla ilgili bir aciliyet hissi ve bu ihtiyaçları karşılamaya dair çok az beceriyle doğdunuz. Bir yenidoğan, açlığın verdiği stresi hisseder fakat kendi yiyeceğini bulamaz. Vücudu kortizol salgılar, bu da onu ağlatır. Ağlamak işe yarar! Zamanla bebek karşılanmamış ihtiyaçların salgılattığı kortizole karşılık yeni tepkiler vermeyi öğrenir ama feryat etme dürtüsü hâlâ orada, arka plandadır. Beyninizin temelindeki deneyim kendi ihtiyaçlarınızı karşılama konusundaki güçsüzlüğünüzdür. Kötü hislerin varlığı çok geçerli bir sebebe dayanır: Bizi olası tehlikelere karşı tetikte tutarlar ki kendimizi korumak için zamanında harekete geçelim. Kortizol eğer onu durdurmazsanız ölecekmişsiniz gibi bir his uyandırır. Sizi, ondan bir an önce kurtulmak için ne gerekiyorsa yapmaya motive eder. Kortizol salgılanınca nöronlar bağlantı kurarak bir dahaki sefere benzer bir şey gördüğünüzde, onu daha hızlı tespit etmenize olanak verir. Tehlike öngörmekte bu kadar iyi olmamıza şaşmamalı! Yeni doğduğunuzda tehlikeye dair farkındalığınız sınırlıdır ama ayağa kalkar kalkmaz, düşmenin acısını tecrübe edersiniz. Bu acıdan kaçınmak ister, böylece bir sonraki adımınızı daha dikkatli atarsınız. Gelgelelim daha fazla adım attıkça bakım vereninizden uzaklaşma riski alırsınız. Harekete geçmeyi öğrendikçe keşfettiğiniz tehlikelerin sayısı artar. Beyniniz daha önce yaşadığınız bir acıya benzeyen bir şey gördüğünde, yine acı öngörmek üzere tasarlanmıştır. Benzer bir şablon gördüğünüzde kortizolünüzün açma tuşuna elektrik gider. […]
İLK FEMİNİST TARTIŞMALAR Türkiye’de Kadın Hareketi Tarihinin Dünü Bugünü (6)
“Mahkumiyetine bu sebep oldu: Tanrı tarafından seçilmişlerin erdemli krallığına cehennemi sokan oydu. Hikâyeler anlatan kâhin kadın kasaba meydanında direğe bağlanınca suçunu itiraf etti. Onu şeytani tariflerle pastalar yapmakla suçladılar ve suçunu kabul edene kadar kırbaçladılar. Onu cadı toplantılarında çırılçıplak dans etmekle suçladılar ve suçunu kabul edene kadar kırbaçladılar. Onu İblis’le yatmakla suçladılar ve suçunu kabul edene kadar kırbaçladılar. Ve suç ortaklarının asla kiliseye gitmeyen iki yaşlı kadın olduğunu söylediklerinde, suçlanan kadın bir anda suçlayana dönüştü ve parmağıyla o iki şeytani kadını işaret edince artık kamçılanmadı. Ve daha sonra başka suçlananlar da başkalarını suçladılar. Ve darağacı hiç durmadan çalıştı.” Kadınlar, Eduardo Galeano Osmanlı Dönemi kadın hareketinin bina edildiği kadın dergileri özellikle 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ve Meşruti Monarşinin getirdiği özgürlük ortamıyla serpilip büyümüştür. Bu dergilerdeki yazarların dikkat çeken feminizm tartışmalarının uzunca bir süre devam ettiği görülür. Feminizm sözcüğünün kendisi de tartışılan konulardan biri olmuştur. Kadınlar Dünyası Dergisi’nin yazarlarından Nimet Cemil “feminizm” kelimesinin yabancı kökenli olduğu için kullanılmasına karşı çıkanlara şu cevapla karşılık verir: “Nasıl ki telgraf, otomobil, vapur gibi ecnebi kelimeler lisanımıza girmişse, varsın bir ecnebi kelime daha girsin. Feminizmin varlığı ve gerekliliği kabil-i inkâr değildir.” Latincede kadın anlamına gelen “femine” kelimesinden türemiş feminizm terimi ilk olarak 1872 yılında “Kadın Hakları […]
İki Prenses ve Büyük Kale
Bu hikâye, ben işimi kuralı birkaç yıl olmuşken yaşandı. O zaman bile “iyi bir anne” olup olmadığım konusunda yaşadığım tereddütlerle cebelleşiyordum. Seyahatler, stres, içimdeki tutku… İşimin, evdeki işlerle, imla testleriyle, çocukları etkinliklere götürme rutinleriyle bağlantımı koparmama yol açtığı gerçeğiyle boğuşuyordum… Bir yandan satış, pazarlama ve yönetimle uğraşırken bir yandan da diğer annelerle grup sohbetlerine katılmakta zorlanıyordum. Bir öğleden sonra o sıra üç yaş civarında olan kızımla birlikte evdeydik ve onun odasında yere oturmuş legolarla bir şey inşa ediyorduk. Dikkatim dağınıktı. Bir legoyu diğerinin üzerine koyup duruyordum ama bilinçli olarak bir şey oluşturduğum yoktu, sonra kızım konuşmaya başladı. “Anne” dedi bana tanıdık gelen bir ses tonuyla -bu dikkatini vermesi gerektiği halde vermeyen birini uyarırken kullanılan tonlamaydı. “Kale yapıyoruz.” Rasgele üst üste konulmuş lego yığınına yöneldi. Derhal kendime geldim. “Ah evet!” dedim sanki bunun gerçekten de bir kale -bazı mimari sorunları olan bir kale; ama yine de bir kale- olduğunu görebiliyormuşum gibi. Birkaç lego parçası aldım ve kuleler üzerinde çalışmaya başladım. “Ve bu bizim kalemiz anne” diye devam etti bir parçayı diğerinin üzerine koyarken. “Biz bu kalede yaşıyoruz çünkü biz prensesiz.” Onun “prenses” derkenki tatlı sesini bu kitaba yansıtmamın bir yolu olsun isterdim, ama yok. Kızın tarafından bir prenses olarak görülmenin ne […]
Gülümseyin
Danışanınız diyelim ki seansa bilgisayar üzerinden katılıyor. Onu çevrimiçi platforma kabul ediyor ve ekranda yüzünü görüyorsunuz. İlk ne yaparsınız? Gülümsersiniz. Öylesine değil, kozmetik amaçlı da değil. Ortamı ısıtmak için. Gülümseyişinizin ışıl ışıl olması gerekmez, ama sıcak olmalıdır. Ortamı ısıtmalı, danışanınızın rahatlayarak ortama alışmasını sağlamalıdır. Video görüşmesiyle ilgili teknik detayları ya da ses seviyesini sorun ederken seansa kaygılı ve huzursuz gelirseniz danışanınız da halihazırda taşıdığı kaygısını üzerinden atamaz. O durumda ikiniz için de gergin bir altyapı oluşmuş olur. Öte yandan gördüğü ilk şey sizin gülümsemeniz olursa… ah, bunun ne kadar da sakinleştirici bir etkisi vardır! Gülümseyemediğinizde bu neden kaynaklanıyor olabilir? Belki aklınız bir şeyle meşguldür. Çözüm? Görüşmeden önce zihninizi boşaltın. Nefes verin. Her şeyi salın gitsin. Şimdi gülümseyin. Belki zor bir seans olmasını bekliyorsunuz. Çözüm? Seansın iyi geçmesini öngörün. Kolaylık, akışkanlık hayal edin. Bir başka insanla uğraşmanın verdiği doğal gerginliği üzerinizden atın. Nefes alın. Belki bu danışanınızın kim olduğunu ya da ikinizin bu seansta ne yapacağınızı pek hatırlayamıyorsunuz. Çözüm? Danışanlarınızın kim olduğunu anlamanızı ve onları hatırlamanızı sağlayacak basit notlar alın. Şu kadar kısa bir not bile yeterli olur: “Kuzey Carolina, Mars’ta geçen bir bilimkurgu senaryosu üzerine çalışıyor, annesi yakın zamanda öldü, özgüven, organizasyon, motivasyonla ilgili sorunları var.” Belki ne yapacağınızı ya […]
Öfke Bağımlısı
Başkalarına hükmetmeden yapamayız… Kısaca, buradaki esas nokta diğer kişi karşılık veremeden öfkelenmektir. – Albert Camus Sözlü taciz davranışlarının altında yatan, onları motive eden ve sürdüren öfkedir. Taciz edici öfkeyi anlamak için, tacizci ne kadar talepkâr, itham edici olursa olsun, eşin kendisine bağırılmasından, terslenmesinden, kızılmasından veya hiddetlenilmesinden hiçbir şekilde sorumlu olmadığını anlaması çok önemlidir. Bu da bu tacizden hiçbir şekilde sorumlu olmadığı için, hiçbir şekilde kendini açıklayarak kendini savunması gerekmediği anlamına gelir. Ancak 11. Bölümde anlatıldığı gibi kendini koruyabilir. Sözlü tacizcilerin eşleri, gerçekten ne söylediklerini, kastettiklerini veya yaptıklarını açıklamanın, hiçbir zaman eşlerinin “sana bağırdığım veya seni terslediğim için özür dilerim, beni affedecek misin?” gibi bir özür dilemesini sağlamadığını bilir. Sözlü tacizcilerin eşleri bunu deneyimlerinden bilir. Fakat bu sefer anlayacağı umudundan vazgeçmek zorunda kalmamayı umarlar. Bu umut belki de bütün umutlar içinde vazgeçilmesi en zor olanıdır. Bölümde eş kendini savunduğu veya açıkladığında ne olduğunun bir örneğini verdim. Kadın geri adım atarak tacizcinin gerçekliğine girer. O zaman tacizci onun, savaşmanın norm olduğu kendi gerçekliğinde olduğunu düşünür ve gerçekten onunla savaşmaya başlar. Özür dilemek aklındaki son şeydir. Aynı zamanda kadının tacizcinin öfkesini ondan çıkarmasını önlemek için “yapabileceği hiçbir şey” olmadığını tam olarak anlaması da önemlidir. Daha nazik konuşmak, daha dikkatli dinlemek, daha destekleyici, daha […]
Osmanlı İmparatorluğunda Kadın Dernekleri
Türkiye’de Kadın Hareketi Tarihinin Dünü Bugünü (5) Osmanlı İmparatorluğu döneminde kurulan kadın dernekleri de Türkiye’deki kadın hareketinin gelişip büyümesine öncülük eden kuruluşlar olmuştur. Bu dernekler, yardım ve destek, mesleki eğitim, kültürel gelişim, kadın haklarını savunma gibi çeşitli alanlarda faaliyet göstermişlerdir. Kurulduğu bilinen ilk kadın derneği Selanik’te 1898 yılında Emine Semiye’nin kurucusu olduğu “Şefkat-i Nisvan”dır. (Kadın Şefkati) Bu derneğin benzeri olarak daha sonra, İstanbul, Konya, Samsun ve Edirne gibi İmparatorluğun çeşitli şehirlerinde de dernekler açılarak kısaca Şefkat şeklinde adlandırılmıştır. Sonraları, semt pazarları gibi, şefkat pazarları da kurulmuş; bu pazarlarda kadınlar, el üretimi olan eşyalarını satarak kendi geçimlerini sağlamaya başlamışlardır. Ayrıca, şefkat pazarlarında varlıklı kadınların el işi ürünlerinin de yine kadınlara yardım amacıyla satıldığı görülür. Bunun yanında, haftanın veya ayın belirli günlerinde kermesler düzenleyerek bağış toplayan yardım dernekleri,zor durumda kalan kadınlar için sığınma evi işlevi de kazanmıştır. Yardım dernekleri gibi mesleki eğitim derneklerinin de ilkinin yine Selanik’te açıldığı görülür. Son derece aktif bir dergi olan Selanik’te çıkan “Kadın” dergisinde bu derneklere çokça yer verilir. Bu derneklerde kadınlara biçki, dikiş gibi el sanatı eğitimlerinin yanında yabancı dil dersleri de verilmiştir. Örneğin, İstanbul’da bulunan “Bilgi Yurdu Işığı” dergisinin sahibi olan Ahmet Edib’in kadınlar için 1917’de “Bilgi Yurdu Müessesi” adıyla özel bir dershane açtığını, burada […]
Bilinçli Farkındalık İle Öz Düzenleme Ve Öz Yatıştırma
Stresli bir ilişki ya da durum bizi dengemizden edebilir, biz de o zaman bir an önce o ilişki ya da durumdan kaçmak isteriz. Çatışmadan kaçınmaya alışkın biriysek kaçmaktan başka çözüm göremeyiz. Kalıp işleri yoluna koymaya çalışmak, kaosla baş etme biçimimizde çok büyük bir değişiklik yapmamızı gerektirebilir. Öz düzenleme (self-regulating) stres kasırgalarıyla sakince baş etme kapasitesidir. Kaygımızı yönetmeyi öğreniriz. Bir sorunu çözmek ya da onu geride bırakmak için gerekenleri yapmakta sebat ederiz. Öz düzenleme sadece o anki stresle başa çıkmamızı sağlamakla kalmaz. Ne zaman bir kaosun ardından tekrar kendimize gelsek beden-zihnimizde biz farkında olmadan ve otomatik olarak gerekli onarımlar ve entegrasyonlar meydana gelmeye başlar. O noktadan bakınca hem burada olanı hem de öteleri algılayabiliriz. Hatta içimizde bizi bir sonraki fırtınada terk etmeyecek olan bir cesaretin açığa çıktığını hissedebiliriz. Öz düzenlemenin -ve öz yatıştırmanın (self-soothing)- en iyi uygulandığı an stres ve tepki arasındaki bilinçli farkındalık anıdır. Bilinçli farkındalık, yargılarımıza, korkularımıza ya da başka türden dikkat dağıtan unsurlara kapılmadan şimdi, burada olana dikkat vermektir. Yargılarımız ya da korkularımızın üzerinde durmaz, sadece biz sakince nefes alışımıza geri dönerken geçip gidişlerini izleriz. Düşüncelerimizi ne ciddiye alır ne de reddeder; soluğumuzla birlikte akmalarına izin veririz. Gidişe imkân tanırız! Hayatta karşımıza çıkan mutsuzluk verici ya da çözümsüz […]
Mutluluk ve Başarı Peşinde Koşmayı Bırakın
Bir hisse duyduğum açlıktan, Kabristanlarda insanların üstüne basıp geçtim Sırça kalpleri tuz buz ettim İmkânsız hayalleri gerçekleştirdim Hepsi bir his için… Çöpleri karıştıran bağımlı misali, Mutluluk ve başarı kovaladım Uyuşturucu arar gibi. Ta ki dağın zirvesine çıkana dek… Çıktım ama keyif almadım Çünkü nefessiz ve ruhsuz kalmıştım Ve ardımda bıraktığım acının kanıyla kısıtlıydı görüşüm. Biz ebeveynlerin huzur ve keyfini en çok bozan şeylerden biri çocuklarımızın hem mutlu hem de başarılı olması gerektiği fikridir. Hiçbir şey ebeveyn ile çocuk arasında bu iki düşüncenin yarattığından daha fazla stres ve çatışma yaratamaz. Bu sebeple bu düşünce yapısının potansiyel tehlikelerini net bir şekilde görene dek bilinçli ebeveynliği özümseyemezsiniz. Çocukları için en büyük dileklerinin ne olduğunu hangi ebeveyne sorarsanız sorun, ondan otomatikman “Çocuğumun mutlu ve başarılı olmasını istiyorum” yanıtını alırsınız. Cevabımızın daha derin anlamını enine boyuna düşünmeyiz bile. Mutluluk ve başarı ebeveynliğin kutsal gayesiymiş gibi davranırız. Bense bu düşüncelere meydan okumak ve bu iki hedefin peşinden koşmanın esasında ebeveynlikte stres ve çatışmaya yol açan başlıca faktörler olduğunu ortaya koymak için buradayım. Öncelikle, herhangi bir kimse için herhangi bir şeyi istemek oldukça sorunludur. Bir insan için iyi dileklere sahip olmakta bir sorun yoktur; fakat o insanın belirli bir şey -mesela mutlu ya da başarılı- olmasını istemek […]
Türk Kadınlarının Siyasi Hakları ve Nezihe Muhiddin
Türkiye’de Kadın Hareketi Tarihinin Dünü Bugünü (4) Çağdaş Feminizm tarihi, dalgalar olarak da adlandırılan belirli dönemlere ayrılır. Her bir dalga önceki ilerlemelere dayanan yeni hedefler üzerinden gelişir. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarındaki birinci dalga Feminizm hareketleri, kadınların oy hakkı alabilmeleri gibi hukuki eşitsizlikler üzerine yoğunlaşır. Süfrajet hareketi şeklinde de anılan bu ilk örgütlü mücadeleler, meyvelerini ancak yarım asır sonra vermeye başlar. 1898’de kadınların parlamento seçimlerinde oy kullanma hakkı ilk kez Yeni Zelanda’da elde edilir. Ancak kadınlar, bu tarihte seçimlere girme hakkını kazanmış olsalar da 1919 yılına kadar parlamentoya girememişlerdir. Bunun yanında, kadınlar dünyanın çeşitli bölgelerinde özellikle yerel statüde oy kullanma hakkını 1898’den daha önce, kısmen de olsa elde edebilmişlerdir. Tarihsel olarak ilk oy kullanma hakkını kazanan kadınlar 1689 yılında Hollanda’nın Frizya bölgesindedir. Bölgede, toprak sahibi olan kadınlar taşradaki seçimlerde oy kullanabilmişlerdir. Diğer yandan, dünyadaki pek çok ülkede kadınların oy haklarını, 1900-1930 yılları arasında aldığı söylenebilir. Bu yıllardan önce, genellikle kısmen elde edilen hakların çoğu kez geri alındığına tanık olmak mümkündür. Örneğin, İsveç’te vergi mükellefi kadınların yerel şehir seçimlerinde oy kullanmalarına 1718’de izin verilmişken 1758’de bu hak iptal edilir. İsveçli kadınlar, yasal olarak tekrar haklarını geri alabilmek için 1919 yılına kadar çaba göstermek zorunda kalmışlardır. Türk kadınları ise oy […]
Beni Neden Sevmedin Anne?
Sana bir kere bu soruyu sormuştum, sevmeyip de ne yaptım demiştin. Soruya soruyla karşılık verilmesine hep çok kızdım, aklım karışıyor çünkü, hak vermeye başlıyorum sonra. Haklıydın aslında, sevmeyip ne yaptın? İstediğim her şey alındı. Bilgisayar mı? En iyisi. Araba mı? En sağlamı. Pert ettim, yenisi. Okul mu? Hangisini istersem. Tatil mi? Yurtiçi, yurtdışı. Her yaz 3 ay tatil yapardık hatırlıyorum. Şehir dışında yaşamak istiyorum dedim, hop ev alındı. Evleneceğim dedim, gelinliğim alındı, düğünüm yapıldı. Sevmeyip ne yaptın? Sevmesen yapar mıydın bunları? Dizine yatırıp pışpışlayacak mıydın bir de koca kızı. Haklısın, ben hainim. Tıpkı baktığım kedilerim gibi nankörüm. Peki, beni hiç beğendin mi? Zayıfladım, hastalıklı gibi, kilo aldım, duba gibi, elbise giydim leylek bacaklarımla, topuklu ayakkabı giydim sakat gibi. Saçımı uzattım köpürük kafa, düz yaptım pırasa saç, kısa kestirdim bitli gibi, lüle yaptım dilenci gibi. Popom yere yakın diye tehlikeli dedin, basenlerim var diye kazan oldum. Resim yaptım ortalığı pislettim, spor yaptım boş iş, kitap okudum asosyal oldum. Ben ne yapsam sana yaranamadım. Belki beni seversin diye sana en iyi mağazalardan hediyeler aldım, bir kere bile giymedin, etiketini bile sökmedin. Beğenemedin mi anne? Beğenmediysen söyleseydin sana yenilerini alırdım. Komşunun kızı kanser olmuştu hastanede yatmıştı da annesi bakmaya gitmemişti hastaneye, sen olsan […]
Şifaya Giden Yol Acıdan Geçer
Yirmilerimin başlarına dek babamın ben doğduktan kısa süre sonra ailemizi terk etmiş olmasının beni bir şekilde etkilemiş olabileceği pek aklıma gelmemişti. Aile dinamiklerini inceleyen bir hafta sonu atölyesine denk gelene kadar, inkâr edilemez gerçekle -babamın gidişinin hayatımın tanımlayıcı olayı olduğuyla- yüzleşmemiştim. Ebeveynlerimin ayrılığına dair ayrıntılardan haberim yoktu ama benim rahme düşüşümün evliliklerini kurtarmak için attıkları başarısız bir adım olduğunu biliyordum. Hatta bana ne ad verecekleri konusunu bile tartışmışlardı. Nihayetinde annem, manevi işkence gördüğü gerekçesiyle babamdan boşanmıştı. Babam boşanma işlemleri tamamlandıktan birkaç ay sonra bizi ziyaret etmeyi bırakmıştı. Aşağı yukarı altı aylık olduktan sonra onunla hiçbir iletişimim kalmamıştı. Babam bizi sadece fiziksel olarak değil, ekonomik olarak da terk etmiş, tek kuruş nafaka ödememişti. Bunu sonucunda annem bir noktada bana ve ablama bakabilmek için üç işte birden çalışmak zorunda kalmıştı. Küçük yaşta evin erkeği olmuştum. Güçlü durmak zorundaydım. Ablam akıl sağlığıyla olan bitmek bilmez savaşlarından birini daha kaybettiğinde, onun hayatını yoluna koymasına yardım eden kişi genelde ben olurdum. Gittiğim okulda zorbalığa en fazla uğrayan çocuklardan olmama rağmen diğer çocukların önüne atılarak onları korumaya çalışırdım. Başkalarının acı çektiğini -derinlerde bir yerde benim de hissettiğim acıyı yaşadıklarını- görmeye dayanamazdım. Çocukluğumun fiziksel ve duygusal stresini yaşarken beni kökten şekillendiren bir şeyi de özümsemiştim: çektiğim acının […]
Sekiz Yaşındaki Halinizle Aynı Kişi misiniz?
Bunun komik bir soru olduğunu kabul ediyorum. “Elbette zaman geçse de aynı kişiyim!” diye haykırabilirsiniz şayet okuduğunuz kitaplara bağırmaya yatkın biriyseniz. Eminim ki çoğumuzun inandığı şey, yüzeysel özelliklerimiz değişse de “özümüzde” aynı kaldığımızdır. Sonuçta ikinci sınıfta ön dişini kıran, arkadaşlarıyla gürültü patırtı yapan çocuk başka biri değildir; temelde hâlâ ben oyum! 1943’te Nazi toplama kampı Auschwitz’de tanışıp âşık olan Jerzy Bielecki ve Cyla Cybulska’yı ele alalım. Jerzy üniforma deposunda çalışan bir arkadaşıyla birlikte sahte bir SS subay üniforması yaptı. Sonra kendisine herhangi bir tutukluyu yakındaki bir tarlaya götürme yetkisi veren sahte bir belge düzenledi. 1944’ün bir yaz günü uykusuz kalmış bir şoför Jerzy ve Cyla’yı kampın dışına çıkardı. On gece boyu yürüdüler. Ta ki Jerzy’nin amcasının evine ulaşana dek… Başkalarına yardım etmeye dair yoğun bir dürtü hisseden Jerzy Polonya yeraltı ordusuna katıldı. Bir süre sonra bir dizi yanlış anlaşılmanın da etkisiyle Jerzy ve Cyla birbirinin öldüğüne inandılar. Yaklaşık kırk yıl sonra o sırada Brooklyn’de yaşayan Cyla kendisini kurtaran ve sonra ölen adamın hikâyesini üzüntüyle temizlikçisine anlattı. Tesadüf bu ya, temizlikçi Polonya kanalında bir adamın aynı hikâyeyi anlattığını henüz dinlemişti. Cyla’ya bunun aynı adam olup olamayacağını sordu. Belki de ölmemişti? O konuşmadan bir hafta sonra Cyla Krakow’da bir uçaktan indi. Ayrı kaldıkları […]
Türkiye’de Kadın Hareketi Tarihinin Dünü Bugünü (3)
Rumeli ve Anadolu’daki İlk Kadın Dergileri Dünya tarihinde sistematik feminist hareketlerin başlangıcı, kadınların taleplerinin resmî bir bildirisi olan “Seneca Falls Konvansiyonu”nun yayını olarak kabul edilir. Bu bildiri, 19-20 Temmuz 1848 tarihlerinde ABD’nin New York şehrinde ilan edilmiştir. Bu konvansiyonun ilanından yaklaşık 20 yıl sonra, 1869’da Osmanlı İmparatorluğu yönetimindeki İstanbul’da ilk kadın dergisi olan “Terakki-i Muhadderat” (İffetli Kadınların İlerlemesi) ilk sayısını yayınlar. Kadınlara yönelik bu ilk Türkçe yayın, bir gazete ekidir. Basılı yayın olarak gazete, Osmanlı Devleti’ne Avrupa’dan yaklaşık 200 yıl sonra gelmiştir. İlk gazete Takvim-i Vekayi 1831’de basılır; ardından, 1860’da Tercümân-ı Ahvâl, 1862’de Tasvir-i Efkâr ve 1868’de Terakki gazeteleri gelir. Terakki gazetesinin editörü Ali Raşid Bey, yayın hayatının ikinci yılında gazetesine, haftalık gazete eki ilave ederek Osmanlıdaki ilk kadın dergisi, Terakki-i Muhadderat’ın yayınlanmasını sağlar. Derginin adından da tahmin edilebileceği gibi, derginin içeriği kadınlık bilincini geliştirme veya kadın haklarını ifade etme gibi bir kaygı taşımaz. Genel olarak, kadınların sosyal rollerini belirlemek ve onları ataerkil toplumun isteklerine göre eğitmek amaçlı bir yayındır. Derginin ilk sayısının giriş bölümünde şu ifadeler yer alır: “Kadınlara özel olmak üzere, evlilik hukuku ve gerekli görgü kurallarına dair faydalı ve özlü makaleler, eğitici ve hatırlatıcı öğütler içeren (ve) hikâyeler içeren başka bir nüshanın yayınlanmasını üstlenmiştir.” Gazetenin editörü Ali […]
Bir Bahar Sabahı
Her birimiz bu dünyaya kendi yaşam amacımızı gerçekleştirmek için geliyoruz. Ama bir süre sonra aile, okul, çevre, din bize nasıl düşünmemiz, nasıl hissetmemiz, nasıl davranmamız gerektiğini empoze etmeye başlıyor. Böylece yaşam amacımızı da unutmaya başlıyoruz. Henüz yaşam hakkında deneyim kazanmadığımız ve onlara muhtaç olduğumuz için, “büyüklerimizin” bizi yönlendirmesine izin veriyoruz. Onlar her şeyin en doğrusunu biliyorlar ya. Yaşamın sunduğu sayısız seçenekler içinde, gitgide seçeneksizliğe doğru yol alıyoruz. Kendi öz düşüncelerimizi, hissettiklerimizi bastırarak unutmaya çalışt›kça da yaşama karşı kızgınlığımız artıyor. Hele kendi seçimlerimizi kullanma girişimlerimiz sonucu yaptığımız ilk “hata”da koro halinde “Ben sana söylemiştim” çığlıkları yükseldikçe siniyoruz. Kendimize olan güvenimiz azalmaya başlıyor. içimizdeki bizi kendi amacımıza yönlendirmeye çalışan minik sesi dinlemeyi reddettikçe, acılara, suçluluk duygusuna, kızgınlığa öfkeye merhaba diyerek tanışmış oluyoruz -ve de mutsuzluğa! Bir de şu yaşamımızı anne babaya borçlu olma öğretisi var ya; o borç, yaşam boyu faizle katlanarak artıyor, özellikle onların bizim yaşamımızı nasıl sürdürmemiz gerektiği konusundaki talimatlarına yeterince uymazsak. Bu talimatlara bir de toplum, din, örf, adet, gelenek talimatları ekleniyor. Kısaca yaşamımızı kendimiz için değil, başkaları için yaşar hale geliyoruz. İçimizdeki minik ses, “yaşam amacını hatırla!” dedikçe, o sesi iyice kısmaya çalışıyoruz. Çelişkilerimiz artıyor, suçluluk duygumuz artıyor, kızgınlığımız artıyor, korkularımız artıyor, mutsuzluğumuz artıyor, “hatalarımız” artıyor -topluma karşı […]
Ağacın İçindeki Orman
Şiddetli rüzgarla dalları savrulurken “Off amma esti, sanırım bu sefer köklerim yerinden çıkacak ve devrileceğim” diye söylenerek kaşlarını çattı palamut ağacı. Bulunduğu yerden vadinin manzarası nefes kesiyordu. Bir yanda pırıl pırıl akan bir dere, bir tarafta bulutların gölgelediği, yamaçları yemyeşil, eteğinde keçilerin otladığı dağ, diğer tarafta da bir ressamın renk paleti gibi sıralı tarlalar… Bu manzarayı kuşların sesine karışan derenin sesi tamamlıyordu. Ama o bütün bunların farkında bile değildi. Küçük bir fidan olarak dallarını göğe uzattığından beri, seyrek yaprakları, cılız gövdesi ve soluk rengi ile bu tepede, diğer ağaçlardan uzak, yalnız ve mutsuz yaşayıp gidiyordu. Hep şikâyet ederdi: “Neden bu çorak topraklarda büyüdüm ki sanki? Ne kadar güçsüzüm. Neden benim de yapraklarım büyük değil, neden rengim böyle? Ne olurdu sanki şu tepenin aşağısında, nehrin kenarında, şu parlak yeşil renkleriyle salınan, birbirlerine sokulmuş, dalları palamut dolu diğer meşe ağaçlarının yanında olsaydım.” O hep böyle söylendiği ve konmak istediklerinde dallarını hırçın hırçın salladığı için kuşlar da hiç yanına uğramazdı. Sincaplar, “Beni gıdıklıyorsunuz, çekilin üstümden!” diye onlara da kızdığı için uzaktan bakıp yanına gelmeyi istemezlerdi. Bazen keçiler gölgesinde dinlenmek ya da oynamak istediğinde, onlara da toprağını dağıttıkları, gövdesine yaslandıkları için bağırır onlar da yollarını değiştirip başka ağaçlara yönelirlerdi. Günleri böyle keyifsiz ve halinden […]
Yaşasın Ölüm
Ben hiç ölmedim ama çok defa hazırlandım ölüme. Neden ölüme hazırlandığımı merak ettim. Anlamadım ölümü, neden vardı ki ölüm? Sonra sordum ölümün zıddına, yaşama. ‘’Ölümün zıddı yaşam, ben yaşam isterken neden beni ölüme hazırlıyorsun?’’ Cevap verdi yaşam, ‘’Ben ölümün zıddı değilim ki’’ diye. Şaşırdım. O devam etti. ‘’Ölüm ve ben, bir ağacın yaprakları gibiyiz. Ölüm yapraklar gibi dökülür toprağa, karışır ağacın köklerine. Ben yaşam, yeni yapraklar doğururum. Eğer dökülmezse yapraklar hiç olmazdı ağaçlar. ‘’Peki ben neden ölüme hazırlanıyorum?’’ diye yeniledim sorumu. Yaşam yine yanıtladı. ‘’Bazen küçük gelir ölüm, anlamazsın ölüm olduğunu. Yeni yaratımlar, yaşamlar için gelir. Dün yaşamayı sevmediysen dünkülere gelir ölüm, işini sevmediysen yeni bir iş için gelir ölüm. Çünkü ölüm gelmeden, ben gelemem.’’ ‘’Peki ölüm sevdiklerime değdiğinde?’’ diye kalbim sızlayarak sordum yaşama. ‘’Ölüm benim kadim bir dostum, çok sever beni. Beni unuttuysanız diye hatırlatır bazen kendini, kıymetimi bilin diye. Hiç şaşmaz bu küçük göz kırpışı, her defasında hatırlarsınız beni. Size sunduklarımın değerini bilirsiniz.’’ ‘’Seni daha çok seviyorum, keşke ölüm olmasa’’ dedim öfkeyle. Gülümsedi yaşam ve girdi söze. ‘’Ben sonsuz olsam ölümü dilerdiniz, hatta ben zaten hiç var olamazdım.’’ Ve devam etti bilgece: ‘’Ölüm bazen; savaşları öldürür, nefreti, hastalıkları, hiç aklından çıkmayan o tüm acıları.’’ Derin bir nefes aldım […]
Türkiye’de Kadın Hareketi Tarihinin Dünü Bugünü (2)
Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan bir yaşam: İlk Fosforlu Suat Derviş “Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını Bir kere eğemedim bu kadının başını Kaç kere sürükledi gururumu ölüme Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme…” Nazım Hikmet 1905 yılında Doktor İsmail Derviş ile Saraylı Hesna Hanım’ın kızları Suat Derviş Küçük Çamlıca’da dünyaya gelir. Daha ismi konulduğu sırada kendisine ailesi tarafından uygun görülen “Hatice Suat”ı bir kız ismi olarak kabul etmeyen hoca efendi, kendisine “Hatice Saadet” adını münasip görse de Derviş ailesi fiilen Suat isminden hiç vazgeçmez ve yazar bu “erkek” ismiyle oldukça çarpıcı bir hayat sürer. Suat Derviş’i bir yazar olarak ilk keşfeden çocukluk arkadaşı Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet’in tesadüfen ortada bırakılmış “Hezeyan” şiirini Alemdâr Gazetesi’ne göndermesiyle henüz 16 yaşındaki Suat Derviş, Bâb-ı Âli’nin dikkat çeken genç kalemleri arasında yerini alır. Yukarıda ilk dizelerine yer verdiğimiz, Nazım Hikmet’in “Gölgesi” şiirini ithaf ettiği, şairin deyimiyle başı eğilmez bu genç kadın, bir hayli dolu ve coşkulu yaşamına onlarca roman ve fikir yazısı sığdırmıştır. İmparatorluğun son, Cumhuriyet’in ise ilk kadın aydınlarından Suat Derviş, sonraki nesillere örnek olacak bir gayret ve kararlılıkla en zor zamanlarda bile yazmaya devam etmiş fikirlerini sakınmadan toplumla paylaşmıştır. Suat Derviş adı anılınca akla belki de ilk gelen eseri “Fosforlu Cevriye” Türk edebiyatının […]
İlk İnsanlarda Sosyal Rekabet
İlk insanların barışçıl ve eşitlikçi olduğunu sık duyarız. Bize onların yiyeceklerini paylaştığı, ateşin çevresinde toplanıp bağ kurduğu söylenir, bu yüzden onları sosyal rekabet içinde görmekte zorlanırız. Bu bölüm ilk insanların hayvanlarınkine ürkütücü bir şekilde benzeyen statü oyunları oynadığını gösteren kanıtları ortaya koymaya çalışacak. Kanıtların geldiği yer, en eski yazılı kayıtlar ve yazının icadından önceki bazı kaynaklardır. İnsanların dünyadaki ilk yıllarından beri birbirine üstün gelmeye çalıştığı nettir. Çok eski medeniyetler kendi düşüncelerini yazıya dökerek onlara bizim de bakış atabilmemize olanak tanımışlardır. Bu yazıların büyük kısmı da rekabetle ilgilidir. Büyük liderler daima takipçilerini bir araya getirerek düşmanlarını yenmiş ve yeni liderler daima eskilere meydan okuyarak başa geçmiştir. Eski kaynaklara göre insanlar kendi statülerini ya da parçası oldukları grubu yükseltme fırsatı doğunca işbirliği yaparlar. Eski Mısır, Çin, Orta Amerika, Ortadoğu, Güney Amerika, Hint, Yunan ve Roma yazılarında benzer örüntüler görülmüştür. Şiddet genellikle antik statü oyunlarının parçası olmuştur. İnsanlar daima bir yerden bir saldırı beklemiş ve buna hazırlanmıştır. Ezilme ihtimali karşısında sürekli tetikte olmak çok eski zamanlardan beri pekiştirilen bir düşünce döngüsü olmuştur. Kadim medeniyetlerle şempanze grupları arasındaki benzerlikler şoke edicidir. Liderler güç gösterisi yapar, bölgelerini korur ve dişi biriktirirler. Lider çoğu zaman çok sayıdaki kendi çocuklarından oluşan ayrıcalıklı bir grupla kaynakları paylaşır. Bu […]
Bireysel Sınırları Korumak
Bireysel sınırları korumak ne demek? Her birimizin özgürlüğünün ve limitlerinin, gücünün ve zayıflıklarının sınırlarının kendimiz tarafından bilinmesi ve bu sınırlara saygı gösterilmesi demek. Benim özgürlüğüm, senin özgürlüğünün başladığı yerde biter. Gücümün ve zayıflıklarımın, yeteneklerimin ve zaaflarımın sınırlarını bilmezsem, kendimi olduğumdan az ya da çok sanabilirim. Zaaflarımın bilincinde olmazsam, kendimi olduğumdan fazla sanıp kibir geliştirebilirim; gücümün farkında olmazsam, kendimi güçsüz sanıp başkalarının üzerimde egemenlik kurmasına izin verebilirim. Birçok kapısı olan bir odada yaşadığınızı düşünün. Bu kapıların tokmaklarının hepsi dışarıdan açılıyor ama kapıların odaya bakan tarafında kapı tokmağı yok. Dolayısıyla biz odamızın kapılarını içeriden kendi seçimimizle kapayıp açamıyoruz. Ama bu kapılardan anneler, babalar, eşler, çocuklar, arkadaşlar istedikleri saatte istedikleri gibi kapıyı açıp odamıza girebiliyor. Bizim onlara durun girmeyin, müsait değilim deme şansımız yok. Savunmasız ve güvensiziz. Gücümüz başkalarının elinde. Bu güvensizlik ve öfkeyle ya içeri istediği gibi giren çıkan insanlara boyun eğiyor, onların taleplerini yerine getirmeye çalışıyoruz ya da onlara hiddetle saldırıp boğuşarak içeri girmelerini engellemeye çalışıyoruz. Kendi savunmasızlığımıza olan öfkemizi onlara yönlendiriyor, saldırganlıkla onlara gücümüzü göstermeye çalışıyoruz. Her iki halde de korku, kızgınlık, utanç ve suçluluk duygularını en sağlıksız şekilde ifade ediyoruz. Bireysel sınırlarımı korumadığımda otuz, kırk, elli yaşında bile olsam, hala annem, babam, eşim, sevgilim bana çocuk gibi davranmaya, üzerimde […]
Olduğunuz gibi yaşayın.
Bir tiyatro oyununda erkek oyuncu “Neden kendin gibi davranmıyorsun?” diye sorduğunda kadın oyuncu şaşırarak şöyle yanıt verir: “Peki, benim gibi olmak ne demek?” Kendim gibi yaşamanın ne olduğunu biliyorum, ancak gerçekte “kim” olduğuma dair hiçbir fikrim yok. Neden “kim olduğumuz” konusunda karar veremiyoruz? Psikolog James Marcia, insanların kimliklerini, egonun gerçekleştirilme derecesine bağlı olarak dört farklı kategoriye ayırır: Başarılı kimlik, moratoryum kimlik, kimlik karmaşası (dağınık kimlik) ve ipotekli kimlik. Yapılan bir araştırmaya göre, Korelilerin çoğu (% 74) ipotekli kimlik kategorisindedir ya da düşük kimlik duygusuna sahiptir. İpotekli kimlik statüsündeki kişiler yetiştikleri toplumun kurallarına uygun yaşamaya kendilerini adamışlardır. Bir teoriye göre, düşük kimlik duygusunun altında yatan neden kriz yokluğudur. “Kriz yokluğu” konusuna muhtemelen itirazlar olabilir, ancak burada anlatılan kriz, telefondan dolandırılma veya flörtünüzün yanında kredi kartı ödemenizin reddedilmesi değildir. Burada kullanılan anlamıyla kriz, kendinizi hiç sorgulamamak ve hayattaki hedef, değer ve inançlarınız için mücadele vermemektir. Neden mücadele vermeyi başaramadık? Nedeni, bizi keşfetmeye ve kendimizi sorgulamaya teşvik etmeyen bir kültürde yatıyor. Konfüçyüsçülük geleneğinde veya geleneksel ahlak yapımızın özünde, her bir birey diğer insanlarla olan ilişkilerine ve çevresine bağımlı olarak görülür. Kişinin kimliği, toplumdaki rolüne göre belirlenirken, kendini keşfetmek ve sorgulamak yerine öğrenmek ve görevini yerine getirmek daha önemlidir. Bir kişinin yaşamı, toplumun beklentilerini […]
Çocuğunuzla Tepkileri Hakkında Nasıl Konuşmalısınız?
Çocuğunuza herhangi bir zorluk ya da sorunda yardımcı olmanız için, öncelikle onun zorluk yaşadığını anlamanız ve bu zorlukların travmatik deneyimleriyle ilgili olup olmadığını çözmeniz gerekir. Bunu hem davranışlarını, özellikle fark edebileceğiniz değişiklikleri gözlemleyerek hem de onunla konuşarak yapabilirsiniz. Ancak, sıradan (ve muhtemelen sakıngan) bir “Evet, teşekkürler” ile sonuçlanabilecek sıradan bir “İyi misin?” sorusunun ötesine geçmek önemlidir. Daha açık uçlu “Hayat nasıl gidiyor?” sorusu bile sıradan (ve yine sakıngan) “İyiyim, teşekkürler” cevabıyla sonuçlanabilir. Bu kitabın farklı bölümlerinde, “sakınmanın” çok faydasız olabileceğini fark edeceksiniz. Aşağıda çocuklara deneyimlerini nasıl sormanız gerektiğine dair bazı püf noktaları var: Biraz sohbet etmek” için özellikle oturmak yerine, fırsatların kendiliğinden ortaya çıktığı doğal bir anı seçmek faydalı olacaktır. Bu, çocuğunuzun daha rahat hissetmesini sağlayabilir. Bu fırsatlar için tetikte olun, sizin bir fırsat yaratmanız bile gerekebilir. Çocuğunuzu sıkboğaz etmemeye dikkat edin. Dolayısıyla, çocuğu oturtup “Çayını içmeden önce sana ………. olayından beri nasıl hissettiğini sormak istedim” demek yerine, gündelik sorular sormak daha tercih edilebilir; örneğin, bir süreliğine arabadayken ve belki de radyodaki bir şeyden yola çıkarak, aşağıdaki örnekteki gibi. Açık sorular kullanın. Aşağıdaki örnekte göreceğiniz gibi, bakıcının sorduğu soruların çoğu açık uçludur, bu da çocuğun “evet” ya da “hayır” demekten ziyade genelde daha fazlasını açıklamak zorunda olduğu anlamına gelmektedir. Yönetimi […]
SUKHA Özünüzü Açığa Çıkarın
Dedemin kırışmış Bhagavad Gita nüshası daima yatağının yanında dururdu. Bir akşam odasına girip bana kitaptaki hikâyelerden birini okumasını istemiştim. Yatma zamanım geçmişti tabii, fakat bu Bauji’min geri çeviremeyeceği bir ricaydı. Okuma gözlüklerini burun kemerine yerleştirdi, kadim metnin cildini açtı ve bana Arjuna adlı genç ve yakışıklı kahramanın hikâyesini anlatmaya başladı. Arjuna arabasının arka koltuğunda oturmuş, savaşa gitmektedir. İyi ile kötü çarpışacaktır ve Arjuna’nın yol göstericiliğiyle birlikte iyiye ait kuvvetlerin büyük bir zafer kazanması beklenmektedir. Yalnız küçük bir sorun vardır: Arjuna panik atak geçirmektedir. Karşısındaki iki zıt kuvvete bakıp şüpheye boğulur. Amacını, kimliğini ve misyonunu sorgulamaya başlar. Bu çaresizlik ve umutsuzluk anında Arjuna, arabasının zeminine çöker. Bu, Arjuna’nın parlama -en büyük işini icra etme- anıdır ama o özgüvensizlikle felç olmuştur. Kendini toplamak için son bir gayretle arabacısından yardım ister. O anda alçakgönüllü hizmetkârının aslında Krishna -himaye, şefkat ve sevgi tanrısı- olduğunu öğrenir. Krishna, Arjuna’yı ayağa kaldırır ama savaşçı, arabacısının gözlerine bakamaz. Gözlerini yere dikip kaybolduğunu utanç içinde itiraf eder. Ne yapacağını ya da nasıl davranacağını bilmediğini… Krishna ise dharmaya giden yolumuzun geri kalanına ışık tutacak tek cümlelik bir cevap verir. Bir şeylerin eksik olduğunu hissettiğimiz ama nedenini anlayamadığımız zamanların özüne inen güçlü sözcüklerdir bunlar. Krishna şöyle der: “Nasıl davranacağını bilmiyorsun çünkü […]
Anahtarlarımı Nereye Koydum?
“Belli bir seviyede gerçekle hayali ayırt etmek artık imkânsız hale gelir.” (Harry Lorayne’nin Sokrates’e ait olduğunu söylediği bir söz) Ders başlarken öğretmen küçük bir kâğıt parçasından değerlendirme sonuçlarımı okuyordu. Öğrenme güçlüğüm olup olmadığının tespiti için bir profesyonel tarafından test edildiğim kafa karıştırıcı bir günün sonuydu. Sonucu okumama henüz izin vermemişlerdi ama insanların söylediklerine dayanarak DEHB’li ve disleksik olduğumu, ayrıca duymayla ilgili sorunum olduğunu biliyordum. Bu kâğıdı okuduktan sonra her bir öğretmenim bana farklı davranmaya başladı ve bu fark her zaman iyi yönde olmadı. Beni zorlayan şeyleri aşmama yardım etmek yerine bana verdikleri zamanı azaltmaya başladılar. Ümitsiz vaka gibi hissediyordum. Motive olmaya ihtiyacım vardı. Ne var ki motivasyon her zaman ilham ya da destek veren akıl hocalarından gelmez. Keşke hikâyem böyle olsaydı, ama benim motivasyonum aşağılık bir heriften geldi. En nefret ettiğim lise sınıfım kolay bir sınıftı. Fazla kolay. Bay Ross sınıfa şöyle seslendi: “Pekâlâ millet, dinleyin. Notlarınızı yükseltmeniz için size yardım etmek istiyorum; ama elimde bir şey olması lazım ki size verdiğim not geçerli olsun. Bu yüzden şu haritaları boyayın.” Coğrafya dersimiz boyama ve el işi dersine dönüştüğünde derslere başlayalı bir ay olmuştu. Normalde sessiz bir kız olan Becky “Öğrenme böyle olmaz. Bunu yaptığımıza inanamıyorum” dedi. Arkasında oturan oğlan […]
Paranın Sizin İçin Anlamı Ne? Para Gizemini Çözmek
Paranın ne olduğunu açıklamaya başlamadan önce, şunu sormak daha iyi olacak: Paranın sizin için anlamı ne? Kimin sorduğuna bağlı olarak yanıtınızın az çok değişeceğinden eminim. Mesela, eğer dokuz yaşındaki bir kız çocuğu size, “Para nedir?” diye sorsaydı, ona şöyle bir yanıt verebilirdiniz: “İki tür para vardır: kâğıt ve madeni. Parayla bir şeyler satın alabilirsin.” Ama ya parayı bir yetişkine açıklıyorsanız? “Para mal ve hizmet karşılığında bir değişim aracıdır” mı dersiniz? Her iki yanıt da doğru olsa da paranın bir “değişim aracı” veya sadece “bir şeyler satın almak için” kullandığımız bir şey olmaktan fazlası olduğunu biliyoruz. Her gün para kazanıyor ve harcıyoruz, yine de bu basit soruyu yanıtlayamıyoruz. Yıllarca insanlara şu soruyu sordum: “Paranın sizin için anlamı nedir?” Aldığım yanıtlar her zaman beni şaşırttı. Bu soruyu dünya çapında binlerce insana sorduğumda hiçbir zaman aynı yanıtı almadım. Herkes için farklı bir anlam ifade ediyor. Birinin bana paranın Tanrı olduğunu, bir başkasının da Şeytan olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Bazılarının parayı bir sevgi ifadesi olarak, bazılarının da köle gibi çalıştıran bir efendi olarak tanımladığını duydum. Bu soruya verilen yanıtların birbirinden bu denli farklı olması paranın anlamının kişiye bağlı olduğunu gösteriyor. Yüzeyde fiziksel para sadece bir kâğıt veya metal parçasıdır. Ancak etrafınızdaki herkesin elindeki kâğıdın veya […]
İyi Bir İlişki Sizinle Başlar
“Hayatta hissettiğiniz aşk, içinizde hissettiğiniz aşkın yansımasıdır.” -Deepak Chopra Başarılı bir ilişki, temelde iki şeye dayanır: doğru zamanda doğru insan. Söz konusu ilişkiler olduğunda, hatırlanması önemli olan ilk şey, genelde tencerenin yuvarlanıp kapağını bulmasıdır. Yani, kimseniz ya da kim olduğunuzu düşünüyorsanız kendinize çekeceğiniz şey de odur. Kendinize değer vermiyorsanız, size iyi davranmayan birinden hoşlanırsınız ve bu sizin için sorun olmayacaktır çünkü erkek, kendiniz hakkında hissettiklerinizi onaylıyor olacaktır yalnızca. Ve bu hayatınızın her alanı için geçerlidir: eğer bir şeyi hak ettiğinizi düşünmüyorsanız, ona asla sahip olamazsınız. Ve sahip olursanız, kaybetmekten her zaman korkarsınız. Eğer duygusal olarak erişilemezseniz, daha önceki bölümlerde tartıştığımız gibi, duygusal olarak erişilemez bir erkeği çekersiniz kendinize. Dolayısıyla, cezbetmek istediğiniz türden bir insan haline gelmeniz sizin için önemlidir. Her şey, sizinle ve kendinizin en iyi versiyonu olmanızla başlar. Kendinizi Sevmek & Daha Özgüvenli Olmak Özsaygı, sağlıklı etkileşimlere yol açmakla kalmayıp, aynı zamanda sizi olduğunuz gibi sevebilecek birini cezbeder. Eğer kendi içinizde kendinizden emin değilseniz, dışarıdan onay ararsınız. Düşük özsaygı, istediğiniz türden bir aşka sahip olmanızı engelleyebilir ve eğer bir ilişkideyseniz, sahip olduğunuz aşkı mahvedebilir. Romantik bir partner size kendinizi iyi hissettirebilir ama özsaygınızın tek kaynağı olamaz asla. Eğer kendinizle ilgili iyi hissetmiyorsanız, onun iltifatları ya da okşayışları ya da […]
Türkiye’de Kadın Hareketi Tarihinin Dünü Bugünü
Son yıllarda mart ayı, kadın ve toplumsal cinsiyet konularına farkındalık geliştirmek için zayıf da olsa birkaç adımın atıldığı bir dönem olmaya başladı. Ülkemizde kadına dair pek çok konunun tabu olması dolayısıyla bu konuyu gündeme taşımak bile başlı başına bir çabaya muhtaç. Sevgili Saim Koç ve Nil Gün’e bu konuda yazmam için Kuraldışı Dergisi’nin sayfalarını bana açtıkları için teşekkür ederim. Birkaç bölümden oluşmasını planladığım bu yazı dizisinin ilkini siz değerli okuyucularla 2024 yılı Mart ayı içinde paylaşıyor olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Bu dizide hem kavramlar hem de Türkiye’deki kadın hareketi tarihi üzerine çeşitli değerlendirmeleri okuma imkânı bulacaksınız, şimdiden keyifli okumalar dilerim. Kadın Temsili ve Toplumsal Cinsiyet Kavramları “Kadın temsili” ve “toplumsal cinsiyet” kavramları her ne kadar eksik olsalar da nihayet bu genel ve oldukça kapsamlı konuya giriş yapabilmek için uygundur. Kadın temsili genel olarak çeşitli yazılı veya sözlü metinlerde kadınların nasıl tasvir edildiğini, bulunduğu kültürde kadınların yerini ve rolünü ifade etmek için kullanılırken toplumsal cinsiyet kavramı, biyolojik cinsiyetten ayrı olarak, erkeklik ve kadınlık durumlarının toplumda nasıl algılandığını ve yorumlandığını ifade eder. Kişinin biyolojik cinsiyetiyle doğduğu bir gerçek olsa da bir kimse “erkek” veya “kadın” olmanın ne anlama geldiğini toplumdan ve onun sunduğu modellerden öğrenir. Bu erkek veya kadın olma kimliği, sabit bir […]
Hassas Bir Çocuğa Karşılık Vermek
Ergen çocuğunuz okuldan eve gözü yaşlı geliyor ve drama öğretmeninin ona ezber konusunda daha çok çalışması gerektiğini söylediğini anlatıyor. Küçük çocuğunuz duvara çizim yaptığı için ona çıkışmanız sonucu gözyaşlarına boğuluyor. Çocuğunuz ister aşırı duyarlı olsun, ister duyarlığı zaman zaman artan biri, aşağıdaki yöntemler işinize yarayacaktır. Önce, bağ kurun: Hassas bir çocuğun en duyarlı olduğu an, bir meselenin hemen sonrasıdır. Hiçbir şey söylemeden, önce ondan yanınıza ya da kucağınıza oturmasını isteyin. Eğer buna açıksa, elini tutun ya da elinizi sırtına koyun. Fiziksel dokunuş çocuğunuza ne olursa olsun onu önemsediğinizi ve onun tarafında olduğunuzu anlatır. Geçerli kılın: Çocuğunuzun hissettiği duyguları geçerli kılın. Ergen çocuğunuza şunu söyleyin: “Neden bu kadar üzüldüğünü çok iyi anlıyorum. Çok çalıştığın halde öğretmenin bunu görmediği için hüsrana mı uğradın?” Aşırı tepki verdiğini düşünseniz bile, onu araya girmeden ve yargılamadan dinleyin. Küçük çocuğunuza “Duvarları çizmemeni söyleyince çok üzüldüğünü biliyorum” deyin. Durumu değerlendirin: Duyguları dikkate aldıktan sonra durumu gözden geçirin. Unutmayın ki çocuklar hassas bir konumda olduklarında kendilerine çok yüklenirler, o yüzden durumu onlar için daha da zorlaştırmamaya özen gösterin. Ergen çocuğunuza sorun: “Öğretmeninin ezber konusunda söyledikleriyle ilgili ne düşünüyorsun?” Sonra şöyle devam edin: “Sence öğretmeninin eleştirisinde hiç haklılık payı var mı?” Küçük çocuğunuza şunu sorun: “Duvarlara çizim yapmak hakkında […]
Hayatın Nagomisi
Hayat bir yolculuktur, bebeklikten yaşlılığa uzanan tek yönlü bir dönüşümdür. Pek çoğumuz bu dönüşümün kaçınılmazlığını kabullenmekte zorlanır ve yaşlanma sanki utanç verici bir yenilgiymiş gibi onu engellemeye çalışırız. Ne var ki bu, hayatın özüne dair bir yanlış anlamadır. Hayatımızda nagomiyi uygulamanın ise kendi varoluşumuza olan yaklaşımımızı değiştireceğini söylemek abartı olmayacaktır. Kamo no Chomei’nin (1155-1216) Japon edebiyatına dahil kabul edilen klasik bir deneme olan Hojoki (An Account of a Ten-Foot-Square Hut- İki Metrekarelik Kulübenin Hesabı) adlı eserinde hayatın geçiciliğiyle ilgili muhteşem bir pasaj vardır. Pasaj şu meşhur açılış cümlesiyle başlar: “Nehir her zaman akmaya devam eder; ama su hiçbir zaman aynı su değildir. Havuzun yüzeyinde baloncuklar oluşup kaybolur bitmeyen bir değişim içinde.” Chomei zamanın geçişiyle ve sonsuzluk-geçicilik çelişkisiyle ilgilenir. İnsanların ve hanedanların gelişip büyüdükten sonra hiçbir iz bırakmadan yok olmasına hayıflanır. Mekânların ve insanların değişimini, sabahları bir asagao çiçeğinin (kahkaha çiçeği) üzerinde oluşan çiğe benzetir. Çiğ geceye kadar kalamaz, diye yazar Chomei. Kalırsa çiçek donar. Hiçbir şey kalıcı değildir ve bu hayatın kaçınılmaz gerçeğidir, diye konuyu kapatır biraz da kasvetle. Chomei bu kaygı dolu denemeyi, bir hojo’da (iki metrekarelik bir kulübe) inzivaya çekildiği zaman yazmıştır. Kyoto’da, güzel bir ormanın kenarındaki Kawai Tapınağı’nda bulunan bu hojo günümüzde restorasyon halindedir. Hayatın nagomisi […]
Fiziksel sağlığa kavuşmak: Eski enerjinin yerine gelmesi, ağrıların, sızıların ve daha başka şikâyetlerin azaltılması
Psikolojik istismar ortamında yaşayan insanda biyolojik değişiklikler olur. Bu değişiklikler mağdurun fiziksel sağlığını ciddi oranda etkiler. Bedenin stresi kaldırma kapasitesi sınırlıdır. Bu sınır aşılınca beden tepki olarak işlevlerini durdurmaya başlar. Bu, “İstismara Maruz Kalındığı” zaman (iyileşme sürecinden önce) toksik kişinin mağduru kelimenin tam anlamıyla yıktığı zaman gerçekleşir. İstismara maruz kalmak diyorum çünkü istismarcıyla muhatap olan insanı koruyacak hiçbir araç yoktu. İstismara maruz kalan insan son derece savunmasızdı ve zarar verilmeye açık bir hedefti. İstismara maruz kalmak istismarcının yaydığı bütün zehrin hedefe ulaşmasına imkân verir. İlişki insanın fiziksel sağlığına zarar vermeye başladığı zaman tehlike çanları, hem de çok ciddi tehlike çanları çalıyor demektir. Pek çok insan istismarın yol açtığı otoimmün hastalıkları, yeme bozuklukları, kronik enflamasyon ve daha bir sürü fiziksel sorunla boğuşmak zorunda kalıyor. Yenilenme aşamasının istismarla mücadele edenlerde etki yaratması için bu arkadaşların kendilerine yapılan hasarı gerçekten açık yüreklilikle kabullenmesi gerekiyor. Sorun olarak görmediğimiz ve sorun olduğunu kabul etmediğimiz bir şeyden kurtulamayız. Evet, istismardan sağlığınız nasıl etkilendi? Ne gibi rahatsızlıklar yaşıyorsunuz? Yenilenme detaylı kan tahlilleri dahil baştan sona bir check-up yaptırmak için çok güzel bir zaman. Bana gelen ve depresyon belirtileri gösteren danışanlarıma son zamanlarda doktora gidip gitmediğini sorarım her zaman. Gitmemişse hemen bir randevu ayarlamasını söylerim. Tiroit sorunu depresyon […]
Dünyayı Gezen Tekne
Satın aldığınız bir tekneyle dünyayı turlayarak, hayatı bildiğiniz şekilde yaşamaya birkaç yıllığına ara verme kararı aldığınızı düşünün. (Biliyorum, biliyorum, tekne sahiplerinin en güzel iki günü tekneyi aldıkları ve sattıkları gündür; ama bu egzersiz için tekneyle dünya turunun hayallerinizi süslediğini düşünelim.) Yol boyunca sert rüzgârlarla karşılaşacağınızı bildiğinizden, kelime oyunlarına da bayıldığınızdan, teknenize The Whirled Traveler2 (Uçan Gezgin) ismini veriyorsunuz. Yepyeni yatınızı (tekne alacaksanız büyük düşünmenizde de beis olmayacaktır) alıp Kuzey Avrupa sahillerinden başlayarak Atlantik’i geçmeyi ve karaya ilk kez Karayip adalarında -Aruba’da, diyelim- ayak basmayı planlıyorsunuz. Birkaç fırtınaya yakalanıyorsunuz. Aruba’ya vardığınızda uzun yolculuğunuzun yelkenlerinizden birini yıpratmış olduğunu fark ediyorsunuz. Sorun değil. Yelkeni yenisiyle değiştirip Panama Kanalı’ndan geçerek Fransız Polinezyası’na doğru yola devam ediyorsunuz. Oraya vardığınızda zemin döşemelerinde yer yer çatlaklar olduğunu görüyorsunuz. Bu kez onların değişmesi gerekiyor. Şansa bakın ki yolculuğunuz boyunca böyle şeyler yaşanmaya devam ediyor. Yaklaşık üç yıl sonra Kuzey Avrupa’ya geri döndüğünüzde yelkenlerden döşemelere, hatta tekne gövdesine kadar yatınızın her parçası değişmiş oluyor. Bu size çılgınca geldiyse lütfen unutmayın ki sizden hayal etmenizi istediğim şey de, yani dünyayı gezmek için işinizi bırakmanız, hayli çılgınca. Önemli soru şudur: Üç yıl seyahat ettikten ve teknenizin her parçasını değiştirdikten sonra tekneniz hâlâ The Whirled Traveler mıdır, yoksa tamamen farklı bir tekne […]
Mermer Eşik
Kapıyı dışarıdan kapattı. Mermer eşikte üşüyen ayaklarıyla düşünmeden bir adım daha atıp ıslak betona bastı. Yağmurun altına girmesiyle sırılsıklam olması arasından saniyeler geçmişti. Buna rağmen beyaz geceliğinin üstüne aldığı yün şalına sımsıkı sarılmaya devam ediyordu. Dağılan parçalarını tekrar yüzüne vuruyordu sanki yağmur soğuk elleriyle. Nafile. Eski kendinden eser yoktu. Şimdi tekrar aynı yerden birleşemeyen parçalarına teker teker bakma ve yaratabilirse kendinden yeni birini yaratma zamanıydı. Kendi ölümüne şahit olmaktaydı. Dört yıl önce ona sorsalar, bavulunda hemen her durumda kullanmak üzere biriktirdiği maskeleriyle iş ve özel hayatında kontrolü tamamen elinde tuttuğunu düşündüğü “harika” bir hayatı vardı Nilhan’ın. Sonra bir gün… “Kusura bakmayın, Ahmet abi güzel kadınlarla konuşmaya bayılır.” “Teşekkür ederim.” “Neden?” “Yorumunuz için.” Bakışları ilk karşılaşmalarına ait değildi ama bu karşılaşmada ilk kez konuşuyorlardı Nilhan ve Emir. Telefonlarını aldılar. Ve o günden sonra her buluşmaları kavuşma, her öpüşmeleri ilk öpüşmeleri oldu. Şarkıları, eşzamanlı mucizeleri oldu. Birlikte gülerken, sarılıp dans ederken, dokunurken genişliyor, kendilerinden çok daha büyük bir şeyin parçası olduklarını birlikte hissediyorlardı. Diğer yandan bazı konularda hayata bakışları oldukça farklıydı. Yaşları, yaşadıkları, inatları farklıydı. Küstüler. Karşılaştılar. Barıştılar. Bir döngüye girdiler. İçinde kalmaya inat ettikleri duygular, yargılar ve inançlar yüzünden o döngüden yıllarca çıkmadılar. İkisi de farklı zamanlarda birbirlerine “Öyle güzel ki […]
Çocuğunuzun Arkadaşlık Kurmasına Destek Olmak
Arkadaşlar önemlidir. Sadece çocuklar için bir keyif kaynağı ve yoldaş olmakla kalmaz, aynı zamanda öz farkındalığın gelişmesine ve başkalarının nasıl düşündüğünü anlamasına da yardımcı olurlar. Çocuklar birbirleriyle nasıl geçineceklerini arkadaşlıklar vasıtasıyla, birlikte hayal dünyaları kurarak, tartışıp barışarak ve farklı ilişkilerin kurallarını ve sınırlarını anlayarak öğrenirler. Ne var ki, çocuklar nasıl arkadaşlık kurulacağını doğuştan bilmezler, bu bilgiyi büyüdükçe kazanırlar. Çocuklar iki yaşında yan yana oynamaya ve üç yaşına geldiklerinde büyük ihtimalle işbirliği yapmaya ve paylaşmaya başlarlar. Genellikle dört yaşlarında oynarken sıraya koymayı öğrenirler ve sembolik oyun oynarken çatışmalar daha az görülür. Arkadaşlığın pek çok tanımı vardır ama bunların hepsi de çocukların arkadaşları olmasını tercih ettiğini, arkadaşlıkların çift taraflı olduğunu, keyifli ve destekleyici olması gerektiğine dair benzer özellikleri paylaşırlar. Çocukların küçük yaşlardan itibaren arkadaşlığın ne olduğunu anladığı bellidir. Daha okula başlamadan önce çocuklara “arkadaş nedir?” diye sorulacak olsa, ilk arkadaşlıkların gözle görülür, somut özelliklerini tanımlarlar. Mesela, dört veya beş yaşlarında bir çocuk, bir arkadaşı aktivitelere katılan (“seninle oynar”), antisosyal davranışlardan ziyade (“sana bağırmaz”), toplum yanlısı davranışlar sergileyen (“şekerlerini seninle paylaşır”) ve sosyal açıdan teşvik eden ve keyif veren (“onunla evcilik oynamak çok zevklidir”) biri olarak tanımlamaya meyillidir. Çocuklar büyük ihtimalle kendilerine dostça davranan birine dostça davranırlar. Anaokulu dönemindeki arkadaşlıklar fevri bir şekilde […]
Bir Erkeğin Sizin İçin Her Şeyi Yapmasını Sağlamak
İşte size ilişkisi olmuş tüm kadınların büyük ihtimalle yaşadığı yaygın bir ilişki senaryosu. Erkeğiniz yapmasını istediğiniz (ve yapabileceğini bildiğiniz) bir şeyi yapmıyor. Yardımını istiyorsunuz ve o geri çekiliyor ve istediğiniz şeyi yapmamakla kalmayıp, tam tersini yapıyor. Örneğin, diyelim ki bir erkek, ilişkinin başında mesaj makinesiydi ama sonra, ilişki ilerledikçe, mesajların sayısı düşmeye başladı. Kız, sürekli mesaj aldığı güzel eski günleri özler. Erkeğin sürekli mesaj yazabilme kapasitesine sahip olduğunu bilir, bunu artık yapmadığı için mutsuzdur, dolayısıyla, onun zihninde yapılacak mantıklı şey, erkeğe bu konuda bir şey söylemektir. O da, mesajını açık ve net gönderdiğini düşünerek, “Neden bana eskiden yaptığın gibi sürekli mesaj yazmıyorsun?” der. Bunu bir erkeğe söylediğinde, erkek kendini başarısız hisseder. Kadının beklentilerini karşılamıyormuş gibi ve sonuç olarak, yenilmiş hisseder. Bu onun açısından bilinçli bir şey bile olmayabilir. Yüzeyin altında ortaya çıkan bir duygudur ve erkeğin geri çekilmesi ve sizi rahatsız eden şeyi yapmayı sürdürmesi şeklinde tezahür eder. Peki, çözüm nedir? Çözüm oldukça basit ve eğer çözüme hâkim olursanız, bir daha asla erkeğiniz tarafından hüsrana uğratılmış hissetmeyeceksiniz. Çözüm; ondan belirli bir şekilde davranmasını talep etmek ve sizi hangi yönlerden mutlu edemediğini belirtmek yerine, sizi mutlu eden ve onu sevmenizi ve arzulamanızı sağlayan davranış türlerini teşvik ederek erkeğinizi güçlendirmek. Bir erkek […]
Çocuk Dilinde Uzmanlaşın
Davranışların maskendir. İçindeki has acıdan En dipteki halis kökten Uzaklaştırır, saptırır, alır seni. Gözlerim tam burayı taramalı Ve kalbim burayı hissetmeli. Acılarına ve korkularına odaklanmam gerek Ve tam buradan iyileştireceğim seni. Çocuklar kendi dillerinde konuşurlar ve her zaman doğrudan iletişim kuramaz ya da kendilerini iyi ifade edemezler. Aslına bakarsanız bu yetişkinler için de böyledir. Çoğu yetişkin duygularını etkili şekilde ifade etmekte zorlanıyorsa bunun çocuklar için nasıl bir efor gerektirdiğini hayal edin. Eğer hepimiz hissettiklerimizi tanımlayıp ifade etmeyi çocukken öğrenseydik hayatımız şimdiki gibi karmaşa içinde olmazdı. Bizler bedenimizin bize verdiği sinyalleri kaçırıp sonra da hislerimizi son derece sağlıksız yollarla, dünyaya ya da kendimize rasgele püskürtürüz. Bazen bunu öfke ya da sinir krizlerini; bazen de içe kapanma ya da kaygıyı kullanarak yaparız. Hislerimizin şifresini nasıl çözeceğimizi ve onları açık iletişime nasıl dönüştürebileceğimizi öğrenmek bilinçli ve gönüllü azmimizi gerektirir. Bir çocuğun ve yetişkinin yöntemleri arasındaki en temel kopukluklardan biri oyun dilidir. Çocuklar oyun oynar, yetişkinler ise oynamaz. Tam da burada çocukların ve bizim dünyayı işlemden geçirişimiz arasında koca bir bağlantı kopukluğu vardır. Çoğu yetişkin çocuklarla oynamayı sevmez, bunu zaman kaybı olarak görür. Elbette çocuklarıyla maç yapan ya da nasıl yapılacağı belli kutu oyunlarından oynayan pek çok yetişkin vardır, ama sadece oynamak? Hayır. Fazla […]
Umudu Hayal Kırıklıklarında Aramak
Nil ve Saim’in dönüştüren eğitimlerine yeni yıldan dolayı bir hafta sonu ara verdik. Eğitimlerin bir dakikasından bile dikkatimi alamıyor olmanın tatlı yorgunluğunu yaşıyorum. Ama bir an önce açık kalplerinden, aydınlık zihinlerinden, engin bilgi birikimi ve tecrübelerinden cömertçe aktardıkları bilgeliğe kavuşmak dileğiyle diyerek 2024 için ilk dileğimi dilemiş olayım. Yeni yıl bir sembol tabii. Aynı dili konuşarak program yapabilmenin bir yolu. Sosyal hayatı şekillendirmenin yanı sıra hayatlarımızı benzerleştiren, aidiyet duygumuzu pekiştiren bir paylaşımın mutluluğu. Aksi takdirde anı, hareket halinde olmamız, değişen mekanlar ve insanlar, telomerlerimizin kısalması, alıp verdiğimiz nefes sayısı gibi evrensel yasalara uygun olarak madde boyutunda belli hızlarda gerçekleşirken gözlemlediğimiz veya gözlemleyemediğimiz değişimlerden dolayı yirmi dört saatlerden oluşan üç yüz altmış beş güne bölmek gibi bir amacımız olmazdı. Bunu da çocuklarımıza böyle öğretmezdik. Uzun bir cümle oldu. Şarkı da konuya “Yaşamak dediğin üç beş kısa mutlu andan ibaret” diyerek etkili bir yerden dokunmuş. İşte geçmiş dediğimiz; anlardan değil ama anda duygularımızla böyle etiketlediğimiz referans noktalarından oluşuyor. Bu noktalarda bizi tetiklemiş, derinden etkilemiş, dönüştürmüş olanlar ise bireysel algılarımız. Bu duygu yüklü algıları, etkileri veya tekrarları sonucunda benliğimizin parçaları olarak kodlayabiliyoruz. Bu açıdan “Geçmiş” bize, sık sık ziyaret ettiğimiz belki terk edemediğimiz benlik algılarımızı da gösteriyor. Aslında kendimizle ilgili aldığımız kararların çoğunu […]
Rota yeniden hesaplanıyor…
Yaşam yolculuğu biraz çıktığımız seyahatlere benzer. Yola bir kez düşünce artık bir yanımızla yolun bir parçası hâline gelir, kendimizi yeni bir gerçeklik durumunun içinde buluruz. Yolculuk başladığında yolcu mu yola gelir, yollar mı yolcuya hiç belli olmaz; tam anlamıyla öngörülemez bir macera, kimi zaman en basit olduğunu düşündüğümüz yolculuklarda bile bizi bulabilir. Bazen varış noktamız şaşar, bazen yolumuz, bazen de biz şaşarız. Her şaşkınlık hâlinde de rotamızı yeniden hesaplarız ancak ne kadar başarılı oluruz o da biraz yolun keyfine kalır. Uzun bir aradan sonra, memleketimizi anne ve babamla birlikte ziyaret etmeye karar verdik.Biraz ilçenin tarihî sokaklarında dolaşıp hasret giderdikten sonra, çok küçük yaşta gittiğim ama çok da hatırlayamadığım, bulunduğumuz yere yakın bir konumda olduğunu bildiğimiz bir nehir kaynağına gitmeyi teklif ettim. Ailem kabul etti, hatta amcam da bu küçük geziye dâhil oldu ve birlikte yola düştük. Yalnız, küçük ve önemsiz bulduğumuz bir sorunumuz vardı, gitmek istediğimiz yerin adını bir türlü anımsayamıyorduk. Yolun bir kısmı zaten babamın bildiği bir yoldu, ancak varış noktasına yakın bir yerlerde doğru yolda olup olmadığımızla ilgili bir tereddüt yaşadı. Sonra biraz küçük ve dar bir tarla yoluna benzeyen bozukça bir şose yolda ilerledik, biçilmiş tarlaların samanlarının üzerinden arabamızla biraz da kayarak hareket ettik. Bulunduğumuz rotaya dair […]
Bilinçaltınızın Mucizevi Gücü
Bilinçaltınızın gücü olağanüstüdür. Size esin verir, yol gösterir, bellek deposundan isimler, olaylar, sahneler çekip çıkarır. Kalbinizi attırır, kan dolaşımınızı, sindirim, özümseme ve boşaltımı düzenler. Yediğiniz bir lokma ekmeği doku, kas, kemik ve kana dönüştürür. Bu süreç, yeryüzünün en bilge adamının bilgisinin ötesindedir. Bilinçaltı zihniniz tüm yaşamsal işlevleri ve bedensel işlevlerinizi kontrol eder ve bütün sorunlarınızın cevabını barındırır. Bilinçaltınız asla uyumaz, dinlenmeye çekilmez. Daima işbaşındadır. Uykudan önce belirli bir şeyin halledilmesi gerektiğini sadece ileterek onun mucizevi gücünü keşfedebilirsiniz. İçinizdeki güçlerin seferber edilerek istenen sonuca ulaşıldığını görmekten haz duyacaksınız. Burada, dünyayı döndüren, gezegenleri yörüngeleri çevresinde hareket ettiren ve güneşi ışıtan kuvvetle sizi temasa geçiren bir güç ve bilgelik kaynağı mevcut. Bilinçaltınız ideallerinizin, özlemlerinizin ve özgecil (kişisel yarar gözetmeksizin başkalarına yararlı olmak -diğerkâm) dürtülerinizin kaynağıdır. Shakespeare, zamanının sıradan insanının erişemediği büyük hakikatleri bilinçaltı ile algılamıştır. Eski Yunan heykeltıraş Phidias güzellik, düzen, simetri ve oranı mermer ve bronza hiç kuşkusuz bilinçaltının açtığı yoldan nakşetmiş, bilinçaltı, İtalyan sanatçı Raphael’in Meryem tablolarını, Ludwig van Beethoven’in senfonilerini yaratmasını sağlamıştır. Bilinçaltınız Sizin Yaşam Defterinizdir Bilinçaltınıza hangi inançları, teorileri, dogmaları yazar, nakşeder, aşılarsanız onları durum, koşul ve olaylar olarak somutlaşmış halde yaşarsınız. İçeri yazdığınız, dışarıda yaşayacağınızdır. Hayatınızın öznel ve nesnel, görünür ve görünmez, düşünce ve tezahür olmak üzere […]
Beden-Beyin Taktiği
Disleksi sözcüğünü sözlükten bakmadan yazamayan biriyim. Şahsen disleksiye isim konurken disleksiklere zalimce bir şaka yapılmak istendiğini düşünüyorum. DEB/DEHB (Dikkat Eksikliği Bozukluğu/ Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu) ise sadece birkaç harften oluştuğu için dikkat süresi kısa olan biz DEB/DEHB’liler için biçilmiş kaftan. Pijamalarımla yemek odasında oturmuş altı yaşındaki oğlumu okumaya motive etmeye çalışırken elimde olmadan durumun saçmalığını sorguluyordum. Hafıza konusunda Guinness rekortmeni, aynı zamanda bir CEO, beyin uzmanı ve çok satan yazar olan ben -DEHB ve disleksiyi avantaja çevirmiş kişi- o anda oğlumun beş saniyeliğine odaklanmasını sağlayabilsem sevinçten taklalar atacak haldeydim. Baba olmak hayatta en sevdiğim şeylerdendi fakat o gün beni oldukça zorluyordu. Masada oturmuş kelime kartlarına bakıyorduk ve on dakikadır kelimelerin telaffuzu üzerine çalışıyorduk; fakat çalışmamız iyi gitmiyordu. Lex maskaralığı bırakmıyordu ya da ben öyle sanıyordum. Daha fazla sabredemediğim an geldiğinde çıkıştım: “Lex! Bu kelimeyi nasıl söyleyeceğini biliyorsun. Neden bu kadar oyalanıyorsun peki?” Kartı yüzüne doğru tutuyordum. “Deniyorum, ama bilmiyorum…” Duraksadı ve eşim içeri girince ikimiz de dönüp ona baktık. Oğluma yeniden baktığımda yüzündeki soytarı ifadesinin silinmiş, yanağından da bir damla yaş akmakta olduğunu gördüm. Birkaç saniye sonra kendini daha fazla tutamayıp ağlamaya başladı. Kart elimden düştü. Oğlumu kendime çekip ona sarıldım. “Ne oldu şampiyon?” diye sordum dünyanın en pislik insanı […]
Yeni Yıl Size Geliyor mu?
Bu yıl sizin için gerçekten yeni bir yıl olacak mı? Neyi kutluyoruz yeni yılda? Hayatımızdan bir yıl daha eksilmesini mi? Aslında kutladığımız şey, yeni bir seçimimizin başlangıcı. Bu da bu gezegende kalan zamanımızın ve hayatımızın değerini daha iyi bilerek yaşamayı seçmek anlamına geliyor. Yine insanların çoğu yeni yılda hayatlarını daha kaliteli hale getirmek için birtakım değişiklikler yapmak üzere kendilerine söz verecekler. Eski kötü alışkanlıkları bırakmak, yeni yararlı alışkanlıklar kazanmak, aileyle daha çok zaman geçirmek, iş değiştirmek, sigarayı bırakmak, egzersize başlamak ve saire, ve saire… Gerçek değişimin olabilmesi için uzun vadeli tutulacak sözlere, aksiyon planına, motivasyona ve özdisipline ihtiyacımız var. Olabildiğimizin en iyi versiyonu olabilmek için kendimizle yüzleşmekle işe başlamak önemli. Tüm alışkanlıklarımızı uzun sürede edindik. Bir günde ya da çok çaba göstermeden hap çözümlerle değişmesini nasıl bekliyoruz ki? Gerçekleştirmek istediğimiz yeni amaçlar da var; daha önce sahip olmadığımız ama olmak/ yapmak/ sahip olmak istediğimiz amaçlar. Bu hedeflerimizi gerçekleştirmek elbette başarıdır. Ama esas başarı bunları gerçekleştirdikten sonra da istemeyi sürdürmeye devam etmektir. Mutluluk durumu işte budur. Sahip olmayı istediğimiz şeylerden, onlara sahip olduktan sonra da keyif almaya devam etmek. İstediğimizi sandığımız bir şeyi başardıktan, elde ettikten sonra artık onu istemekten vazgeçmek, “Hepsi bu mu?” duygusu yaratır. Bizi doyumsuzluğun batağına biraz daha […]
Nedir İlişkide Kaybetmek?
Varlığına alıştığımız birini artık duyularımızla algılayamamak mı? Manada onunla paylaşım yapamamak mı? Bir arada değilken de birlikte olduğumuzu bildiğimiz, saniyelik bakışlarının yaşattıklarına minnettar olduğumuz, o derin değeri ve değer verme halini hissettiğimiz alanda varlıklarımızı artık doyasıya büyütememek mi? Herkesin bu soruya cevabı/cevapları ayrı olabilir. Ve aynı görünen cevapların bile o bakış açısına göre anlamı, yani ifade ettiği bireysel gerçeklik farklıdır. Bu nedenle önce ilişkideki gerçeklik üzerinden düşünmeye başlayalım. Kendimi sınırlı zihnimle tam olarak anlayamıyor, varlığımdaki sürekli devinimi adlandıramıyorken ilişkilerimde karşı tarafın zihniyle tam olarak anlaşılmak ve tanımlanmak benim için ne kadar gerçekçi olabilir? Cevabın “İstediğim kadar gerçekçi olmaz” ise devam edebiliriz. Karşı tarafı “tam olarak” anlayamasam da, “tam” olarak hissetmem mümkün mü? Yani onu sınırlı zihnimle tam olarak anlamaya çalışmadan daha gerçek bir yerden idrak etmem mümkün mü? Bir ilişkide iki taraf da kendisini gerçekten seviyorsa her biri “tamlık” duygusuyla ilişkiye başlar, ilişkideki ortak sevgi alanında da birbirleri aracılığı ile farklı tamlık boyutları deneyimlerler. Hiçbir “tamlık hali” diğerinden daha büyük ya da daha gerçek değildir. Karşı taraf aracılığı ile tamlığın farklı katmanlarının hazzını deneyimleyebilme şansımız olur. Bizi madde ve manada birleştiren hazları deneyimlerken, sevginin o ilham dolu yaratım gücünü hissettiren aşka yaklaşabiliriz. Yaşadıklarımızı, o kişiyle farklı kelimeleri kullanarak tanımlamamız ilişkimizdeki […]
Pembe Hırka
Gün ağarıyor. Mavi, pembe, sonra biraz beyaz. Göz kapaklarım işte o zaman ağırlaşıyor. Kulaklarımda aynı uğultu. Karşımda yüzlerce öğrenci. Cıvıl cıvıllar.Göğsümün ortasına iplerle bağlanmış özgürlük anıtı, kapanan bir kapının sesiyle düşüyor. O an kalbim hızla çarpmaya başlıyor ve adımlarını duyuyorum onun. Gözlerim yerde. Yaklaşan yüzüne bakamıyorum. Uyanıyorum. Okulda odamdayım. Havada o tanıdık beklentinin kokusu.“Neredesin?”diye mırıldanan sesimi duyuyorum. Gözlerim bu defa kapıda. Yıllar önce kışı karşılamaya bayıldığım pembe hırkamı giymiş, ilk yayınım üzerinde çalışıyordum. Kapım çaldı. İçimde yine neler yapamadığımı anlatan kasvetle konuşurken çaldı. “Girin.” Kahverengi. Gözlerime ilk değen o güzel, kahverengi saçlarının rengi. Ne güzel renkmiş kahverengi… Küçük bir baş hareketiyle alnındaki perçemi geriye attı. Pırıl pırıl gözlerini gördüm. Şeffaf ama sağlam bir kapının arkasında başka diyarlara açılan derin bir kuyu gizli sanki. Zaman yavaşladı. “Merhaba, Merih ben. Son yılım. Dersinizi almak istiyorum.” Konuşmuyor sadece izliyorum. Devam etti. “Geç kaldım biliyorum. Ama telafi edebilirim” Sesi ne kadar özgüvenli ve coşkulu. “Merih…” derken sesimi tanıyamıyorum. Özenle süslenmiş ama çatallanan bir ses. Gözlerimin parladığını görebiliyor. Gülümseyerek karşılık veriyor. Böyle olunca utanıyorum. Bu heyecan nasıl da özlediğim bir duygu. Sanki bütün odayı masumiyet kaplıyor ve gittikçe soyuyor duyguları. Yoksa zırhını çıkarıp pembe hırkasını giydiği savunmasız bir anda mı bu heyecanı yaşayabiliyor insan? Derslerime […]
Başarısızlık Büyüteci
Sizde de var mı? Bende kocaman, pırıl pırıl bir tane vardı. Bu büyüteci hayatımın üzerinde gezdirerek, başarısız olduğumu düşündüğüm her konuda, kendime ve yaptıklarıma olabilecek en eleştirel, en küçümseyen, en olumsuz tarafından bakıyordum. Ama iş başarılarıma gelince o büyüteç dönüşüp hani bilir misiniz, dürbüne tersten baktığınızda küçücük gösterir baktığınız şeyi, işte öyle her şeyi küçülten bir cam parçasına dönüşüyordu. Başarılarım ya da olumlu yanlarım öyle az ve önemsizdi ki zorlukla seçiyordum bu cam parçasının ardından. Ve ben bu iki görüntü arasında gidip geldim hayatım boyunca, bunun ne kadar yıkıcı ve yorucu olduğunu bilmeden… Birisi beni tek cümle ile övse, aslında o övgüyü hak etmediğime karşımdakini inandırmak için sayısız cümle ile cevap vermem ve aslında o övgünün karşımdakinin iyiliği ile alakalı olduğuna konuyu bağlamamla sonuçlanan diyaloglar. “Ne var ki, bunu herkes yapar”, “O kadar zeki değilim, yaptığım işlem basit”, “Yok canım o beni sevdiği için öyle söylüyor”, “Çalışkanım ama zaten herkes böyledir” diyerek kendimi ve yaptığım her şeyi önemsizleştirip, değersizleştiriyordum. Hatta bu konuda uzmandım diyebilirim. İlk kimin elinden devraldım bu büyüteci bilmiyorum. Yedi sekiz yaşlarındayken bıktım senden diye bağıran babamdan mı, sıramın kapağına resim çizdim diye beni azarlayan ve cezalandıran öğretmenimden mi, yoksa hatırlamadığım bir sebepten babama beni şikâyet ettiğine kulak […]
Farkında Olsan da Olmasan da Bir Planın Var
Hiç birisinin elleri, gözleri, teni oldun mu? O kadar giydin mi hiç birisini üstüne? Ve o sırada vücudunda dolaşan hormon kokteylini ayırt ettin mi? Peki, kendini onun gözleriyle izlediğini fark ettin mi hiç? Ve sonra farkında olmadan tüm duygularından haberi olması gerektiğini varsayıp kızdın mı ona? Kendinden bu kadar kopup nerelere gittin? Nereye gidersen git vardığın her noktada kanına karışan kokteyli sen ellerinle hazırladın. Belki sadece “Sen tam da buradasın” diyen bir dokunuşa ihtiyaç duydun. Her şeyin tam da olduğun yerde olduğunu algılamayacak kadar çok görülmedin hayatta belki. Parçalandığını sandın oysa sen zaten bütünün birden fazla parçasıydın. Sadece ben buradayım diye var gücüyle atan kalbinin olduğu bedenini, içinde sınırladığın kimliklerinle birlikte dışladın. Başka bedenlerle bütünleştin, kendi ellerini, gözlerini, tenini aradın. Böylece sevdiğini sandığın herkese onlarda aradığın kendinle ihanet ettin. Sen kendini bulup anlamadan, sevip sarmalamadan kimi gerçekten görüp sevebilirdin? Kötü biri olduğun için değildi hiçbiri. Aksine gerçekten sevememenin yükü ağırdır. O boşluğu doldurmak için tatmin olamayan bir sevilme ihtiyacı içine girer, kendimize dünyayı dolaylı yoldan dar ederiz. Kendi değerinin farkında olup, sevme inisiyatifini alamamanın esareti zordur. Birine kızıyorsan, hatta öfkeliysen kendini korumak için onu sevmemen gerektiğini düşünmek, bunu kendine yakıştıramamak sığmadığın bir kıyafeti giymeye çalışmak kadar nafiledir. Yalandır. Oysa kendini […]
Yalnızlıklar İçinde Kendimizi Bulma Arayışı
Ünlü düşünür Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir?” adlı kült yazısında aydınlanma üzerine çok önemli değerlendirmelerde bulunur. Kant bu değerlendirmelerinde aydınlanma sürecinde bireyin kendisine düşen sorumluluğun altını dikkatle çizer. Aşağıda alıntılanan bölüm bununla ilgilidir: “Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü.” (I. Kant, Aydınlanma Nedir?, 1784) Tıpkı yukarıda Kant’ın da söz ettiği gibi bilinç seviyemizi geliştirmenin olmazsa olmazı hayatımızda her anlamda sorumluluk alabilmektir. Ancak burada asıl sorun çoğunlukla bunu istesek bile nasıl yapacağımızı bilememekten kaynaklanır. Çağımızda korku, her bir yanımıza öylesine işlemiştir ki olandan olduğu için olmayandan ise olmadığı için korkarız. Hatta bu yarı nevrotik hâl benliğimizi öylesine sarmıştır ki etrafta korkacak bir şey bulamazsak kendi nabzımızı kontrol ederek kalp krizi geçirip geçirmeme ihtimaline dair düşüncelerin içinde kıvranabiliriz. İşin kötüsü bir yanımız, (eğer hâlâ biraz kaldıysa) sağ duyumuz bize yaptığımız şeyin anlamsızca olduğunu söylemesine rağmen karşı konulmaz bir güdüyle hareket etmeye devam ederek korku mıknatısına bitkin düşüne kadar çekilmeye devam ederiz. Diğer yandan, hâlâ bizimle olan sağ duyumuz yaptığımız şeyin […]
Uykuya (Daha İyi) Dalmak
Pek çok insan, uyku sürecinin doğal şekilde gelişmesinin önündeki engelleri kaldırmaya odaklanmak yerine, uykuyu analiz ederek, planlayarak ve düzenleyerek aşırı düşünmeye meyillidir. Uykuya dalma modelleri, bedeninizin her gece çok ihtiyaç duyduğu dinlenme, toparlanma ve nekahete ulaşması için alan yaratarak tam da bunu yapar. Bedeninizi her akşam uykuya hazırlamak için, ona gevşemesini ve kendini güvende hissetmesini sağlayan ipuçları verin. Uyumadan birkaç saat önce zihinsel veya duygusal olarak uyarıcı veya stresli filmler izlemekten, kitaplar okumaktan vb. kaçının. Eğer size bir şeyler hatırlatan bir kitap okur veya Netflix’te psikolojik bir gerilim filmi izlerseniz uykuya dalmanızı daha zorlaştırabilecek duygusal bir heyecan ve belki de bir stres yaratırsınız. Uyumadan önceki saatlerde, işle ilgili elektronik postaları kontrol etmek veya IKEA mobilyalarını monte etmek gibi yıldırabilen veya tetikleme potansiyeli olan aktivitelerden kaçının. Bunlar sizi sabah da bekliyor olacaktır. Yatmadan birkaç saat öncesine dek yoğun egzersizden de kaçının. Eğer programınız akşam egzersiz yapmanıza izin veriyorsa, derin bir uyku için gereken melatonin salgısını bastıran bir stres yaratmayan yoğunluğu düşük egzersizler seçin. Eğer akşam egzersiz yapmanız gerekiyorsa, yoğun pedal çevirmektense dinlenme yogası yapmanız daha iyidir. Birlikte uyuduğunuz biri varsa yatmadan hemen önce yoğun duygusal konuşmalar yapmaktan uzak durun, çünkü bunların stres yaratma ve uykuyu kaçırma potansiyeli yüksektir. Yatmadan önce yapılan […]
Sevdiğim birinin yeme bozukluğu var; ama bir sorun olduğunu kabul etmiyor. Ne yapmalıyım?
Sevdiğiniz birinin bir yeme bozukluğuyla mücadele ettiğini görmek çok korkutucu olabilir, çoğumuzun doğal içgüdüsü ilgi ve destek sunmak ve onların iyileşmesine yardımcı olmaktır. Ne var ki yeme bozukluğu olan biri, sorunu olduğunu kabul etmezse kızabilir ve size ve yardım etme çabalarınıza sinirlenebilir. Bu durumda şu üç noktayı hatırlamalısınız: sakin olmak, ilgilenmek ve şefkat göstermek; bu da, sevdiğiniz kişinin ne hissettiğini anlamaya çalışmak fakat aynı zamanda bu konuyu konuşmak istediğinizde kaygılarınızı açıkça ve dürüstçe dile getirmek ve sonuçta onun için en iyisini yapmaktır. Şöyle bir şey demek isteyebilirsiniz, “Yeme konusunda bir mücadele içinde olduğunu ve kilo verdiğini fark ettim… Şu anda durumun senin için zor olduğunu görebiliyorum. Konuşabilir miyiz?” Yine konuşma süresince sakin kalmanız önemlidir. Bazen ona katılmazsanız en iyisi bunu kabul etmektir; mesela, şöyle diyebilirsiniz, “Şu anki sağlık durumunla ilgili görüşlerimizin farklı olduğunu görebiliyorum. Lütfen bu kadar çok kilo vermenin beni son derece kaygılandırdığını anlamalısın fakat aynı zamanda benim gibi düşünmediğini anlıyor ve sana saygı duyuyorum, ayrıca bunu büyük bir mesele haline getirdiğimi düşündüğünü de tahmin ediyorum. Bu konuyu şimdilik burada bırakacağım fakat bana söylediklerini düşüneceğim ve senin de benim söylediklerimi düşüneceğini umuyorum. Belki bir orta yol bulabiliriz. Biraz geri çekilip düşündükten sonra bunu tekrar konuşalım. Önemli olan seni sevmem […]
Bir Şeyler Eksikse
Çiftlerle yaptığım çalışmalarda birinin hep, “İlişkimizde hep bir şeylerin eksik olduğunu hissettim” dediğini çok işitmişimdir. Danışanla birlikte bu duyguyu araştırmaya çalıştıkça, onun sadece bilişsel değil içsel olduğunu da keşfederiz. Danışan, eksikliği vücudunda hissetmektedir. Genellikle eksik olan şey partnerlerden birisinin tam bağlılığıdır. Bağlılık eksikliği nedeniyle birisi sürekli olarak daha fazla talepkar olurken, diğeri de refleks olarak kendisini geri çeker. İlişki, sürekli bir kaçma- kovalamaca dansına dönüşür. Bunun sık görülen bir örneği de, 15. bölümde anlatmış olduğum, insanı bunaltacak derecede başat davranmak ve aşırı kayıtsız kalmaktır. İnsan, ilişkisinde bir şeylerin eksik olduğunu hissedecek olursa, bu genellikle, partnerlerden en azından birisinin ötekini gerçek anlamda seçmemiş olduğu anlamına da gelir. Güvenliği, samimiyeti, parayı, koşulları ya da bağlantıları seçmişler ama diğer kişiyi seçmemişlerdir. Milyoner ile onunla parası için evlenen genç kadın klişesi bu şablona tam anlamıyla uyar. Lüks hayat yaşadıktan birkaç ay ya da birkaç yıl sonra, genç kadın bir şeylerin eksik olduğunu duyumsamaya başlar. Milyoner de karısına yeni bir ev, abartılı bir tatil ya da aşırı lüks ve harika bir başka şey sağlayarak yanıt verir. Bu durum da işleri kısa süreliğine yatıştırır ama sonunda aynı problem tekrar yüzeye çıkar çünkü kadın kendi bütünselliği içinde davranmaya başlamıştır. Taraflardan birinin bir şeylerin eksikliğini hissettiği diğer örneklerde, […]
Geçmişe hoşça kal deyin.
İlkokul ikinci sınıf öğrencisiyken, öğretmenimizin bazı favori öğrencileri vardı. Sadece bu öğrencilere soru sorar ve sürekli olarak onları överdi. Kendimi “ana karakterin yanında oturan bir misafir oyuncu” gibi düşünürdüm. Şimdi düşününce, öğretmenim gerçekten bu öğrencilere ayrıcalık tanımış olmalı; çünkü ben bile çocukken bunu tam anlamıyla hissetmiştim. Sonradan öğretmenimizin rüşvet aldığının bilindiğini öğrendim. Bir defasında annemi okula çağırmış ve annem hiçbir hediye getirmeden geldiğinde annemi azarlamıştı. Bu öğrencilere ayrıcalık tanımasının başka bir nedeni olmalıydı. Ancak o zamanlar yetişkinlerin de hatalar yapabileceğini bilmiyordum. Sadece “ben ana karakter değilim” diye düşündüm ve bu düşünce uzun süre benimle kaldı. Bu dünyada, birçok tuhaf ve acınası insan var. Bu insanlar çocukken bizi yaralıyor ve çözümlenmemiş sorunlar gibi hâlâ peşimizi bırakmıyor. İşte bundan ötürü birçok kişi şu anki sorunlarını geçmişine dayanarak yorumlar. Özgüvenimin olmamasının nedeni, o öğretmenin ayrımcılığıydı; geri kazanmamın nedeni ise ebeveynimin beni yetiştirme tarzıydı ve kendimi diğerlerinden aşağıda hissetmemin nedeni ise diğer çocuklar tarafından zorbalığa uğramamdı. Bu kısma kadar doğru. Ancak şu anki sorunları geçmişten yola çıkarak anlamaya çalışmamızın nedeni, geçmişte kalıp gecikmiş bir telafi elde etmek ya da kendimize acıyıp sonunda talihsiz bir prenses muamelesi görmek değil; geçmişle gelecek arasındaki bu bağı kesip hayatımızda ilerleme kaydetmektir. Bu dünyada acınası, beceriksiz ve olgunlaşmamış insanlar […]
Arka Plandaki Hikayeleri Arayın
İşyerinizde zor bir insanla uğraşmak zorunda kaldığınız oldu mu? Kendi kendinize “elbette” derken dışarı verdiğiniz nefesi duyar gibiyim. Zor insanlar, hayatın kaçınılmaz bir parçasıdır, çünkü insanlar kaçınılmaz olarak zordur ve ofislerimizi, sosyal medyadaki kanallarımızı katlanamadığımız insanlardan temizleme fikri harika gelse de bu mümkün değildir. Bunun yerine hikâye anlatıcılığı konusunda bildiklerinize başvurun. Unutmayın, herkesin içinde bir ömür birikmiş hikâyeler vardır ve bu hikâyeler onların, çevrelerinde -ki bu çevreye onların yanında olan insanlar da dahildir- olup bitene nasıl tepki verdiğini etkiler. Sizin işiniz bu tepkileri daha iyi anlayabilmek üzere bu hikâyeleri görmeye çalışmaktır. Brene Brown şöyle der: “Tanımadığınız birinden nefret etmek kolay değildir. Aynı eve taşının.” Abraham Lincoln da bütün bilgeliğiyle “O adamdan hoşlanmıyorum. Onu daha iyi tanımam lazım” demiştir. Ve kimsenin hikâyesini tam olarak bilemeyeceğiniz için insanlara merhametle yaklaşmanızı öneren o alıntıyı da mutlaka görmüş, hatta belki paylaşmışsınızdır. Kendi hikâyelerinizi anlamanın olaylara daha olumlu tepkiler vermenizi, daha yapıcı olmanızı sağladığından konuşmuştuk. Başkalarının hikâyelerini anlamak da aynı etkiyi yaratır ve bu yöntem özellikle de işyerinde çok işe yarar. Yıllar önce, kendisiyle nedense bir türlü kalıcı bir uyum yakalayamadığım bir kadınla çalışıyordum. Bazen, tamamen uyumluyken, büyük bir iş üzerinde çalışmaya gömülüp saatlerce birlikte hareket edebiliyorduk; ama sonra aradan birkaç gün geçince onun benimle […]
Mutlu Para ve Mutsuz Para
İki tür para vardır: Mutlu Para ve Mutsuz Para. Mutlu Para on yaşında bir çocuğun Anneler Günü’nde annesine çiçek almak için kullandığı paradır. Mutlu Para ebeveynlerin çocuklarını futbol kampına veya piyano kursuna gönderebilmek için her hafta birkaç dolar tasarruf etmek adına seve seve kuruşun hesabını yaptığı paradır. Bildiğimiz paranın Mutlu Para olabilmesinin pek çok yolu vardır: Zor durumdaki bir aile üyesinin sıkıntıdan kurtulmasına yardım etmek. Bir kasırgadan etkilenmiş mağdur insanlara birkaç dolar göndermek. Bir evsizler barınağı adına kurabiye satmak. Bir iş veya kamu projesine yatırım yapmak. Yapılan iş veya verilen hizmet karşılığında memnun müşterilerden para almak. Sevgi, ilgi ve dostlukla dolaşımda olan bütün paralar Mutlu Paradır. Mutlu Para insanların gülümsemesini, sevildiğini ve önemsendiğini hissetmesini sağlar. Pek çok bakımdan sevginin aktif -insanların görebildiği, hissedebildiği ve dokunabildiği- bir şeklidir. Çoğunlukla para diğer insanlara başka hiçbir şeyin yapamayacağı şekilde yardım edebilir. Mesela, biri yangında bütün evini kaybetmek gibi son derece zor bir dönemden geçerken “düşünceler ve dualar” ve “iyi titreşimler” bir noktaya kadar işe yarar. Ancak paranın, iyi titreşimlerin yapamayacağı şekilde, bir ailenin tekrar ayağa kalkmasına, yiyecek almasına ve geçici bir barınak edinmesine yardım edeceğini garanti ederim. Bunun tersine, Mutsuz Para kira, fatura ve vergiler için gönülsüzce ödediğiniz paradır. Hayal gücümüzü […]
İkinci Hayat
“İnsanın iki hayatı vardır; ikincisi, tek bir hayatı olduğunu fark ettiğinde başlar.” Yukarıdaki alıntı Çinli filozof Konfüçyüs’e atfedilir; ama son yıllarda Ortadoğu üzerine yazan Amerikalı gazeteci Steven Sotloff ile çok daha yakından ilişkilendirilmiştir. Sotloff, 4 Ağustos 2013’te Türkiye’nin Suriye sınırından geçtikten sonra IŞİD tarafından kaçırıldı. Bir yıldan uzun süre esir tutuldu. Bu süre boyunca ailesi ve hükümet görevlileri onun serbest bırakılmasını sağlamak için uğraştılarsa da başarılı olamadılar. 2 Eylül 2014’te Sotloff öldürüldü. IŞİD internette onun bağlanmış halde dizleri üzerine çökmüşken kafasını kestikleri videosunu yayımladı. Sotloff için düzenlenen anma töreninde kendisinin kaçak yollarla ailesine ulaştırdığı mektuptan pasajlar okundu. Bu mektupta Sotloff Konfüçyüs’e atfedilen alıntıyı kendi sözleriyle aktarıyordu: “İnsanın iki hayatı vardır ve bunlardan ikincisi, tek bir hayatı olduğunu fark ettiğinde başlar.” Bana göre bu sözler herhangi birimizin duyabileceği en önemli gerçeği ortaya koymaktadır. Steven Sotloff’un hayatı kendi sözlerindeki bilgeliği tamamen benimseme fırsatı bulamadan sona ermiş olsa da bu, terör ve trajediyle yüz yüze gelen pek çok insanın paylaştığı bir bilgeliktir. Ben bir afet psikoloğu olarak bu sözlerdeki gerçeği -hayatın en kötü zamanlarda en güçlü şekilde parlayabildiğini- fark edeli otuz yıldan fazla oldu. Mart 1987’de Herald of Free Enterprise, İngiltere’ye gitmek üzere Belçika’nın Zeebrugge limanından ayrıldı. Gemide 500 yolcu, 80 kişilik […]
Huzura Götüren Bir Yol Olarak Çakralar
Ana çakra tipinizi keşfetmek size özgü mutluluk, anlam ve odaklanma tipinize dair önemli bir anlayış da sunar. Bu belki de bu kişilik analizi ve kendini eğitme sistemini diğer pek çoğundan ayıran tek faktördür. Bu her şeyden çok değer, anlam ve amaçla -varlığınızın özündeki en temel özlemlerle- ilgili bir sistemdir. Zamanla üstlenebileceğiniz toplumsal rolün tersine, yaşamdaki en büyük potansiyelinize ve özgün rolünüze ışık tutar. Bu sistem iki basit ilkeye dayanır: Hayattaki amacınız tipinizin özünü tam anlamıyla temsil etmeye başladığınızda gerçekleşir. Hayatta mutluluğa, özünüze uygun yaşadığınız zaman ulaşırsınız. Başka bir deyişle, gerçek tipinizi bildiğinizde, neden burada olduğunuzu da bilirsiniz. Ancak tipinizi gerçekleştirmek için yaşamadığınız zaman, başka biri olmaya uğraştığınız için hayli mutsuz olduğunuzu görebilirsiniz ve tabii bu hiçbir zaman yapıcı olamaz. Aslında, gerçek çakra tipiniz çoğunlukla düşündüğünüz ya da olmak istediğiniz şey değildir. Bazen gerçek amacınızı gizleyen alışkanlıklar, toplumsal şartlanma ve kendini yanlış anlama onun üstünü örtebilir. Ruh tasarımınızı bilmediğiniz veya anlamadığınız zaman tam olarak kim olduğunuzu söyleyemezsiniz. Ve kendinizi böyle yakından hissetmediğinizde de sizin için doğru olan yolda size destek olmayan yerlerle ve insanlarla karşı karşıya gelme riskine girersiniz. Toplumsal baskılar, insanların beklentileri ve gerçekliğin değerini ve anlamını sizden çok farklı algılayan baskın insanlarla çok fazla zaman geçirmek sizi gerçek doğanızı […]
Pişmanlıkla Baş Etmek
Eski bir hata kadar aşina Ve pişmanlık kadar boşuna -Edward Arlington Robinson, “Bewick Finzer” Pişmanlık içsel eleştirmenin en sevdiği spordur. Pişmanlık, şimdi hata olarak gördüğümüz geçmiş seçimlerimize hayıflanmaktır. Geçmiş silinemeyeceği için geçmişe dair pişmanlıklar da silinemez. işimiz pişmanlıklardan kurtulmak değil; onlarla bilinçli ve faydalı bir şekilde baş etmektir. Geçmişte olanları resmin tamamı olarak almak zorunda olmadığımızın farkına vararak işe başlayabiliriz. Pişmanlıklar bizi çıkmazda tutar çünkü içsel eleştirmenimiz söylenip durur: Bir sürü hata yaptın çünkü yetersiz ve yeteneksizsin. Hiçbir şeyi yoluna koyamayacak ve yeni bir şey deneyemeyecek kadar berbat durumdasın. Hepimizin zaman zaman hata yaptığı, eyleme geçmekte başarısız olduğu, bilgece olmayan dürtüsel seçimler yaptığı gerçeğini bir kez kabul ettiğimizde pişmanlık artık utanç verici olmaktan çıkar. Bu, tüm o cezbedici entrikalarıyla insanlık açmazlarına evet demekle ilgilidir. Henüz konuşmuş olduğumuz gibi, baktığımız şey insanlık deneyiminin olmazsa olmazlarıdır ve biz onları bize özgü sanırız. Ne var ki kişi izole olduğunda pişmanlık bundan beslenir: Sadece ben bu derece aptal olabilirdim. işin aslı, hepimiz o derece ve daha da beter aptallıklar yaparız. Bu kırılgan insanlık ailesi içindeki şefkatli benlik algımız pişmanlığın etkisini azaltır. Bu bağlamda pişmanlık, alçakgönüllülük erdemi geliştirmemize yardım edebilir. Diğer taraftan pişmanlık yasla da ilgilidir. İngilizcedeki pişmanlık sözcüğünün (regret) kökeni olan gret “yas” anlamına gelir. […]
Partnerinizin Değişimini Destekleyin
Biz partnerimizi olduğu gibi kabul etsek de o kendini kabul etmeyebilir. Aslına bakarsanız çoğu insan statükoya bağlı yaşamaktan memnun değildir; aksine, kendi yararına olacak şekilde büyüyüp gelişmek ister. Sevdiklerimiz de bunun istisnası değildir ve bunu bizim tam desteğimizle birlikte kendi istedikleri şekilde yapmayı hak ederler. Bu da bizim kenara çekilmemizle başlar. Bunu yapamıyorsak aynaya bir bakmamız gerekebilir. 2018’den bir araştırma, kim olduğumuzdan emin olmadığımızda ve bu konuda kafamız karışık olduğunda partnerimizin gelişimini desteklemekte başarısız olduğumuzu bulmuştur. Kendimizi iyi tanımazsak partnerimizin değişme arzusu bize tehditkâr gelir, çünkü bizim de değişmemiz gerektiğini düşünürüz. Öte yandan partnerimiz eyleme geçmek istediğinde ona karşı sevecen ve destekleyici olursak bu sadece onun gelişimine yardım etmez; ilişkimize de katkı sağlar. Tam bir kazan-kazan senaryosudur. Partnerimizin yolundan çekilmekten daha iyisini de yapabiliriz. İlk adım, ki bu önemli bir adımdır, partnerimizin geliştirmek istediği şeyin tamamen kendi seçimi olduğunu ve bunun bizim tercihlerimizle hiçbir ilgisinin olmadığını anlamaktır. Neyin değişeceği, bunun ne zaman olacağı ve nasıl gerçekleştirileceği tamamen onun vereceği kararlardır. Biz sadece onun yanında yer alıp destek olan ve elimizden geldiğince yardım etmeye çalışan yoldaşlar olabiliriz. Yani bizim, partnerimizin “heykeltıraşı” olmamız gerekir. Bu kulağa fazla hükmedici geliyorsa Michelangelo’nun heykeltıraşlığa bakış açısını dikkate aldığınızda aslında daha pasif ve destekleyici bir şeyden […]
Akbelen
Akbelen’de ağaçlar neden kesiliyor? Ağacı kesip altından kömür çıkarmak için. O kömürü ne yapacaklar? Termik santralde yakıp elektrik elde edecekler. O elektrik ne olacak? Buzdolabı, çamaşır makinası, bulaşık makinası, ütü, aydınlatma için kullanılacak. Dışarıda saklayacağın bir şeyi boşu boşuna buzdolabında tutarsan fazladan bir ağaç kesilecek. Çamaşırları tam kirlenmeden yıkarsan bir ağaç daha kesilecek bir de fazladan su kullandığın için bir dere daha kuruyacak, ağaçlar susuz kalacak. Sabahtan akşama aynı bardak yerine farklı bardaklarla çay içersen, boş yere bulaşık makinası fazladan çalışacak, bir ağaç daha kesilecek, dereler kuruyacak ve fazla deterjan kullanacağın için toprak zehirlenecek. Gereksiz ütü yaptığında iki ağaç birden kesilecek. Tuvaletin ışığını, monitörün ışığını, masa aydınlatmanın ışığını kapatmadığında, izlemediğin televizyonu açık unuttuğunda bir ağaç daha kesilecek. Tuvalet kağıdını fazla kullandığında, yeni kâğıt yapmak için bir ağaç daha kesilecek. Geride kalan ağaçlar “ eyvah kesilme sırası bize geliyor” diye ağlamaya başlayacaklar. Ağaçları ağlatmayın, ağaçları kucaklayan Zehra teyzeleri üzmeyin. Lütfen ama lütfen🙏. Sezai D. Şahinbey
Hayat Hikayenle Barışmak
Hikayelerimizin tutsaklığından kurtulmak için, kendi isteğimizle yarattığımız kozanın rahatlığından, yine kendi isteğimizle vazgeçmeye razı olmalıyız. Bir zamanlar, yaşlı ve bilge bir kadına soru soran genç kızın öyküsünü dinlemiştim. “Nasıl kelebek olunur?” diye sordu kız. Yaşlı kadın, yüzünde kocaman gülümsemesiyle ona göz kırptı ve şöyle yanıt verdi: “Uçmayı o kadar çok istemelisin ki bu uğurda tırtıl olmaktan bile vazgeçebilmelisin.” Bazen, hikayelerimizin kabuklarını kırmak çok acı verir ve çok fazla zamanımızı alabilir. Ancak, onlardan kurtulduğumuz anda ruhumuzu özgürleştiririz, duygusal ve ruhsal özgürlüğümüzün tadını çıkartırız. Hikayelerimizden dışarıya adım atmanın ilk koşulu onları kayıtsız şartsız, her yönleriyle sevmek ve onlara saygı göstermektir. Onlar sayesinde kazandığımız deneyimlerin ve bunlardan çıkarılacak derslerin farkına varmalıyız. Sadece ama sadece bu dersleri içimize sindirdikten sonra onlarla barış yapabilir ve hayallerimizi gerçekleştirmek için yolumuza devam edebiliriz. Kendimize duyduğumuz ebedi kinimiz beni hep şaşırtmıştır. Niçin yirmi, otuz yıl önce olmuş bir olay için hala kendimizi suçluyoruz? Niçin kendimizi geçmişimizdeki acılardan tamamen kurtulmaya layık görmüyoruz? Yıllarımı bu sorunun yanıtını bulmaya harcadım. Niçin kendimize karşı bu kadar acımasız oluyoruz? Kendilerini sürekli sabote eden insanlar gördüm. Hayatlarının en önemli ihtiyaçlarını kendilerinden çalan hırsızları ve ruhlarının gıdalarından kendilerini yoksun bırakan zalimleri gözlemledim. Acaba bir açıdan, sürekli kendimizi öldürmeye mi çalışıyoruz veya bütünümüzü olmasa bile, kötü […]
Değişim
Değişim sözcüğü size neyi çağrıştırıyor? Ya transformasyon yani dönüşüm? Değişmeyen tek şey değişimin sürekli olduğudur. Yeni ve çelişkili bir bilgi ya da deneyimle karşılaştığımız zaman düşüncelerimiz dört yolla değişir; 1) İstisnalar kuralı bozmaz: Bu, en basit ve en sınırlı değişim yoludur. Arada bir “mutlak doğru” olarak kabul ettiği bir kurala uymayan bir deneyim yaşasa da kişi bu istisnai olayın kuralı bozmadığını savunur. Örneğin, materyalist dünya görüşünü savunan bir yayıncı arkadaş, telepati denilen bir şeyin varlığına inanmıyordu. Ona göre telepati boş ve saçma bir şeydi. Gerçi kendisi bir arkadaşını yoğun olarak düşünürken o arkadaşından telefon gelmesi, yedi yıldır görmediği bir dostunu hiçbir neden olmaksızın düşünürken yolda karşısına çıkması gibi olayları yaşamıştı. Ama bunlar yalnızca tesadüftü. Telepati olduğunu kanıtlamazdı. Kendi doğrularının “mutlak doğru” olduğunu düşünen kişiler, bu doğruları sarsan bir olayla karşılaştıklarında bunu inandıkları “mutlak” kuralları geçersiz kılan bir “yeni gerçek” olarak algılamak yerine, bu tür açıklanmayan olayların kuralları değiştirmediğini savunur. İçten içe kendi inançlarından şüphe etmeye başlasalar bile. 2) Basamak değişim: Yavaş yavaş oluşan bu değişimde kişi değiştiğinin farkına bile varmaz. “Ben eskiden neysem şimdi de oyum. Asla değişmem” diye nutuk atan kişiler -en sıradan ve sayıları en çok olan- bu sınıfa girerler. Bunlar değişimden en çok korkan, ruhsal boyutta en […]
Ama Neden İnsanlar Dünyayı Mahvediyor?
2019 tarihli bir Birleşmiş Milletler raporu şöyle diyor: “İnsanın eylemleri diğer türleri her zaman olduğundan daha fazla tehdit ediyor.” Bu, sindirmesi zor bir gerçek. Yaptığımız makinelerin verebildiği zarar konusunda gerçekçi olmamız gerekiyor. İnsanların dünyayı mahvetmesiyle ilgili sorunun asıl cevabı eyleme geçmekte ve bu konuda neler yapacağımızda yatıyor. Genç aktivist Greta Thunberg bizi iklim kriziyle ilgili paniğe sürükledi. Çocuklarımız ve onların çocukları bir bedel ödeyecek. Greta ayrıca bize hiç kimsenin bir fark yaratmak için fazla küçük olmadığını da gösterdi. Umut var; ama bu umut hükümetlerden ya da kurumlardan değil, insanlardan geliyor. Greta şöyle diyor: “Şimdiye dek bilinçsiz yaşamış insanlar artık uyanmaya başlıyor ve bir insan bilinç kazandığında değişmeye başlar. Değişebiliriz. İnsanlar değişmeye hazır ve umut budur, çünkü demokrasimiz var.” Çocuklarınızla bu konu hakkında konuşurken fazla karamsar olmayın. Konuyu onlara bağlayın. Onlara Greta’dan bahsedin. Fark yaratmalarına yarayacak küçük değişiklikler yapmaları için destek ve yardımcı olun. Our Kids’ Climate adlı iklim -ebeveyn ağının kurucusu ve yayımlanmak üzere olan Talk to Children about Climate Change: A Handbook for Parents (Çocuklarınızla İklim Değişikliğini Konuşun: Ebeveynler İçin El Kitabı) adlı kitabın yazarı Frida Berry Eklund’la irtibat kurdum. Frida bir bilgi deryası ve çocuklarımızla “yeryüzü krizi” (onun deyimini kullandım) hakkında yaşlarına uygun şekilde konuşabilmemiz için birkaç fikir […]
Kendi Gerçeğini Keşfetmek
Köylerden birinde Ankhar adında bir adam yaşarmış. Kendi halinde biriymiş. Tarlada işine gelir gider, evde karısı onu bekler; sıradan bir hayat yaşarlarmış. Bir gün Ankhar hasta olmuş ve çareyi uzak diyarlarda aramak için eşini ve çocuklarını köyde tek başına bırakarak, yola koyulmuş. Karısı Meyd kocasının yokluğuna alışamadığı için hasta olup yataklara düştüğünde kızı Ceyd’in çalışıp evi geçindirmekten başka çaresi kalmamış. O zaman kadar tüm hayatını evde, el bebek gül bebek geçiren Ceyd ne yapsın, nereden başlasın bir türlü bilemiyormuş. Bildiği tek şey eğer çalışıp para kazanmazsa aç kalacağıymış. Hatta sadece kendisi aç kalsa yine iyi, tüm ailesi aç kalacakmış. Ceyd de buna razı olamayacağı için ne iş olursa olsun çalışmaya kararlıymış. Pamuk tarlasında başlamış önce. Bembeyaz pamuklar gözüne pek bir hoş görünmüş. “Ah” demiş kendi kendine “İşte hayallerimin yaşamını bembeyaz tarlada çalışarak karşılayabilirim!” Gel zaman git zaman yorulmuş Ceyd. Ne tarla eskisi kadar beyaz görünüyormuş gözüne, ne de yaptığı işe dermanı kalıyormuş. Kendini çaresiz hissederek toplarken pamukları, uzak diyarlardan gelen tüccarlarla yolu kesişmiş Ceyd’in. Çölü geçip başka diyarlara giderse, daha çok para kazanabileceği bir iş bulabilirmiş. Hem belki tüccarlardan biri onu beğenir ve evlenirse hiç çalışmak zorunda kalmazmış. Takılmış tüccarların peşine, ipekli elbiseli kadınlar gözüne pek bir hoş görünüyormuş kervan […]
Çocukluk Dikenleri
Çocukluk çok naif, çok kırılgan bir dönem… Başınızı biri okşasa, bir küçük hediye verse, parka götürse, sizi takdir etse, sizinle oyun oynasa o an sizi çok mutlu ediyor ama anlamlı ve derin bir iz bırakmıyor. Bu güzel anıların hayatınızda derin biz iz bırakması için ya sürekli olması ya da çok şaşırtıcı olması gerekiyor. Ama tam tersi biri size kızdığında, eleştirdiğinde ya da suçladığında, özellikle bunları sizi çok utandıracak bir şekilde yaptığında o utanç ömür boyu sizinle yaşıyor, varlığınıza siniyor, bir gölge gibi sizi takip ediyor. Çocukken gelişebilmek, öğrenebilmek, büyüyebilmek için sonucunu hesap etmeden içgüdülerinizle hareket ediyorsunuz. İşte yetişkin dünyasında film tam da burada kopuyor. Sabırsız, anlayışsız, mükemmeliyetçi, öfkeli ya da safça sadece ne yaptığının farkında olmayan bir yetişkinin verdiği olumsuz ve kırıcı tepki, sadece birkaç yıldır dünyada olan ve hayatı yavaş yavaş keşfederken hatalar yapan sizi alt üst ediyor. Kendinizi savunamamanın, savunacak yeterli kelime bulamamanın ve hatta neye kızıldığını bile algılayamamanın çaresizliği ile azarlanırken başınız önde yerdeki taşlara bakabiliyorsunuz sadece. O an bunun gelecekteki etkisinin ne olacağını kestiremiyorsunuz elbette. Sisli bir çocukluk anısı sandığınız şey daha sonra hayatınızı kaplayan bir hüzne dönüşüyor, nereden çıktığını anlamak için çok uğraşacağınız, içinizi yakan, büyüdükçe derinlere daha çok gömülerek sizinle yaşayan ağır bir hüzne… […]
Bir İnsanlık Suçu: MOBBING
İşyerinde mobbing, kavramsal olarak geçmişi yakın tarihe dayansa da varlığı uzun süredir bilinmektedir. Mobbing kelime olarak “mobile vulgus” sözcüğünden gelmektedir ve “kararsız, kalabalık, şiddete yönelmiş topluluk” anlamına gelmektedir. Örgüt psikolojisinde ilk olarak Alman asıllı İsveçli Örgüt psikoloğu Leymann tarafından tanımlanmıştır. 1980’li yıllardan beri varlığı bilinen mobbing endüstrileşmenin hızlanmasıyla beraber giderek yaygınlaşan önemli bir sorun haline gelmiştir. Amacı, kişiyi kurumdan uzaklaştırmak olsa da kurum içi rekabet, dengesiz görev ya da ücret dağılımı, adaletsiz ödül sistemi, kişilerarası çatışmalar, kıskançlık gibi sebeplerle de ortaya çıkabilmektedir. Leymann, “mobbing” kelimesini “birine karşı çeteleşme” veya “psişik terör” anlamında kullanmıştır. Çalışanların, hedef bir çalışan üzerinde “bir araya gelmelerini” ve onu psikolojik tacize maruz bırakmalarını içerir. Bu “mobbing” davranışı, mağdur için ciddi psikolojik ve mesleki sonuçlar doğurmaktadır. Peki, işyerindeki her kişilerarası sorun ya da sorunlu davranış mobbing midir? Ya da mobbing’i ayırt edebilmenin yolu nedir? Kriterleri nelerdir? Kanıtlanabilir mi? Önlenebilir mi? Mobbing’in varlığından söz edebilmek için mağdur durumundaki çalışanın zarar görmüş olması yani fiziksel ya da psikolojik sağlığının, işinin ya da çalışabilirliğinin etkilenmesi gerekmektedir. Bu eylemler sıklıkla (neredeyse her gün) ve uzun bir süre boyunca (en az altı ay boyunca) gerçekleşir; bu sıklık ve süre nedeniyle mağdur önemli ölçüde psikolojik, psikosomatik ve sosyal sefalete varan sorunlarla boğuşmak durumunda […]
Kendinizi Kaybetmeye Neden Son Vermelisiniz?
Bu sorunun cevabı aşikâr gibi görünse de yıllar içinde kendilerini kaybetmenin neden sorunlu olduğunu anlamakta zorlanan o kadar çok ebeveynle konuştum ki bu konuya değinmek istiyorum. BU SİZİN İÇİN İYİ DEĞİLDİR. Ne zaman bir patlama yaşasanız sinir sisteminiz alarma geçer, stres hormonlarınız tavana fırlar, bu da bedeninizin hemen her parçasını olumsuz etkiler. Kronik stres tansiyonunuzun artmasına, bağışıklık sisteminizin zayıflamasına, migren ağrıları çekmenize ve iyi uyuyamamanıza neden olabilir. Sık yaşanan patlamalar ve buna bağlı stres uzun vadede sağlık sorunlarına yol açar. Bununla birlikte konu sadece bedeniniz üzerinde oluşan etki değildir. Zamanla patlamalarınız beyninizi resmen yeniden kodlar. Elbette ki olumsuz anlamda… Çocuklarınız karşısında kendinizi kaybettikçe nöral “kendini kaybetme” bağlantılarınız daha da güçlenir ve böylece beyniniz daha çabuk ve kolay çıldırır hale gelir. Tabii bir de çocuklarınız var ki muhtemelen bu kitabı da onlar için aldınız. Bir an durup en son ne zaman kendinizi kaybettiğinizi düşünün. Çocuklarınız karşısında, işte ya da her neredeyse… Bu korkunç bir histir. Kontrolü kaybetmek korkutucudur. Hem sizi hem de çocuklarınızı utanç, kaygı, yalıtılmışlık, kafa karışıklığıyla baş başa bırakır. Yaşadığınız her patlamada özgüveniniz biraz daha darbe alır ve siz arzu ettiğiniz tarzda ebeveynlik yapma becerinizden şüphe etmeye başlarsınız. Kısacası kendinizi kaybetmeniz çocuklarınızla olan ilişkinize ve kendi ebeveynliğiniz içindeki benlik […]
Sağlığın Nagomisi
Japonlar genel olarak dünyanın en uzun ve en sağlıklı yaşayan insanlarıdır. Japonya’da yaşamı uzatan ve sağlıklı kılan özel bir şey olduğu fikri eski çağlardan beri dile getirilmektedir. Bir Çin efsanesine göre, imparator Qin Shi Huang ölümsüzlük iksirini bulması için simyacı ve kâşif Xu Fu’yu Doğu Denizi’ne yollar. Qin Shi Huang, birleşik Çin’in ilk imparatoru ve Qin hanedanının kurucusudur. Qin Shi Huang dünyada eşi benzeri olmayan bir güce sahiptir. Ne var ki tek korkusu kaçınılmaz olan ölümdür. Qin Shi Huang böylece Xu Fu’yu, içene ebedi yaşam veren ölümsüzlük iksirinin bulunduğu efsanevi Penglai Dağı’na gönderir. Ancak Xu Fu Doğu Denizi’ne yaptığı bu yolculuktan hiç dönmez. Efsaneye göre Xu Fu, gerçekten de Penglai Dağı denilen bir yere ulaşmış ve kendisini kaygı içinde bekleyen imparatorun yanına dönmek yerine bulmuş olduğu bu cennette yaşamaya başlamıştır. Bu iksiri henüz ben de keşfetmemiş olmakla birlikte Japonya’nın uzun yaşamanın sırrını barındıran ülke olduğunu söyleyebilirim. Bu sır tek bir sihirli iksire dayanmaz; daha ziyade hayata karşı takınılan bütünsel bir tavrın neticesidir ve merkezinde de nagomiyi barındırır. Japonların sağlıklı olması, esasen nagomiden kaynaklanır. Elbette yaşam koşullarının iyileşmesi ve bilimsel/teknolojik gelişmeler ortalama yaşam süresini pek çok ülkede uzatmıştır. Bu avantajlara ek olarak bir de sağlığın nagomisi vardır ki o, kişinin esenliğinin […]
Gerçek İletişim Ancak Uyumla Mümkündür
Nörolojik olarak insanlar benzerliğe farklılıktan çok daha kolay tepki verir. Bize benzer insanların yanında kendimizi daha rahat hissederiz. Hastalıkların tedavisinde hastasıyla uyum içine giren doktor çok daha çabuk sonuç alır. Çünkü hasta anlaşıldığını hisseder. Başarılı psikologlar ve psikiyatrlar akıl hastalarının anlattıklarına ve deneyimlerine her şeyi bilen bir edayla değil, onun dünyasına girerek yaklaşır, önce uyum sağlar, sonra hastayı yönlendirir. Önce hasta ona güvenmeli ki yönlendirilmeye hazır olsun. Çoğu hastanın ilacı, ilaç firmalarının ürünleri değil, bir yudum sevgi ve anlayıştır. Bir televizyon kanalında hiperaktif bir çocuğu eğiten öğretmenin başarısı haber konusuydu. Girdiği her okuldan hiperaktif olduğu için atılan küçük Recep beş yılda okumayı yazmayı öğrenememişti. Babanın ısrarlı çabaları sonucu Aydın Milli Eğitim Müdürlüğü Recep için özel bir sınıf açtı ve Recep 27 yıldır öğretmenlik yapan doğal NLP’ci bir öğretmenden okumayı yazmayı bir haftada öğrendi. Bu bir mucize mi? Haber spikeri öğretmenin metodunu tanımlarken, “Recep’le Recep oldu”, diyordu. Haberde Recep ve öğretmen birlikte sıraların, masaların üzerinde geziniyordu. Arada bir beş çakıyorlardı. Birlikte zıplayıp hoplarken öğretmen Recep’e okumayı öğretiyordu. Öğretmen aynen Recep gibi davranıyordu. Recep’le Recep olmak! İşte uyum bu. NLP’nin öğretmen ve eğitmen yetiştiren okullarda zorunlu ders olması gerektiğine gönülden inanıyorum. Öğretilemeyen öğrenci yoktur. Öğretemeyen öğretmen vardır. Tek tip eğitimle eğitim olmaz. […]
Çocuğunuzun Özsaygısını Artırmanın Yolları
Ortaya çıkan zor durumları yönetmek kadar, çocuğunuzun özsaygı duygusunu artırmak için proaktif bir yaklaşımda bulunmaya da değer. Çocuğunuzun kendisi hakkında iyi şeyler hissetmesi ve becerilerini ve güçlü yanlarını bilmesi zorluklarla karşılaştığı anlarda koruyucu bir faktör olacaktır. Bu en kolay onu ilgilendiği ve başkalarına katılıp eğlenebileceği bir alanda becerilerini geliştirmeye teşvik ederek yapılır. Çocuğunuzun popüler kültürdeki “güzellik mitine” sağlıklı bir alaycılıkla yaklaşarak büyümesini sağlayın. Örneğin, “mükemmel” bir cildi olan ünlüleri gördüğünüzde bunun gerçek değil, rötuşlanmış bir fotoğraf olduğunu söyleyin. Herkesin dal gibi olmasının mümkün olmadığını ve o kadar ince olan insanların çoğunun aslında çok sağlıksız olduğunu fark etmesini sağlayın. Ancak görünüşü hakkında konuşmaktan tamamen kaçınmayın. Görünüşü hakkında düşünmek ve örneğin kendine yakışan renkleri seçerek iyi görünmeye çalışmak onun için hâlâ önemlidir. İyi göründüğünde iltifat edin. Hepimiz güçlü yanlarımızı belirleyip bunlardan en iyi şekilde yararlanmayı öğrenmeliyiz. Aynı ilke uzun süreli hastalığı olan çocuklar için de geçerlidir. Çocuğunuz bir şeyi iyi yaptığında bunu fark ederek ve ilerletmesi için destek olarak ona yardım edin. Bunu başarabileceği küçük adımlarla yavaş yavaş geliştirin. Mutlaka kazanmak veya bir şeyde iyi olmaktan ziyade, hedeflerinin birey olarak kendisine odaklanmasını sağlayın. İyi bir şey yaptığında fark edin ve sadece neticeyi değil, bunun için gösterdiği çabayı da övün. Bir olaya katılmak, […]
Karanlık Tarafı ve Işığı Yeniden Keşfetmek
Evrim tarihimizin büyük kısmında mevsimler boyunca bu döngülerin yavaş ve düzenli gelgitini de içeren gezegenin doğal ışık ve karanlık dalgalanmalarına bağlı kaldık ve onlarla senkronize olduk. Elektrik lambasının icadına rağmen, doğal ışık ve tam karanlık hâlâ sirkadiyen biyolojimiz üstünde en güçlü iki etkiyi yapan iki faktördür. Tersine çevrilmiş bir ışık düzenine maruz kalmamızın sonuçları muazzamdır ve biyolojimizin hemen her yönünü etkiler. Yine de çoğumuz, çoğu zaman ışığın ve karanlığın üstümüzde yaptığı derin etkiyi bilmeyiz. Keyifsizliğe, enerjimizin düşük olmasına, kaygı ve depresyon ataklarına boyun eğerek katlanırız çünkü, eh, modern hayat böyledir işte. İşler böyle yürüyordur. Ama ben bu masalı yutmuyorum. Işığa maruz kalmamızın etkilerinin daha çok farkına varmaya başladıkça hayatımızın pek çok alanında rahatlayabiliriz. Mesela, özellikle akşam yemeğinden sonra canınız şeker mi çekiyor? Geceleri yapay ışık altında geç zamana kadar ayakta kalarak bedenimize yazın gündüz vakti olduğu sinyalini veririz. Bu sadece melatonin üretimini engellemekle kalmaz, yazın adapte olduğumuz gibi canımızın daha çok şeker istemesine de yol açar. Fakat belki de bu bölümden alınacak en iyi bilgi, parlak ışığa erken maruz kalmamanın da aynı etkiyi yapmasıdır. Bunu birkaç hafta kendi üstünüzde deneyin ve ışığa erken maruz kalmanın gün içinde şeker yeme isteğinizi etkileyip etkilemediğine bakın. Canı şeker çekmeyen azınlıktaki siz şanslılar da […]
Louie’nin Tao’su
Uyum ve Uyum Türleri biliminin özelliklerine girmeden önce yaşamımda çok büyük bir etki yaratmış olan dedem Louie’den söz etmek istiyorum. Hemen hiçbir tıbbi sorunla karşılaşmadan doksan dört yaşına dek yaşamıştı. Yaşamı hiç de stresten uzak şekilde başlamamıştı. Rusya’da, Minsk kenti yakınlarında yetişmişti. 1911 yılında çok genç yaşta, zorluklarla sürdürmeye çalıştığı yaşamını bırakıp çok az para ama büyük umutlarla Amerika’ya gitmek üzere yola çıkmıştı. Bütün Avrupa’yı karadan kat etmişti. Sayısız güçlükten sonra sonunda New York’a giden buharlı bir gemiye binmek üzere Hollanda’ya varmıştı. O dönemlerdeki göçmenlerin pek çoğu gibi Yeni Dünya’ya beş parasız bir şekilde varmış ve Rusya’da geride bıraktığı ailesine gönderebilecek kadar para biriktirmek uğruna sebatkâr bir şekilde çalışmıştı. Louie bu yeni yaşamına uyum sağlamak konusunda pek çok iniş çıkış yaşamış, Büyük Buhran ve iki dünya savaşıyla birlikte yaşamak zorunda kalmıştı. Sonunda da New Yorklu başarılı bir işadamı olup çıkmıştı. Bütün bu olup bitenler süresince de sağlıklı kalabilmeyi başarmıştı. Çok dindar bir insan olan Louie Brooklyn, New York’ta okyanus yakınlarında yaşamıştı. Her gün rıhtımda yürüyüş yapmış, pek çok arkadaşını görüp onlarla sohbetler etmiş, ciğerlerine deniz havası çekmiş ve okyanusla doğanın uyumlu düzeninin keyfini sürmüştü. Hep az yemiş, kırmızı et ve tatlılardan uzak durmuştu. Çok kuvvetli ahlaki ve siyasi görüşlere sahip […]
Yolcu
Tam 10 sene oldu yola çıkalı. İşimi, gücümü, geçmiş yaşantımı, yaşadığım yeri tamamen bıraktım. Neden? Bilge olabilmek için. Erken yaşlarımdan beri bilgelere hayranımdır. Onların sözlerine, yaşam tarzlarının basitliğine ama doluluğuna, bilgiyi içselleştirmelerine, anlayışlarına, olaylara bakışlarına, kısaca her şeylerine…Deli gibi kitap okudum, onları anlayabilmek adına çünkü bilge olabilmenin bu şekilde olabileceğini sanıyordum. Benim maceram Buda’nın yakınlardaki bir köye gelmesiyle başladı. Heyecanla eşeğime atladım ve hemen yola çıktım. Hayatımda ilk kez bir bilgeyle tanışacaktım. Buda’ya ne kadar hevesli olduğumu, onun gibi olabilmek için ne kadar uğraştığımı anlatacaktım. Eminim beni çok beğenecekti. Hatta öğrencisi olarak yanına alabileceği hakkında hayaller kurmaya başladım. Olur ya belki de çırağı olurum ve bana bilgeliği Buda öğretir, diye düşünüyordum. Beklediğim kadar hızlı olmadı Buda’yla görüşebilmek. Çevre köylerden de gelen yüzlerce kişilik bir kuyruğa girmek zorunda kaldım. Herkesin bir derdi, sorunu vardı ve Buda’dan akıl ya da yardım istiyorlardı. Tam 4 gün kapısının önünde oturdum, yattım ve sıranın bana gelmesini bekledim. Nihayet yanına girebildim. Kendisine, bir Bilge olarak yaşamayı ne kadar çok istediğimi, çabaladığımı ve bunu bana da öğretmesini istediğimi anlattım. Eğer beni öğrencisi olarak kabul ederse ne gerekiyorsa yapacağımı ve çok çalışacağımı da ekledim. İnanılmaz heyecanlıydım. Buda sevgiyle gülümsedi, kafamı okşadı ancak söyledikleri dolayısıyla ne kadar hayal kırıklığı […]
Yeni Düşünce,Yeni Dünya
Victor Hugo, yirminci yüzyılın sonu için şöyle kehanette bulunmuştu: “Savaşlar bitecek, sınırlar kalkacak, dogmalar ölecek, insanlar yaşayacak. Yaşayan insan ümit dolu, yeni değerlerle ülkelere değil, dünyaya ait olacak.” Dünya baş döndürücü bir değişimin içinde. Yirmi birinci yüzyılı barışla, sevgiyle, hümanist değerlerle kucaklamak istiyor. Hep beraber el ele barışı sağlama gücümüz var. Parçalanmış benliklerimizle barış, birbirimizle barış, doğayla barış, dünyayla barış… Etrafımıza baktığımızda bütün bunlara “hayır” demek için her türlü nedenimiz var. Ama her insanın kalbinin bir köşesinde “evet” ifade edilmeyi bekliyor. Bizi mağara döneminden uzay çağına getiren de bu “evet” değil mi? Ya eski değerlere sıkı sıkı bağlı kalarak mezara gideceğiz ya da yeniden daha güçlü bir şekilde doğacağız. İlk bakışta, dünyanın içinde bulunduğu durumu değerlendirdiğimizde, tüm sorunların üstesinden gelinebileceğine inanmak ütopya gibi gelebilir. Her yıl altmış milyon insan açlıktan ölüyor, bu sayıdan çok daha fazla insan açlığın eşiğinde besleniyor. Dünya ülkelerinin tümünün her doksan saniyede silahlanmaya harcadıkları para bir milyon doları geçiyor. Barış zorlamalarla oluyor. Dünyanın yenilenemeyen kaynakları hızla tükeniyor… Ama!… Ülkeler hızlı seyahat araçları ve gelişen teknoloji ile gittikçe birbirine bağlanıyor. Dünyanın herhangi bir yerindeki ekonomik, ekolojik veya politik başarısızlık bizi yakından etkiliyor. Her ülke birçok yönden diğer ülkelere bağımlı. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, dünya nüfusunun yüzde kırkını […]
Kendinize Fazla Yüklenmeyin
İnsanların kendine ve ilişkilerine iltimas geçmeye meyilli varlıklar olduğunu düşünebilirsiniz; ama bu tamamen doğru değildir. Başlarda her yer pozitif duygularla kaplansa da bu duygular ilişkinin sonuna dek gitmez. Gerçekte, ilişki olgunlaştıkça başta görmezden gelinen sorunlar gözde iyice büyümeye başlar. Bu sefer de sorundan başka şey görmez olur ya da olmayan sorunlar bulmaya başlarsınız. Gerçek olmayan çatışma kaynakları yaratırsınız. Kendinizi asla tecrübe etmeyeceğiniz çıkmazların içinde hayal edersiniz. İncir kabuğunu doldurmayan meselelere kafa yorarsınız. Bir başka deyişle gerçek olmayan ama ilişkinize fazlasıyla zarar veren sorunlar üretirsiniz. Sonuç: Partnerinize ve ilişkinize gereğinden fazla yüklenirsiniz. Bunun için olumsuzluk yanlılığı denilen şeyi suçlayabiliriz. Bir deneyimin kötü ya da olumsuz taraflarına odaklanma eğilimine olumsuzluk yanlılığı denir. Başka deyişle, ilişkiniz iyi giderken olumlu şeyleri dikkate almaz, cepte sayarsınız. Dikkatinizi ne mi çeker? Sorunlar. Duyarsız yorumlar, unutulan işler, dırdır, dağınıklık ve rahatsızlıkların hepsi öne çıkar, çünkü onlar kolayca gözden kaçabilen huzurlu ve mutlu statükoda yaşanan sapmalardır. Kötü olanı fark etme eğilimi o kadar yaygındır ki 2018’de Science’ta yayımlanan bir araştırma, ilişkisinde büyük sorunlar yaşamayan kişilerin küçük sorunları büyütmeye meylettiğini ortaya koymuştur. Başka deyişle, görece sükûnet için minnettar olmak yerine var olmayan sorunlar yaratırız. Adeta ilişkimizin sürmesi için drama ihtiyacımız vardır. Klasik sorunseverlik. İlişkiler zaten yeterince zordur ve onları […]
Artık Kendinizi Kaybetmekten Vazgeçme Zamanı
Evet, çocuklarınız sizi çileden çıkarıyor. Onlara çıkışıyor, bağırıyor, feryat ediyorsunuz. İtiraf etmek isteyeceğinizden çok daha sık asabileşiyor ve tepkisel davranıyorsunuz. Nasıl ebeveynlik etmeniz gerektiğini biliyor, daha sakin ve daha bilinçli olmak istiyorsunuz; ama ne kadar çabalarsanız çabalayın sükûnetinizi yitiriyorsunuz. Sizin hakkınızda, aileniz hakkında ya da sizin kendinize özgü kontrolden çıkma biçiminiz hakkında başka hiçbir şey bilmeden, daha az utanmanıza ve kendinizi kaybetmek yerine öfkenizi kontrol altına almak için daha güçlü hissetmenize yardımcı olacak altı gerçek sayabilirim. Ebeveynlere Kendini Kaybettiren Altı Gerçek EBEVEYNLİK ZORDUR. Ebeveynlik herkes için zordur. Hayır ama gerçekten, herkes için, soya sütlü diyet lattesi ve köşe bucak temizlenmiş minivanıyla çocuğunu almaya daima en önce gelen o mükemmel ebeveyn için bile, ebeveynlik zordur. Ebeveynliğin zor olmasının birkaç farklı nedeni vardır ki bunlardan bazıları sizinle, bazıları çocuğunuzla ilgiliyken bazıları da burada, dünyada olan bitenlerden ziyade ayın evreleriyle ilgili gibi görünmektedir. HER EBEVEYN ARADA SIRADA ÇİLEDEN ÇIKAR. Bazıları diğerlerine göre daha sık, daha yüksek sesle çileden çıkar, bazıları toplum içindeyken diğerlerinden daha fazla çileden çıkar; ama hepimiz çileden çıkarız. Bunda yalnız olmadığınız şüphesiz, yüzde 100, kesindir. Birkaç yıl önce The New York Times, bağırmanın artık vurmak yerine geçtiğini ve bizim “bağıran bir nesil” olduğumuzu anlatan bir makale yayımladı. DÜŞÜNDÜĞÜNÜZÜN AKSİNE, […]
Gerçek sevgi Cennet Bahçesi’ndeki elmadır.
Ezelden beri bizi insan yapan özellikleri -merak, zayıflık ve Tanrı’ya olan sadakatimize bile üstün gelen, birbirimize duyduğumuz arzu- tanımlayan şey İncil’deki, günah işleyen Âdem ve Havva’nın cennetten kovulma hikâyesidir. O meyveyi o kadar karşı konulmaz yapan, mükemmel, çıplak ve ölümsüz bir saadeti bırakıp utanç ve zahmet dolu bir hayata atılmaya değer kılan neydi? (“Ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın.”) İnsanın ilerleyişinin normal gidişatı bazı yönlerden bu cennetten düşme hikâyesine benzer. Çocukluk boyunca bir dizi illüzyon perdesi gözümüzün önünden kaldırılır ve böylelikle masum inançtan sert gerçekliğe geçeriz. Noel Baba, diş perisi, ebeveynimizin mükemmelliği ve ölümsüzlüğümüze dair inançları bir bir geride bırakırız. Bu çocuksu fikirlerin verdiği konfor ve kesinliği terk ederken onların yerine, Âdem ve Havva sağ olsun, hayatın hem acılarla ve kayıplarla dolu olan hem de kötü biten bir mücadele olduğu hissini koyarız. Düşününce, bu gidişattan dolayı ümitsizliğe kapılıp cesaretimizi kaybetmek yerine, dünyada bulunduğumuz bu kısa zamanda mutluluğu aramamız takdire şayan. Bu arayışımızda bizi başarıya en çok yaklaştıran şey de, Yaratılış Kitabı’nın söylediği gibi, birbirimizle birleşmektir. (Bu, çift anlamlılığıyla ne kadar da harika bir kelime.) Mark Twain Âdem’le Havva’nın Güncesi’nde cennetten düşüşle ilgili olarak, Havva’nın ağzından şu sözleri yazmıştır: “Dönüp baktığımda Bahçe’nin benim için düşsel bir yer olduğunu görüyorum. Orası güzeldi, şaşırtıcı […]
Herkesi, her şeyi affedin.
Arabamın arkasına yapıştırdığım mavi çıkartmada şu yazıyor: “Tanrı tüm dünyayı kutsar, istisnası yoktur.” Bu ifadenin sık sık beni zorladığını itiraf etmeliyim, özellikle de istisnalarla karşılaştığımda. Eskiden bu istisnaların uzun bir listesini tutardım. Sonra liste sadece tek bir kişiye indi. O kişiye olan kızgınlığımdan bir türlü kurtulamadım. Sevdiğiniz kişileri inciten birindense sizi inciten birini affetmek daha kolaydır. Kızınızı terk eden babayı nasıl affedebilirsiniz? Hayatından çıkan, onu görmeyi bırakan? Her doğum gününde ve yılbaşında onu yüz üstü bırakan? Hiçbir zaman tutmadığı sözler veren? Kızımız doğduktan yıllar sonra ona telafi şansı tanıdım. Üniversitedeyken birkaç ay flört etmiştik ve sonra ondan ayrılmıştım. Aylar sonra, hamile olduğumu öğrendim. Ona bebekten bahsettiğimde, bana evlenmeyi önerdi. Sorun bu değildi ki, bana anlamsız geldi. Eğer flört etmek istemiyorsak kesinlikle evlenmemeliydik de. Kızım beş yaşına geldiğinde babasıyla ilgili sorular sormaya başladı. Hiç tanışmamışlardı. Onu kızımın hayatından çıkarmanın benim verebileceğim bir karar olmadığını zor da olsa kabul ettim. Haftalar süren dualar ve uzmanlarla yapılan görüşmelerden sonra, onu aradım ve kızımın hayatına davet ettim. Onu hayatımızdan dışladığım için özür diledim ve eğer kızının hayatında olmak istiyorsa bu kararı kendisinin almasının doğru olduğunu söyledim. Kendi tarafımdaki kalıntıları temizlemem gerekiyordu, temizledim. Bu sırada o hayatına devam etmiş ve evlenmişti. Çocuk sahibi olmak da […]
Kişiliğimizi Değiştirmek
Neden bazen insanları anlamakta zorlanırız? Temel nedenlerden biri, beynimizdeki dünya temsilinin hayli yanlı olmasıdır. Hiçbir zaman dünyayı tam da olduğu gibi algılamayız. Beynimiz seçicidir ve sadece bizim önceden önemli olarak etiketlediğimiz şeylerin farkına varır. Dahası, farkına vardıklarımızın çok az bir kısmını, o da kısa süreliğine hatırlarız; uzun vadede hatırladıklarımız ise daha da azdır. Eylemlerimizi ve tutumlarımızı yönlendiren, kişilik özelliklerimizin temelini oluşturan kendi dünya modelimizi işte bu sınırlı bilgiyle kurarız. İşleri iyice karmaşıklaştırmak ister gibi, fark ettiklerimiz kendini gerçekleştiren kehanete dönüşür: Verdiğimiz kararlar ve yaptığımız gözlemler algımızı daha da yanlı hale getirir ve biz geçmiş gözlemlerimizi destekleyen gerçekleri fark etmeye daha yatkın oluruz. Buna dikkat yanlılığı -ya da daha bilimsel terimlerle söyleyecek olursak, beyindeki talamus adı verilen bölgenin yukarıdan aşağı modülasyonu- denir. Sonuç olarak hep kullandığımız yolların dışına çıkamaz oluruz, kendiliğinden değişim bizim için neredeyse imkânsız hale gelir. O zaman gerçekten değişmek istiyorsak çözüm nedir? Öncelikle, değişmeyi gerçekten istiyorsak mevcut dünya modelimizi sorgulamamız gerekir. Zihinsel haritalarımız başarılı bir insanın nasıl olması gerektiği, iyi ilişkilerin neye benzediği, başarısızlıkla nasıl baş edileceği gibi konularda varsayımlarla doludur. Bu fikirlerin çoğunu çocukken maruz kaldıklarımız sonucu, bazılarını da hayatın ilerleyen safhalarında öğreniriz, ama her halükârda çoğu bilinçdışımızda gizlidir ve biz onların farkında olmayız. Dolayısıyla ilk adım […]
KİNESİYOLOJİ Nedir?
Farkındalık, otomatik düşünce kalıplarının sizi uyuşturmasından uyanmaktır. Genel bir tanımlama ile söylersek kinesiyoloji, kas aktivitesi bilimidir. Kasların testi, bilinçaltımızla iletişim kurma yoludur. Kinesiyolojide varlığınızın bütünüyle bir iletişim yolu olarak kullanılan kas testi kendinizi kandırmanızı imkânsız kılar. Kaslarımızdaki enerji akışı olumlu ya da olumsuz düşüncelerimize, inançlarımıza, duygularımıza göre değişir. Kinesiyolojiyi aynı zamanda bir biyobilgisayar olarak da tanımlayabiliriz. Kaslarda dolaşan yaşam enerjisinin gücü değişik duygu hallerinde, olumlu ve olumsuz inançlarda, hoşlandığımız / hoşlanmadığımız şeyleri hissettiğimizde, doğru ya da yalan söylediğimizde farklı farklıdır. Bu, kendimize söylediğimiz bir yalan olsa da. Kaslardan aldığımız tepki ile kendimizle, bilinçaltımızdaki inançlarla ilgili test yapabilir, sorunlarımızın kök nedenlerini bulabiliriz. Kinesiyoloji teknikleri ile bizi sabote eden bilinçaltı programlarımızı keşfedip bize destek olacak şekilde değiştirebiliriz. Kinesiyoloji, Dr. George Goodheart’ın 1964 yılında başlattığı Uygulamalı Kinesiyoloji çalışmalarını temel alarak geliştirilen yöntemlerle o günden bugüne birçok alanda kullanılıyor. Yepyeni alanlara uygulanabilmesi için hâlâ araştırmalar yapılıyor. Birçok uygulamacı zaman içinde kendi tekniğini yarattı ve geliştirdi, böylece kinesiyolojinin birçok dalı oluştu. Dünyada alternatif yaklaşımlara açık birçok insan kinesiyolojinin günümüzde en gelişkin ve doğal iyileştirici teknik olduğunu düşünüyor. Kinesiyoloji bilinçaltı inançlarını test etmenin yanı sıra bedenin değişik maddelerden, çevresel faktörlerden nasıl etkilendiğini, fiziksel sorunları, duygusal dengesizlikleri, öğrenme blokajlarını, bireysel ve ruhsal gelişimi engelleyen tıkanmaları test etmek, […]
Ama Neden Çalışmak Zorundasın?
Kısa cevap: istediğimiz ve ihtiyaç duyduğumuz şeyleri alacak parayı kazanmak için. (Bu arada, oğullarım bana bu soruyu sorduğunda onlara cevap verdiğim zaman biri şöyle tepki verdi: “Ne?! Biri sana sırf Instagram’a baktığın için para mı veriyor?” Şok! Canımı dişime takarak oluşturduğum kariyerim hakkında fikir sahibi olmaları güzel…) Uzun cevap: hayata bir yapı, bir anlam kazandırmak için. Hatta bazı işkollarında bu, kendini ifade etmek ya da başkalarına yardım etmek de olabilir. Çocuklarıma onların da muhtemelen on sekiz yaş civarında (bu Birleşik Krallık’ta insanların çalışmaya başlama yaşının ortalaması. On yıl kadar önce bu ortalama on altıymış) bir iş sahibi olacaklarını söylediğimde akılları başlarından gitmişti. Bununla birlikte pek çok çocuk da on sekizden önce para kazanmaya başlar. Youth Economy Report’a göre altı ila on sekiz yaş arasındaki Britanyalı çocuklar 2018’de toplam 4.5 milyar Pound kazanmışlar. Bu gelir ise cep harçlıklarından, hediye kartlarından ve odalarını toplamak, bulaşık yıkamak, ödev yapmak ve diş fırçalamak gibi resmi olmayan ev içi işler karşılığında alınan ödemelerden gelmiş. Köpeği gezdirmek (1.50 Pound), uslu çocuk olmak (1.45 Pound) ve odayı toplamak (1.40 Pound), en fazla ödemeye yol açarken; masayı hazırlamak (0.70 Pound), yatağı düzeltmek (0.80 Pound) ve diş fırçalamak (0.80) en az ödemeli işler arasında yer almış. Muhteşem! Tamam, ama […]
Nlp İle Terapi
İlk başlarda terapistler için oluşturulan NLP inanılmaz iddialarla ortaya çıkmıştı. NLP prensiplerini kullanarak kalıcı ve derin değişimler yapmak çabucak ve kolayca gerçekleşiyordu. Birkaç seansta sigara, alkol, çok yemek yemek, uykusuzluk vb. gibi bağımlılıkları ortadan kaldırmak mümkün oluyordu. Bir saatten daha az zamanda fobilerden ve korkulardan özgürleşiliyordu. “Öğrenme özürlü” çocuk ve yetişkinleri, öğrenen kişilere dönüştürmek, birkaç seansta sadece psikosomatik olanları değil, bazı fiziksel problemleri de iyileştirmek mümkün oluyordu. Çiftler ve aile üyeleri arasında, iş yaşamı içinde insan ilişkilerini daha doyumlu ve üretken hale dönüştürmek NLP’nin iddiaları arasındaydı. Bu güçlü iddialar, somut örneklerle destekleniyordu. Ama yine de bu sonuçlar büyücülüğün ta kendisi değil miydi? O zamana dek bu tür tedaviler aylar, seneler sürüyordu. Yine de sonuç alınamayabiliyordu. Freud döneminde aylar, yıllar süren terapiler 1960’lı yıllarda Gestalt, Transaksiyonel Analiz, Psikodrama gibi yöntemlerle birkaç aya inmişti, ama birkaç seans ya da bir saat, hatta daha kısa sürede sonuç alabilmek..? Hızla Değişen Dünya Yirminci yüzyılın başına kadar dünyada değişim kaplumbağa hızıyla oluyordu. Bilgi değişiminin dönüşümü 1500 yılı alıyordu. Sadece yüz yıl önce bugünkü gelişmeleri hayal etmek mümkün müydü? Telefon, radyo, televizyon, bilgisayar vasıtası ile sesler, görüntüler, bir anda dünyanın öbür ucuna, hatta uzaya gönderiliyor. İnsanlar birkaç saat içinde okyanus aşırı yolculuklar yapıyor. 1940’ta 500 yıla […]
Bilinçli Ebeveynliği Farklı Kılan Nedir?
Bilinçli ebeveynlik diğer ebeveynlik yöntemlerinden farklıdır, çünkü öncelikle şu soruyu cevaplamaya odaklanır: Çocuğumun başarılı olmasına yardım etmek için kendimi ne yönde değiştirebilirim? Duygularınızı düzenlemek için sürekli olarak çalışmak, sağlıklı baş etme yöntemleri geliştirmek ve ceza yerine sonuçları kullanarak eğitim vermek suretiyle, çocuğunuzun olumlu ilişkiler kuran sağlıklı bir yetişkin haline gelmesine yardımcı olabilirsiniz. Danışanlarıma rehberlik ederken de arkadaşlarımla kahve içerken de duyduğum en yaygın soru şudur: “Ebeveynlikte devrim yapma ihtiyacı nereden doğuyor? Ebeveynim beni geleneksel yöntemlerle yetiştirdi ve kendime baktığımda sonucun gayet iyi olduğunu görüyorum.” Bu, doğru olabilir de olmayabilir de; ama tartışmasız bir gerçek var ki dünya son on yılda çok fazla değişti ve geleneksel ebeveynlik yöntemleri artık pek yeterli ve elverişli değil. GELENEKSEL EBEVEYNLİĞİN SINIRLARI Geleneksel ebeveynlik, belli bir felsefeye sahip olmayıp günümüze kadar uygulanagelmiş ve halen popüler olan bir yöntemdir. Geleneksel ebeveynlik çoğunlukla kötü davranışı cezai yöntemlerle ortadan kaldırmaya odaklanır, ebeveyni güçlü; çocuğu güçsüz görür. Çocuğa öğrettiği şey belli bir şekilde davranması gerektiği, çünkü onun rolüne uygun davranışın bu olduğudur. Çocuğun fikrine çok az alan tanır. Sonuç olarak geleneksel ebeveynlik, disiplini çocuklara yeni beceriler öğretmek için başvurulan değil, onların her koşulda uygun biçimde davranmalarını sağlayan bir araç olarak ele alır. Sınırları zorlamak ve statükoyu test etmek, bir çocuğun […]
İlişkilerin Kaç Karat?
Bu dünyada ilişkilerle var oluyoruz. Ama her nedense ilişkilerimize yeterince önem vermiyoruz. İlişkilerimizin hayatımızın kalitesi üzerinde ne denli etkisi olduğunun yeterince farkında değiliz. Ve en önemlisi kendimizle nasıl ilişki kuracağımızı bilmiyoruz. İç dünyamızdan kopuk yaşıyoruz. Partner ilişkileri, arkadaşlık ilişkileri, aile ilişkileri, iş ve sosyal ilişkiler, hatta manavın ya da mahalle bakkalın ile kurduğun ilişki… Hayatta sağlıktan sonra gelen en önemli şey ilişkilerimizin kalitesidir. Hatta fiziksel ve duygusal sağlığımız üzerinde en büyük etki yaratan faktör ilişkilerimizin kalitesidir. İlişkilerimizin kalitesi yaşam kalitemizi belirler. İlişkiler canlı organizmadır. Her canlı organizma gibi ilişkilerin beslenmeye ihtiyacı vardır. Yoksa çürür, eskir, alışkanlığın yarattığı monoton bir hayata ya da sağlıksız beslenme ile toksik ilişkiye dönüşür. Günümüzün güya iletişim çağında insanlar en çok iletişimsizlikten ve yalnızlıktan yakınıyor. İlişkileri olsa da olmasa da, evli de olsa, çevresi geniş, aktivitesi bol bir bekar da olsa, sosyal medyada binlerce arkadaşı olsa da çoğu insan kendisiyle baş başa kaldığında ruhunun derinliklerinde yalnızlık duygusunu hissediyor. Dışarıda faal ve ilişki içinde görünüyor olsak da içerde kendimizi yalnız hissediyoruz. Çünkü günlük aktivite paylaşımı gerçek ilişki değildir. Fikir paylaşımı gerçek ilişki değildir. Cinsel ilişki gerçek ilişki değildir. Bunların hepsi gerçek ilişkiler içinde yer alır ama tek başlarına gerçek ilişki olarak tanımlanamaz. Para, konum, unvan, iktidar… bunların […]
İpler Kimin Elinde?
Çoğu insan çözülmesini istediği bir gizem olduğu için terapi görmek ister. Yirmi yılı aşkın süredir mesleğini icra eden bir klinik uzman olarak daha hiç kimsenin “Babam beni sevmedi” diye yardımımı istemeye geldiğini duymadım. İnsanlar şimdiki zamanda olan bir şey nedeniyle yardım arar. Esasen, yıkıcı olduğunu bildikleri bir şeyi yapar, hisseder ya da düşünürler ama bunu durduramazlar. Çoğu insan talihsiz bir çocukluk geçirmiş olduğu halde bunun yaşadıklarıyla ilgisiz olması gerektiğine inanır; çünkü hepsi geçmişte kalmıştır. İşi daha da kötü hale getiren bu “olması gerekenler”dir, çünkü “Farklı şeyler yapıyor, hissediyor veya düşünüyor olmam gerekir” demek insanları daha da başarısız hissettirir ve sahip oldukları kendilerine dair her türlü olumsuz görüşü arttırır. HEPSİ BİR YERDE KAPANIP KALMIŞTIR Sorunlardan biri insanların çoğunun geçmişi sadece bir “öğrenme deneyimi” olarak görmesidir. Şöyle düşünürler: “Bir şey oldu, bu yüzden ben de belli bir şekilde hissetmeyi veya davranmayı öğrendim. Ama bu yıllar önceydi. Şimdi daha yaşlı ve daha olgunum ve doğruları biliyorum, öyleyse neden peşimi bırakmıyor? Bende bir bozukluk olmalı.” Ters bir durum olabileceğini ama bunun bizi tanımlaması gerekmediğini aklımızda tutmamız iyi olur. Bunun anlamı beyinlerimizde fizyolojik olarak depolanmış, olayın gerçekleştiği zamanki duyguları ve fiziksel duyumsamaları içeren belirli işlenmemiş anıların mevcut olduğudur. Bu anılar işlenmedikleri için her tetiklenişte olumsuz […]
Kendinizi Affetmemeden Kurtarmada Kilit Noktaları
Affetmeye hazır mıyım? Size haksızlık, kötülük etmiş ya da zarar vermiş birini düşünün. Şu ifadelerden size gerçek görünen var mı? Yaptığı şey affedilemez. Bağışlamamı hak etmiyor. Affedecek olursam onu bedel ödemekten kurtarmış olurum. Affedersem beni yaralamaya devam etme izni vermiş olurum. Önce ortada adalet ya da bir özür, hatasını kabul etme olsun, öyle affederim. Bu ifadelerden biri ya da daha fazlası size bir anlam ifade ediyorsa enerjinizi muhtemelen kendiniz ve hak ettiğiniz hayat yerine başka birine karşı olmaya harcıyorsunuz demek. Affetmek başka birine verdiğiniz bir şey değildir. Sizin kendinizi serbest bırakmanızdır. Hiddetinizin varlığını kabul edin ve salıverin. Kendinizle bir hiddet randevusu kararlaştırın. Öfkeli olmak tek başınıza yüzleşmek için fazlasıyla korkutucu geliyorsa, güvendiğiniz bir arkadaşınız ya da terapistinizden yardım isteyin. Öfkenizin varlığını tanıyın, boşaltacağınız bir kanal seçin ve eriterek dağıtın. Çığlık atın, haykırın. Kum torbası yumruklayın. Sopayla yeri dövün. Avluda tabak kırın. İrinlenip sizi zehirlememesi için hiddeti harekete geçirip dışarı çıkarın. Geride bir şey kalmayana dek durmayın. Bir gün ya da hafta içinde bunu tekrar yapın. Kendinizi affedin. Beni yaralamış birini salıvermede güçlük çekiyorsam kendime yönelik suçluluk, utanç ya da hüküm barındırıyor olabilirim. Dünyaya suçsuz geldik. Kollarınızda değerli bir bebek tuttuğunuzu hayal edin. Ufacık varlığının sıcaklığını, duyduğu güveni hissedin. Merak dolu, […]
Nasıl Mutlu Olursun?
Yeni yıl sana mutluluklar getirsin diye dilekte bulunmak mutluluk getirmez. Sana mutluluk getirecek yeni alışkanlıkları hayatına katman gerekir. Bu yılını gerçekten daha mutlu kılmak istiyorsan işte sana mutluluk uygulaması içeren üç yeni alışkanlık. Bu alışkanlıklara hayatında HER GÜN yer vermek, kendine verdiğin yeni yıl armağanı olsun. Her gün yemek yiyerek bedenini doyuruyorsun. Her gün bu üç şeyi yaparak ruhunu doyurabilir, her gününü daha mutlu kılabilirsin. HER GÜN küçük bir iyilik yap. Duygularını arındır. Bir insana/ hayvana/ doğaya yararın dokunsun. Bir kap su veya mama… Bir teşvik edici söz… Bir takdir… Bir minik yardım… Birinin varlığına onay vermek… Yaptığın iyiliğin “çıkarı” bir başkasının yüzüne bir an için bile olsa tebessüm kondurmanın, birine yardım edebilmenin, destek olmanın hissettirdiği mutluluk olsun. Kendine ve Bütün’e faydalı bir insan olduğunu hissetmenin getirdiği doyum, insanın değerlilik duygusunu en hızlı arttıran harika bir yol. Mutlu et. Mutlu ol. HER GÜN hayatındaki bir şeye şükran duy. Ruhunu arındır. Şükran duyacağın o kadar çok şey var ki… Şükran sahip olduklarının değerini onlara sahipken bilmektir. Şükran duy. Şükran duyacağın şeyler artsın. HER GÜN evinden gereksiz bir şeyi at. Yaşam alanını arındır. Evinde, çekmecende, dolabında yer işgal eden, bir gün giyerim diye sakladığın ama son iki üç yıldır hiç giymediğin giysileri, […]
Bana Biraz Blues Ver
Gerçeği Anlat Gerçeği Yaşa Blues gerçeği tanımlamaktır. “Bluesta vurgulanan şey durumu değiştirmek değil, onunla beraber yaşayabilmektir. Tarlalardan kaçıyorsanız bluesu hissetmiyorsunuzdur, der Albert Murray. Blues yaşamın ne olduğuna dair bir resmini çizer, ne olması ve nasıl olması gerektiğinin değil. Olası en iyi şartlarda dahi üzüntüyü ve sevinci bir arada yaşatabilir ve bundan rahatsızlık duymaz. Günümüzde hâlâ pek çok şarkıda geçen “I feel blue” ifadesi yarı sarhoşluk, nahoşluk ve depresif hissetme hâlini anlatır. Herkes blues hisseder ve bu düşük ruh halleri bize saldırdığında her birimiz kendimizce bir savunma mekanizması icat eder, bu durumla savaşabilmek için çeşitli yollar geliştiririz. Ancak Keith David’in dediği gibi; Hiçbir şey blues hissini savuşturmak için blues müziği kadar işe yaramaz. Kısacası blues müziği, ruhumuzu ele geçiren bu mavi şeytanları kovalamanın bir yoludur. Blues çareyi kaçınılmaz olanın karşısında hiçbir şey yapmamakta arar. Acılarınız hakkında konuşarak, düşünerek ve çalarak adeta hareket etmeksizin köklerinize doğru bir yolculuğa çıkarsınız. Bir yönüyle bluesun değişimi yadırgayan statükoyu vurgulayan eğiliminden söz edilebilir. Ancak bu müziğin çıkış şartlarını, toplumsal ve bireysel anlamda değişmez acıların evrensel gerçekliğini ve günümüz için hala geçerli olan eşitlik bulmamış yaşam koşullarını dikkate aldığımızda kaçınılmaz bir yaklaşım olduğu anlaşılır. Psikolojik tedavi seanslarında da sorunların çözümü için harekete geçmezden evvel hareketin en önemli […]
Ne Zaman Başlamalı?
Basitçe şunu söyleyeyim: “Ne zaman”, “nasıl”dan neredeyse daha önemli. Tuvalet eğitiminin en kolay verildiği yaşlar yirmi ila otuz ay arası. Bu kesin. Biraz daha erken ya da geç de olabilir ama dikkatli olunmalı. Örneğin yirmi aylıktan küçük çocukların çoğu, bağlantıları daha büyük çocuklar kadar hızlı kuramaz, bu da sizin (çocuğunuzdan kendi kendine harekete geçmesini beklemek yerine) küçük sinyalleri algılayıp ona göre davranma konusunda daha dikkatli olmanızı gerektirir. Öte yandan yirmi aylıktan küçüklerle çalışmak otuz aylıktan büyüklerle çalışmaya göre inanılmaz derecede kolaydır. Otuz aylıktan büyük çocuklar manipülasyon konusunda çok daha beceriklidir. Seçenek sahibi olmanın ve özgür iradenin gücünü bilirler. Annem bunu şöyle açıklamayı sever: “Çocuk konuyla ilgili seçim yapabilecek yaşa gelmeden işi halletmek istiyorsun.” Üç yaşında bir çocuğu olan herkes onların özgür iradesini dayatmakta ne kadar mahir olduklarını bilir. Güç mücadeleleriniz çok büyük olur. Kazanan ise siz olmazsınız. Bu yirmi-otuz ay aralığının tam ortası çoğu insan için idealdir. Bu yaşta çocuğunuz sizi mutlu etmeye heveslidir, etrafındaki dünyada bulunan birçok şey arasında bağlantı kurmaktadır, hâlâ şekil verilebilir haldedir ve daha fazla sorumluluk almak için can atar. Bir düşünün. Bu yaştaki çocuklar yardım etmeye ve önemli hissetmeye bayılırlar. Evde yemek yapımına, temizliğe, ufak tefek işlere yardım etmek isterler. Dolayısıyla onlara kendilerine ait bir […]
Evlilik ve Boşanmaya Dair Yalanlar
Sevginin özü sınırsız ve engelsiz. Ayrımsız ve vahşi. Zamansız ve hudutsuz. Sınır nedir bilmez. Kilise ve yasa kuvvetini aldı onun lakin ve özgürlüğünü çaldı Onu bir kişiyle sınırladı ve ölene dek kafese tıktı Diğer münasebetler hainlik, ihanet ve aldatma sayıldı. Evliliği iki kişi arasındaki sevgi dolu birlikteliğin nihai hedefi bellediğimizde, onu kurumsallaştırmış oluruz. Birçok çift için evlilik, “şişelenmiş sevgi”dir. Bu bir çiçeğin kokusunu alıp onu parfüm olarak şişelemeye benzer. Kokusu muhtemelen hâlâ hoş olsa da parfüm, çiçeğin özgün esansını asla yansıtamaz. Evlilikte de durum böyledir. Yani herhangi bir evlenmemiş çifte karşılık olarak evlilik geleneğinin kurumsal doğasından söz ediyorum. Söylediklerim evlilik yanlısı ya da karşıtı değil. Sadece bir kurum olarak evlilik gerçeğinden bahsediyorum. Elbette ki mutluluk veren, hatta mest eden evlilikler var. Amaç oğullarımız ve kızlarımıza evlilik kurumunu anlatıp onların bunu seçip seçmeyeceğini kendilerine bırakmaktır (ki evlenmemek pek çoğumuzun hayal bile edemediği bir seçenekti). Evlilik, sahip olunan malları kontrol altında tutmak amacıyla aileler arasında yapılan sosyal bir kontrat olmaktan çıkıp kilise himayesinde mukadder kılınan ilahi bir kontrat haline geldiğinde her şey değişti. Din evlilik mutabakatına pençelerini geçirdiği anda evliliğin bitişini de günah addetti. “Cehennemde yanmak” istemiyorsak bu kurumun hudutları içinde kalmamız gerektiğine dair beynimiz yıkandı. Evliliği ne kadar yüceltirsek cennet için […]
Şiddet Kültürü
Bir antropolog, ” Evrim sürecinde maymunlarla insanlar arasındaki kayıp halkayı buldum” demiş. “Biziz”” Homosapiens, bu gezegende hem kendi türüne hem diğer türlere en zararlı, en yıkıcı tür. Neden? Henüz evrimleşerek insan-laşamadığı için. Dünyada çok sayıda “homosapiens”, az sayıda “insan” var ne yazık ki. Homosapiens kültürünün özelliği ataerkil yani erkek egemen bir yapıya sahip olması. Yin- yang dengesizliği had safhada. İnsan-a evrimleşmiş homosapiens türü ise erkeğiyle, kadınıyla eşitlikçi, hem doğaya hem diğer canlılara saygılı bir yin- yang dengesine sahip dünya yaratmaya çalışıyor ama insan-laşma oranı henüz az olduğu için erkek egemen homosapiens üyeleri dünyada her türlü şiddeti uygulamayı kendine hak görüyor. Bu homosapiens türü, sadece erkek cinsini değil, erkek değerlerini benimsemiş kadınları da kapsıyor. İşte bakın İran’da başı açık kadınları hınçla dövenler arasında çarşaflı kadınlar, kadın polisler var. İş dünyasında hemcinslerini erkek yöneticilerden daha çok ezen kadın yöneticiler var. Yin (dişil) ile dengelenmemiş yang (eril) enerji, yin olan her şeyi sömürüyor, istismar ediyor. Kendini gezegenin ve diğer türlerin efendisi sanan erkek egemen anlayış, doğayı sömürüyor, kadını sömürüyor, kendinden güçsüz gördüğü çocukları, hayvanları sömürüyor, istismar ediyor. Fiziksel, cinsel, sözel, duygusal şiddet, gaddarlık her yerde. Güce tapan ama kadının doğal gücünden ve zekâsından korkan erkek egemen anlayış, kadını eğitimsiz bırakarak, kendine tutsak kılarak, […]
Alışkanlıklarımızı Değiştirmek
Alışkanlıklarımızı nasıl ve neden oluşturduğumuz. Kötü alışkanlıklarımızdan kurtulmakta neden zorlandığımız. Hayatımızın herhangi bir alanındaki istenmeyen alışkanlıklarımızı değiştirmek üzere nasıl motive olabileceğimiz. Değişiklikleri aniden mi yoksa yavaş yavaş mı yapmak gerektiği. Değişikliklerin kalıcı olması için beynin nelere ihtiyaç duyduğu. Andrew sabah erken kalkar. Gözlerini açar açmaz zihni o kadar çok düşünceyle dolar ki stres seviyesi daha ilk fincan kahvesini bile hazırlayamadan artmaya başlar. Gergin bir şekilde duşa girer ve ardından işe gitmek için hazırlanmaya başlar. Giyinme faslı sona erdiğinde, bunaltıcı kaygısı iştahını çoktan kaçırmış olduğundan kahvaltı etmeden evden çıkar. Trene biner, tren ineceği durağa gelirken karnının guruldadığını hisseder ve büyük bir sütlü kahve ile yaban mersinli bir kek alıp bunları istasyonun içinde yürürken hızlıca tüketir. Bu, Andrew’un pazartesi gününden kısa bir enstantanedir sadece. Bununla birlikte eğer onu hafta boyunca izlersek hayli düzenli alışkanlıklara sahip olduğunu görürüz. Aslına bakarsanız Andrew bu alışkanlıkları değiştirmek için birkaç yıldır uğraşıyor. Günlük alışkanlıkları onu kaygı ataklarına sürükler, kilo almasına neden olur, yüksek tansiyon ve Tip 2 diyabet geliştirmesine yol açar ve hem ailesiyle olan ilişkisini hem işyerindeki performansını sakatlarken, Andrew iş-hayat denklemini değiştirme hedefiyle bana başvurdu. Şu anda Andrew’u yargılıyor ya da içten içe ondan farklı olmadığınızı düşünüyor olabilirsiniz. Her halükârda kesin olan şu ki hepimiz […]
Kediler, develer ve rekreasyon: Öfke
Bölüm başlığı olarak biraz tuhaf oldu ama olsun. Bu bölümü de yine öncekiler gibi, size uyarsa okursunuz. Bazılarınız için ise “tam benlik” diyeceğiniz bir bölüm olacaktır. Üzerinde çalıştığınız modelin tetikleyiciler, değerlendirme ve kararlar, öfke, ketleme, tepkiler olduğunu unutmayalım. Bu bölümde söz edeceğimiz öfke kutusu ve değineceğimiz üç nokta var. Öfkeyi yenmek Değineceğimiz ilk nokta öfkeyi yenmek. Buna genelde “kediye bir tekme” ya da “hep sevdiklerini incitmek” denir. Örneğin, işte kötü bir gün geçirmişsinizdir ama patrona kızmanın iyi bir fikir olmadığını düşünüyorsunuz. Bu yüzden de eve gelir ve kediye bir tekme atarsınız (elbette teşbih olarak). Başka bir deyişle acısını karşınıza ilk çıkan kişiden çıkarırsınız. Buradaki tuhaflık öfkenizi çıkardığınız kişinin o sırada gerçekten de sizin sinirinizi bozan bir şey yaptığını düşünüyor olmanızdır. İşyerinde patronunuza olan öfkenizi evdeki sevdiklerinizden ya da kedinizden çıkardığınızı farkına varmazsınız. Öfke birikirse, katlandıkça katlanır İkinci nokta öfkenin biriktikçe katlanan bir şey olması yani gitgide artmasıdır. Burada da en iyi benzetme birinci kısımda kullandığımız delik kova analojisi olacaktır. Diyelim ki elinizde delinmiş bir kova var. Bu delik kovaya bardak bardak suyu çok hızlı boşaltarak taşma noktasına getirebilirsiniz. Kova taştığında bu öfke patlamasına benzer. Yani bir bara bir iki saat içinde arka arkaya beş kişi girip kapıyı arkalarından aralık bırakırlarsa, […]
Kilolu Kızgın
“Ben hiçbir şeye kızmam. Kızıp da kendimi boşu boşuna neye üzeyim ki” diyor doksan kiloluk genç kadın. “Kızacağımı hissettiğim zaman kendime sakin olmak için telkin yaparım. Kontrolü kaybetmemek gerekir” diyor oldukça kilolu restoran sahibi bir erkek. Hatice, yüzüne yapışmış tebessümüyle çalıştığı bankada neşeli, yardım sever, sevecen bir insan olarak tanınıyor. Hem iş arkadaşları, hem banka müşterileri tarafından sevilen bir insan. İş yerinde herkesin doğum gününü hatırlayan odur, hemen her gün elleriyle yaptığı nefis börek çörekleri arkadaşlarıyla paylaşan odur. çevresindeki insanlara her an yardıma hazır olan odur. Yaz kış giydiği çadır elbiselerinin içinde “şişman insan mutludur” inancının canlı bir kanıtıdır Hatice. Bir hafta sonu, Erenköy’de girdiğim bir dükkanda Hatice’yle karşılaştım. Bankasının müşterisiydim. Hal hatır faslından sonra evinin çok yakın olduğunu söyleyerek beni ısrarla kahve içmeye davet etti. Evin dağınıklığı karşısındaki şaşkınlığımı unutamıyorum. Koltukların üzerinde kendime yer açarak bir köşeye iliştim. Kısacık süre içinde önüme çeşit çeşit çörekler konulmuştu. Yaşları on-on beş arasında değişen üç oğlu vardı. Kocası bir şirkette şoför olarak çalışıyordu. Sohbetimizin ana temasını, Hatice’nin kendi kiloları oluşturuyordu. Onlarla dalga geçiyor, espriler üretiyordu. Bu sohbetten rahatsızlık duymaya başlamıştım. Bu arada Hatice sık sık mutfağa girip çıkıyordu. Bir ara su almak için mutfağa gittiğimde Hatice’yi elinde votka şişesinin kapağını kapatmaya çalışırken […]
Sosyal Medya ve Çocuk İstismarı
Çoğumuzun olduğu gibi sizin de bir sosyal medya hesabınız varsa bir video ya da sponsorlu bir reklam sayesinde bir instamom, başka bir deyişle instagram annesi hesabına denk gelmiş ya da ilgili bir ebeveyn olduğunuz için takipte olabilirsiniz. Ne zaman bu hesaplardan birine rastlasam aklıma Truman Show filmi gelir. Hatırlarsanız Truman kimsesizdir, doğduğu andan itibaren kendisi dışında herkesin ve her şeyin kurgu olduğu dev bir film setine yerleştirilmiştir. Tüm hayatı film ekibi tarafından planlanan Truman’ın evi, oyuncakları, arkadaşlıkları, babası, eşi, işi, çocukluk travmaları, hatta fobileri bile senaryo ekibi tarafından tasarlanmıştır. Tüm dünyanın 24 saat kesintisiz seyrettiği realityshowda, yaşadığı hayatın kurgu olduğunu bilmeyen tek kişi Truman’dır. Show yayınlandığı ilk andan itibaren izlenme rekorları kırmaktadır. İçtiği biradan, kullandığı şampuana; mutfak bıçağından, arabasına kadar tüm ürünler reklam amaçlıdır. Truman, medya ve reklam sektörünün metası yani malıdır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre istismar: “Çocuğun sağlığını, fiziksel ve psikososyal gelişimini olumsuz etkileyen, bir yetişkin, toplum ya da devlet tarafından bilerek ya da bilmeyerek uygulanan tüm davranışlar çocuğa kötü muameledir.”1 Bu tanımdan yola çıkarak çocuğun başta ebeveynleri, bakım verenleri, güven ilişkisi içinde olduğu kişiler ya da herhangi bir yetişkin tarafından fiziksel, cinsel ya da duygusal olarak zarar verilmesi ile birlikte ihmalin ve ekonomik sömürünün varlığı da istismar kapsamında değerlendirilir2. Tanım […]
150 Yıl yaşayabilir miyiz?
Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarla da doğrulanan eski Çin tıbbı ilkelerine göre bedenimiz on iki kanaldan akan enerji aracılığıyla birbiriyle sıkı ilişki içinde bulunan organların ve hücrelerin oluşturduğu büyük bir enerji sistemidir. Her birimiz, sürekli olarak değişime ve dönüşüme uğrayan bu enerjilerden birkaçına sahibiz. Enerji, bedenimizin çevresinde fiziksel ve ruhsal durumumuzu belirleyen biyolojik bir katman -aura- meydana getirir. Bedenimizdeki tam bir enerji değişimi döngüsü yedi yıl sürer. Hayatımızda böyle 22 döngü bulunur ki, biriken enerji açısından bakıldığında, 150 yıl yaşamamız gerektiği ortaya çıkar. 150 yıl bazıları için bir abartma gibi gelebilir. Ama ne olursa olsun, uzun bir ömür sürmemiz ve daha da önemlisi sağlıklı kalmamız mümkündür. Bedenimizdeki sağlıklı ve hastalıklı hücre dengesi, hastalıklılar lehine bozulduğu zaman, bedenimiz yaşlanır ve hastalanır. Yaşlanmayı durdurmak bu istenmeyen dengeyi değiştirmek anlamına gelir. Kuramsal olarak, bu süreç için uygun koşulları yaratmamız halinde, hücrelerimiz yedi yıllık bir süre içinde kendilerini tümüyle onarma yeteneğine sahiptir. Bilim, sağlığımızın yüzde 15’ini ebeveynlerimizden kalıtım yoluyla aldığımızı, diğer bir yüzde 15’i doktorların etkileyebileceğini ama geri kalan yüzde 70’inin tamamen hayat tarzımıza bağlı olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, şimdi size hastalıklara ve erken yaşlanmamıza yol açan birtakım hatalı yaşam biçimlerini birlikte incelemeyi öneriyorum. Sağlığın ve hastalıkların kaynaklarına ilişkin çok kitap okudum ve pek […]
Duygusal İhtiyaçların Tatmini
Hemen herkesin, gerçekleşmesini yürekten istediği “yılların eskitemediği” doyumlu bir ilişki hayali vardır. Bu umutla girer ilişkiye. Zamanla sürecin istemedigi yönde ilerlediğini gördüğünde ne yapacagını, ilişkisinde ortaya çıkan sorunları nasil çözecegini bilememenin çaresizliğini yaşamaya başlar. Bulunan çözüm hemen her zaman partnerini düzeltmektir. Çünkü sorunların kaynağı partnerdir. Tabii nafile bir çabadır bu. İlişkilerde sorun her zaman özenin azalmasından doğar. Bunda şu veya bu ölçüde iki tarafın da katkısı vardır. Taraflardan birinin daha az katkıda bulunması onu beraat ettirmez. Partnerlerden birinin ilişkiye çok sağlıklı yaklaştığını, yapılması gereken her şeyi yaptığını varsayalım. Buna rağmen ilişkisi kötüye gidiyor ve o bu duruma katlanıyorsa, bu kez katlandığı için sorumludur. Hepimiz kendimizi layık gördüğümüz bir ilişki yaşarız. “ Ben bunu hak etmiyorum, daha iyisine layığım” diye düşünsek de, adım atmıyor, bizi mutsuz eden ilişki içinde kalıyorsak, bu, kendimizi daha iyisine layık görmediğimiz içindir. Çoğu zaman aklımızdan, “Ayrılsam bundan daha iyisini mi bulacağım. Çocuklar daha çok küçük, onlar için bu ilişkiye katlanmalıyım. Ayrılsam bu yaştan sonra (özellikle yaşımız kırkın üzerinde ise) beni kim beğenir” gibi düşünceler geçer. Bunlar kendimizi kandırmanın gerekçeleridir. Gerçek, kendimizi daha iyisine layık görmememizdir. Bazıları için ayrılık başarısızlık olarak algılanır. Sırf kendisini başarısız hissetmemek adına doyum almadığı bir ilişkiyi sürdürmeye çalışır, kendini tüketen bir çaba […]
Sessizliğin düşündürdükleri…
Siyah beyaz bebeklik fotoğrafımdaki minik kaygılı yüzüme sessizce bakarken, bir anda kelimelerin hayatımda nasıl da bıçak gibi keskin olduğunu farkettim. Küçük bir çocukken kavganın sıradan olduğu, aile üyelerinin birbirine hakaret etmesinin ya da kötü davranmasının normal kabul edildiği, desteklenmek bir yana adeta hata yapmanın beklendiği ve hatanın yüzüne vurulduğu bir evde büyüdüm. Böyle bir ev, bir çocuğun hayata ve kendisine, sevgi ve güven duymasını nasıl engelliyormuş canlı örneğiyim. Elbette benden çok daha zor koşullarda büyüyen sayısız çocuk vardır, ama ben kendi dünyamın şahidiydim ve gözlerimin önüne serilen bu dünya benim için oldukça zorlu ve zorlayıcıydı. Hep mutsuz olduğumu ve bu kaotik ortamın beni dalgın ve üzgün yaptığını hatırlıyorum… Çocuk dünyamda ne zaman neşelenecek bir şey bulsam bir öfke patlaması hevesimi söndürüyor ya da çocukça bir merakım, hareketliliğim, hatam azar, göz devirme ya da fiziksel bir ceza ile sona eriyordu. Titiz, detaycı, mükemmeliyetçi, tahammülsüz baba deli gibi çalışıyor, yedi yirmidört kocası ile ego savaşından yorgun düşen anne, benden önce evde ol diyen kocasına inat ev gezmelerinden eve geç geliyordu. Anne baba sürekli kavga edip, savaşın tek mağlubu çocuklarını çoğu zaman mutsuz uykulara yolluyordu. Abi, bu huzursuz evin stresinden kurtulmak için çareyi kardeşini hırpalamakta buluyor, bu hırpalamalar azar ya da tehditler ile […]
Geleneksel Çin Tıbbında, Taoist Öğretide Nefes
Taoist öğreti, Çin’in en eski öğretilerindendir. Kimi zaman din ya da bir tür ahlaki inanç olarak yaklaşılsa da öğretinin temel kitabı Tao Te Ching’de (Yol ve Erdem Kitabı) klasik dinlerde bulunan “tanrı, yaratıcı” kavramı, “iyi ve kötü” gibi ahlakın temelini oluşturan görüşler yoktur. Kitap, “Sonsuz Tao, ne anlatılabilir ne de ad verilebilir olandır” der. Tao veya Dao yol, yön, yöntem, akış gibi birçok karşılık barındırır. Taoizm denince ilk akla gelen temel kitabın yazarı filozof ve bilge Lao Tzu asırlar önce kişiyi bilgeliğe ve mutluluğa götüreceğine inandığı dört temel değerden söz etmiştir. Koşulsuz sevgi “Bunu olabildiğince sık tekrar edin; çünkü kendinizi sevgi dolu gördüğünüzde, dışarıya yalnızca onu yansıtırsınız” Dyer İçten gelen, doğal samimiyet “Artık samimiyetsiz veya sahtekâr olmaya ihtiyacım yok. Ben buyum ve böyle hissediyorum” Dyer Nezaket “Nezaket, yaşamı ve insanları olmalarını istediğin gibi değil oldukları gibi kabul etmektir. Böylece suçlamaya ve kontrol etmeye ihtiyacın kalmaz ve evrenin ritmiyle uyumlanıp huzur dolu bir dünyanın tadını çıkarırsın” Dyer Verici ve destekleyici olmak “En büyük mutluluk vermek ve sunmaktır. Sürekli kendiniz için istemeyi bırakıp, karşılık beklemeden başkalarını desteklemeye başladığınızda mutluluğu bulacaksınız.” Dyer Sizce de bu erdemlere en çok ihtiyacımız olan dönemleri yaşamıyor muyuz? Lao Tzu vesile oldu, yakınlarda kaybettiğimiz Dr. Wayne Dyer’ı da, […]
150 Yıl yaşayabilir miyiz?
Son yıllarda yapılan bilimsel araştırmalarla da doğrulanan eski Çin tıbbı ilkelerine göre bedenimiz on iki kanaldan akan enerji aracılığıyla birbiriyle sıkı ilişki içinde bulunan organların ve hücrelerin oluşturduğu büyük bir enerji sistemidir. Her birimiz, sürekli olarak değişime ve dönüşüme uğrayan bu enerjilerden birkaçına sahibiz. Enerji, bedenimizin çevresinde fiziksel ve ruhsal durumumuzu belirleyen biyolojik bir katman -aura- meydana getirir. Bedenimizdeki tam bir enerji değişimi döngüsü yedi yıl sürer. Hayatımızda böyle 22 döngü bulunur ki, biriken enerji açısından bakıldığında, 150 yıl yaşamamız gerektiği ortaya çıkar. 150 yıl bazıları için bir abartma gibi gelebilir. Ama ne olursa olsun, uzun bir ömür sürmemiz ve daha da önemlisi sağlıklı kalmamız mümkündür. Bedenimizdeki sağlıklı ve hastalıklı hücre dengesi, hastalıklılar lehine bozulduğu zaman, bedenimiz yaşlanır ve hastalanır. Yaşlanmayı durdurmak bu istenmeyen dengeyi değiştirmek anlamına gelir. Kuramsal olarak, bu süreç için uygun koşulları yaratmamız halinde, hücrelerimiz yedi yıllık bir süre içinde kendilerini tümüyle onarma yeteneğine sahiptir. Bilim, sağlığımızın yüzde 15’ini ebeveynlerimizden kalıtım yoluyla aldığımızı, diğer bir yüzde 15’i doktorların etkileyebileceğini ama geri kalan yüzde 70’inin tamamen hayat tarzımıza bağlı olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, şimdi size hastalıklara ve erken yaşlanmamıza yol açan birtakım hatalı yaşam biçimlerini birlikte incelemeyi öneriyorum. Sağlığın ve hastalıkların kaynaklarına ilişkin çok kitap okudum ve pek […]
Korkudan Sevgiye
Korku karşısında sessiz kalmayı nasıl öğrendik? İsyan etmektense sessiz kalmanın daha akıllıca olduğunu çocukluktan beri biliyor gibiydik. Ben birileri beni otobüste ellediği, sokakta bana laf attığı, mağazada taciz ettiği zaman, şu ya da bu adam tarafından enikonu istismar edildiğim zaman yutkunup onurumu hiçe saymayı öğrendim. Her zaman, çok fazla ses çıkarırsam intikamla karşı karşıya kalacağımdan korktum. Sahici olmaktan çok başkalarının beni nasıl gördüğüne önem verdim. İstismara uğramış her kadın bunu doğrulayacaktır. Biz sessiz kalırız, çünkü konuşursak kınanmaktan ve işleri daha da kötüleştirmekten korkarız. Toplumsal baskı ve zorbalık psişemizi yönetmekte ve günlük bazda uyguladığı yöntem olarak korkuyu kullanmaktadır. Bizler ne kadar sessiz ve itaatkâr olduğumuza göre kademelendiriliriz. Ne kadar sessiz, o kadar yüksek kademede… Bunlar herkesi, erkekleri bile birer harabeye çeviren ataerkil kültürün mirasıdır. Toksik bir sistemin doğası gereğidir. Herkes bu sistemin pençelerinden nasibini alır. Korkuya kapıldığımızda ve korkunun meyvesi olan sessizliğe büründüğümüzde kendimizi sevmekten uzaklaşırız. Kendini sevmenin belirleyici özelliklerinden biri iç dünyamızı suçlama ya da utanç olmadan onurlandırmak ve özgürce ifade etmektir. Sahiciliğimizin sesini sürekli olarak bastırmanın sonucu ıstırap ve sürekli büyüyen bir kopukluktur. Gerçek deneyimlerimizi öteye iterek ve görmezden gelerek, bu deneyimlerin hiç yaşanmamış olduğuna dair illüzyonu desteklemiş oluruz. Bu kopma bizi geçici olarak rahatlatsa da zamanla anbean yaşadığımız […]
Gerçek ve Hayali Tetikleyiciler
Bize özgü ya da evrensel olması fark etmeksizin, bir şeyden tetiklendiğimizi anladığımızda sürekli onu kollar durumda oluruz. Bu alarm durumu, aslında orada olmayan bir şeyi hayalimizde yaratmamıza neden olabilir. Sözgelimi, yaklaşımımızı ya da davranışımızı yanlış bir sanıya dayandırarak başkalarını haksız yere yargılayabiliriz. İşte bir örnek: Pascal kimsenin onun arkasında durmadığı bir aileden geliyor. İhtiyacı olduğunda ailesi ne yanında oldu ne de onu korudu. Bu, Pascal’ın ilişkilerinde karşı tarafın güvenilirliğine dair aşırı hassasiyet geliştirmesine neden oldu. Örneğin, yaşadıkları bir olayda, arkadaşları ve eşi gerçekte ona destek oldukları halde Pascal öyle olmadığına inanmıştı. Bir partideydiler. İş arkadaşı Cole, Pascal’ın yaptığı işe göre fazla yetenekli olduğunu söyledi. Yaratıcılığını tamamıyla ortaya koyabileceği bir iş araması için Pascal’ı yüreklendirmeye çalışıyordu. Diğer arkadaşları ve eşi India da bu fikre içtenlikle katıldılar. Pascal ise Cole’ün yorumunu eleştiri olarak yorumladı. India ve diğerleri onu savunmayıp Cole’ü onayladıkları için incinmişti. Eve döndüklerinde India’yı suçladı. İlişkilerdeki suçlamalar çoğunlukla yanlış anlaşmalara ya da gerçekte çekilmemiş olan bir tetiğe dayanır. Buna ek olarak, suçlama çoğu zaman yasın üzerini örtmeye yarayan bir araçtır. Pascal’ın asıl hissettiği şey de yastı. India açıklama yaptığında Pascal olanları yanlış yorumladığını fark etti. O zaman gevşeyebildi. Ne var ki bu, tetiklenmesinin ardındaki, derinlerde yatan örüntüleri tespit edip çözmesine […]
Bencilliği ve Özsaygıyı Yeniden Tanımlayalım
Bencillik kavramı hiç hak etmediği halde kötü bir ün kazanmıştır. İnsanların sınırlarını ezip geçtiğiniz ve onları incitip incitmediğinizi umursamadığınız türde bir bencillikten, başkalarına kötü davranmak için kullanılan bir bahaneden bahsetmiyorum. Bununla birlikte, toplumumuz bencilliğin her türlüsünü “kötü” sayarak pek çoğumuzun, kendimizi hakkımız olan öz sevgi ve özsaygıdan mahrum etmemize neden oluyor. Anlamam uzun zaman aldı; ama artık biliyorum ki benim için iyi olan şey ilişkim için de iyidir. Bu ilişki ister romantik olsun, ister aile, ister arkadaşlık ya da iş ilişkisi… Bir başkası için kendi sınırlarımı aşarsam içerleyeceğimi ve içerlemenin bu ilişki için sınır çizmenin verdiği kısa süreli çatışmadan daha zararlı olacağını bilirim. İnanın bana, bunu son birkaç yılda defalarca test ettim. Keşfettiğim şey ise kendi faydamıza uygun davrandığımız takdirde hepimizin daha fazla isteğimize kavuştuğumuz oldu. Tabii ki başkalarına zararlı olmayan, aklıselim içeren bir faydadan söz ediyorum. Zararlı davranışlar ne benim ne de başkasının faydasına olabilir. Birine yardım etmek üzere konfor alanımı asla terk etmeyeceğimi de söylemiyorum. Daha önce değindiğim gibi, başkalarını düşünmeye ne kadar az zorunlu hissedersem onlara yardım etmeye ve onları sevmeye o kadar istekli oluyorum. Buna karşın artık verdiğim şeyleri bir sorumluluk duygusuyla ya da bir şey kanıtlamak için vermiyorum. Verdiğimde bu, vermeyi içtenlikle istediğim için oluyor. […]
Hiçbir şeyi kişisel algılama
Zihnin programlanmasında yaptığımız tüm anlaşmalar çoğu kez birbiriyle uyum içinde olmaz. Her anlaşma ayrı bir varlık gibidir. Her birinin kendi kişiliği ve sesi vardır. Birbiriyle çelişen anlaşmalar, diğer anlaşmalarla da çatışıp gittikçe büyüdüğünde zihinde büyük bir savaşa dönüşür. İnsanın ne istediğini, nasıl istediğini ve ne zaman istediğini bilmekte zorlanmasının nedeni mitotedir. Anlaşmalar kendi aralarında anlaşmazlığa düştüğü için karmaşa yaşanır. Zihnin bir bölümü bir şey isterken diğer bölümü tam zıddı olan şeyi ister. Zihnin bir bölümü bazı düşünce ve davranışlara karşı çıkarken, diğer bölümü de zıt düşünce ve davranışları destekleyebilir. Tüm bu küçük, minik varlıklar içsel çelişkileri yaratır çünkü her biri canlıdır ve her birinin kendine özgü sesi vardır. Zihnin çelişkilerinin üstesinden gelmenin tek yolu, tüm anlaşmalarımızın dökümünü yapmaktan geçer. Böylelikle çelişkinin nedenlerinin farkında olabilir ve mitote kaosunu düzene sokabiliriz. *** Hiçbir şeyi kişisel algılamayın. Çünkü kişisel algıladığınızda hiçbir şey uğruna kendinizi acı çekmeye mahkum edersiniz. İnsanlar farklı boyutlarda ve farklı açılarda acıların tiryakisi olur. Ve biz bu bağımlılıkları sürdürebilmek için birbirimize destek veririz. İnsanlar birbirlerinin acı çekmelerine destek vermek konusunda anlaşma içinde davranıyor. Eğer kullanılma, sömürülme veya aşağılanmaya ihtiyaç duyuyorsanız, başkaları sizi kullanarak, sömürerek veya aşağılayarak size ihtiyacınızı karşılamanız için yardım etmekte gönüllü olacaktır. Sizi taciz edecek insanları bulmanız çok […]
Çocuğunuzun Uykusu Neden Önemlidir
Çocuğumun Ne Kadar Uykuya İhtiyacı Var? Bu ebeveynlerden çok sık duyduğumuz bir soru. Belki çocukları, kardeşleri veya yaşıtları kadar uyumuyor gibi görünebilir ve buna az uyumanın çocuğun hayatı üstünde etkisi olabileceği varsayımı da eşlik edebilir. Pek çok ebeveyn çeşitli medya kaynaklarından (mesela, TV, radyo, vb. gibi) okul çağındaki çocukların her gece yaklaşık 10 saat uyuması gerektiğini duyabilir. Genellikle ebeveynlerin bildirimlerine (mesela, aktivite ölçer saat gibi bir alet kullanmanın tersine, ebeveynlerden çocuklarının uykusu hakkındaki bir soruya cevap vermeleri istenen araştırmalara) dayanarak okul çağındaki binlerce çocuğun uykusunun hesaplandığı birkaç araştırma vardır. Bunlara ABD’de yapılan Ulusal Uyku Vakfı anketleri ve Avrupa, Avustralya ve dünya genelinde yapılan araştırmalar da dahildir. Bu araştırmaların çoğu farklı yaşlardaki çocukların ortalama uyku süresini vermektedir. Ve insanlar bu ortalamaya odaklanmaya meyillidir. Gerçekte, çocukların uyku gereksinimi birinden diğerine değişiklik gösterir -tıpkı boyları, ayakkabı numaraları ve kiloları gibi. Mesela, sekiz yaşındaki bir çocuğun ortalama uyku süresi aşağı yukarı 10 saattir, fakat sekiz yaşındaki çocukların yaklaşık yüzde 80’i 9 ile 11 saat arasında uyur. Daha az uyumak her zaman bir uyku sorunu olduğuna işaret etmez. Biz ebeveynleri çocuklarının uyku süresinden çok uyku kalitesine ve kritik bir öneme sahip olan, gün içinde nasıl işlevde bulunduklarına odaklanmaya teşvik ederiz. Nitekim, çocuğunuzun ciddi bir uyku […]
En sıkı, en sağlam hapishaneler kendi kendimize inşa ettiklerimizdir
Özgürlüğü kaybetmekten söz ederken nadiren kendi kendimize gönüllü olarak koyduğumuz kısıtlamaları düşünürüz. Denemekten korktuğumuz her şey, gerçekleştirilmemiş her hayalimiz, olduğumuz ve olabileceğimiz kişiyi sınırlar. Bizi mutlu edecek şeyleri yapmamıza engel olan, genellikle korku ve onun yakın kuzeni kaygıdır. Hayatımızın büyük kısmı kendimize verdiğimiz sözlerden dönmekle geçer. Yapmak için can attığımız,eğitim almak, işimizde başarı kazanmak, âşık olmak vb. şeyler herkes tarafından paylaşılan hedeflerdir. Bunları elde etmeye giden yol bilinmez de değildir; ama çoğu zaman olmak istediğimiz kişi haline gelmek için atmamız gereken adımları atmayız. Başarısızlıklarımız için başkalarını suçlamak insanidir. Ebeveynlerimiz de bundan kendilerine düşen payı alırlar. Genelde fırsat eksikliğinden dem vururuz. Sanki hayat sınırlı sayıda biletin olduğu bir piyangoymuş gibi… Zamanın kısıtlı olması ve para kazanma mecburiyeti, eylemsizliğimizin yaygın mazeretlerindendir. Ayrıca deneyip başarısız olma korkusu da bizi felç eden bir atalete sürükleyebilir. Beklentilerimizi düşük tutmak bizi hayal kırıklığından korur. Kapana kısılmış olduğumuzu düşünmek hoşumuza gitmez. Sonuçta burası fırsatlar diyarıdır. Etrafımız başarı imgeleriyle doludur. Kültürümüz bizi sürekli olarak, çoğunlukla da sınırlı yetenekleriyle, sıfırdan en tepeye çıkmış kişilerin hikâyeleriyle besler. Bu hikâyeler çoğu insan için umut verici olmaktan uzak olduğu gibi, bu insanlar tarafından çoğunlukla kendi yetersizliklerinin kanıtı gibi algılanır. Bu dönüşümlerin oluşumundaki bariz kolaylık da kafamızı karıştırıp hevesimizi kırar. Çoğu zaman kalıcı […]
Katı kuralları prensiplere dönüştürmek: Esneklik ve özgürlüğe giden yol
Mükemmeliyetçi kişiler kendilerine son derece katı ve zorlayıcı kurallar belirler ve performanslarını bu kurallara göre ölçerler. Bunun getirdiği sorun, kendisine katı kurallar (‘tüm notlarım 80’in üstünde olmalı, yoksa tamamen başarısızım demektir’vb.) belirleyen kişinin devamlı olarak hedeflerini ya hep ya hiç şeklinde değerlendirme döngüsüne yakalanmasıdır. Bu kişi sonuçta muhtemelen ya tamamen başarısız olduğunu (79 almak vb.) düşünecek veya hedefini yakaladığında da (80 almak vb.) bunu küçümseyecek ya da daha da yüksek standartlar (‘80 yeterince iyi değil, 85 almalıyım’ vb.) belirleyecektir. Bu nedenle standartlarınıza göre ne kadar başarılı olduğunuza dair katı kurallar kullanmak sizi asla kazanamayacağınız bir duruma sürükleyecektir. Aşağıda bu kısır döngüyü değiştirmeye yardım edecek iki yöntem açıklıyoruz: Kuralların yerine prensipler koymak ve mükemmelin altındaki performansı kabullenmek. Kuralların yerine prensipler koymak: Esnekleşmek Performansınız için koyduğunuz kurallara tekrar bakıp onların yerine prensipler belirlemek faydalı olacaktır. Christopher Fairburn’un yaptığı ayrımı kullanacak olursak ‘kurallar kırılır, prensipler esner’. Bu, ‘asla çikolata yememeliyim’ gibi katı bir kuralı ‘sağlıklı beslenmeyi ve her gün çikolata yememeyi hedefliyorum ancak arada sırada biraz yersem sorun değil’ şeklinde bir prensiple değiştirebileceğiniz anlamına gelir. İlk adım tüm ‘kural’larınızı, ‘gerek’lerinizi, ‘şart’larınızı listelemektir. Hapishanedeki mahkûmlara bile iyi halden dolayı süre indirimi ve şartlı erken tahliye şansı verilir. Siz hiç süre indirimi alıyor musunuz? Kendi […]
Çocuğunuzun Korku ve Endişeleriyle Baş Etmek
“Şimdiye ve buraya” odaklanmak Belirsizlik zamanlarında çocuğunuza “şimdide ve burada” kalmasına –başka bir deyişle, biraz evvel veya geçen hafta ne olduğuna ya da gelecek Cuma ne olacağına değil şu anda ne olduğuna tamamen odaklanmasına- yardım ederek destek olabilirsiniz. Bu basit görünebilir ama aslında gerçekten çok zor olabilir. Şöyle bir düşünürseniz, ne sıklıkta yaptığınız şeye tamamen odaklanıyorsunuz? Yoksa aynı zamanda arabanızın trafik muayene zamanının ne zaman geleceğini, ev kredisinin ne zaman ödenmesi gerektiğini ya da ne zaman ütü yapmaya zaman bulacağınızı mı düşünüyorsunuz? Tamamen yaptığınız şeye odaklandığınız zamanlar bir spor yaptığınız veya başka bir tür oyun oynadığınız ya da belki bir bulmaca çözdüğünüz zamanlar olabilir. Şüphesiz insanların bu tür faaliyetleri rahatlatıcı bulmasının bir nedeni de bunların yoğun hayatımıza biraz ara verip sadece oraya ve o zaman yaptığımız şeye odaklanmamızı sağlamasıdır. “Şimdide ve burada” olma konusunda çocuğunuza örnek olmaya çalışın –bir şey yaptığınız zaman onu gerçekten yapın. Bu sadece bulaşık yıkamak bile olsa bunun nasıl bir his verdiğine, nasıl kokular aldığınıza, ne gördüğünüze odaklanın. Çocuğunuzu da aynısını yapmaya teşvik edin. Çocuğunuz kek yapmanıza yardım ederken ona akşam yemeği için ne istediğini veya hafta sonu ne yapacağını değil kekin dokusunu, kokusunu, nasıl göründüğünü sorun. Eğer bunu yapmanın faydası hakkında emin değilseniz, önce kendiniz […]
Çakıl Taşı
Neden meditasyon yapmalısınız? İlk önce, her birimizin tam dinlenmeyi gerçekleştirmemiz gerektiği için. Gece uykusu bile tam bir dinlenme sağlamaz. Kıvrılıp dönerek, yüz kasları gerginken, devamlı rüya görerek dinlenmek zor! Uzansanız bile, hâlâ rahatsızlıkla kıvrılıp dönerek dinlenmek de olmaz! Kol ve bacaklarınız düz ama kasılmadan, sırtüstü uzanmak, başınızın altında yastık olmaksızın nefes alıp vermek ve bütün kasları gevşetmek; bu doğru duruştur ancak bu pozisyonda uykuya dalmak da daha kolay olur. Uzanmış halde, otururken olduğu kadar uzun meditasyon yapamazsınız. Bir oturma pozisyonda, tam dinlenmek ve karşılığında bilincinizi rahatsız eden ve engelleyen endişeleri ve sorunları çözmek üzere meditasyonda derinleşmek mümkündür. Vietnam’daki emekçilerimiz arasında lotus pozisyonunda, sol ayağı sağ kalça üzerine sağ ayağı sol kalça üzerine yaslayarak oturabilen çok kişi vardır. Diğerleri yarım lotus pozisyonunda, sol ayak sağ kalça üzerindeyken veya sağ ayak sol kalça üzerindeyken oturabilirler. Paris’teki meditasyon sınıfımızda yukarıdaki bu iki pozisyonda da rahat edemeyen insanlar var, bu yüzden onlara Japon tarzı oturuşu, dizleri arkaya kıvırarak iki bacak üzerine yaslanmayı gösterdim. Ayakların altına bir yastık koyarak bu şekilde bir buçuk saatten fazla oturmak olasıdır. Yine de, başlangıçta biraz can acıtmakla birlikte herkes yarım lotus pozisyonunda oturmayı öğrenebilir. Fakat birkaç haftalık alıştırmadan sonra pozisyon yavaş yavaş epey rahat bir hale gelir. İlk başlarda, […]
Gölge, Ego, Yaşamın İlk Yılları: Gerçekte Ne Oluyor?
Bazı tetikleyiciler, içimizdeki belirli üç adet alandan bir ya da daha fazlasını hedef alır: Gölge tarafımız, şişkin egomuz ve tamamlanmamış geçmişimiz. Tetiklenme tepkilerimizin kaynağı bu alanlar olabilir. Tetiklendiğimizde kendimize şunu sorabiliriz: “Korku, öfke ya da üzüntümün hangi kısmı şu anda olan olayla ilgili; hangi kısmı tetiklenme enerjisiyle (ne kadarı gölgem, sıkıntı içindeki egom ya da ilk yaşam deneyimlerim tarafından aktive oldu)?” Neyse ki bu üç alanla baş etmek için üç adet de kaynağa sahibiz: Gölgeyle arkadaş olmak, egoyu bırakmak, yasta olan eski incinmişlikleri kullanarak aktarımın ötesine geçmek. Şimdi bu üç kaynağın nasıl uygulamaya konulacağını inceleyelim: Gölgemizle Arkadaş Olmak Gölgemizle arkadaş olduğumuzda başkalarına yansıttığımız şeylerin izini sürüp köklerini kendi meselelerimiz ve özelliklerimizde ararız. Onlara sahip olduğumuzu kendimize ve karşı tarafa itiraf ederiz; daha sonra yaratıcı ve faydalı olan yanlarının arayışına gireriz. “Kabul edilemez” taraflarımızı ayrık otu gibi ayıklamaz ya da dışlamayız; onları kabul eder ve daha iyi bir iş için görevlendiririz. Diyelim ki, kontrolcü biri olduğumu itiraf ediyorum, ne kadar kontrolcü olduklarıyla ilgili olarak başkalarını suçlamaktansa, kendimde bu özelliğin varlığını kabul ederim. Bir sonraki adımım kontrolcü enerjimi kullanmanın daha iyi bir yolunu bulmaktır. Örneğin, etkili, ayrıntılara hâkim, olan biteni iyi takip edebilen biri olarak -başkalarını kontrol etmeden uygulanabilecek- liderlik ya da […]
Gidemeyiz bu yerden Gitmemeliyiz !
Karışmış döllerimiz Babil’den İstesek de ayrı değiliz. Dört kitaba Ram ederler, Ya Şamanlar, Dürziler? Aynı duada, ayrı dildedirler. Gidemeyiz bu yerden Gitmemeliyiz! Üç kıyıdan, üç deniz Döver durur da Gene de adam olmaz! Asidir, kurnaz, çapkın! Karadeniz çarptı mı kıyılarına Bir gemi yanaşır Samsun’a Göreceksin; Cehennem sabahları, Vurdu mu boğazına, Hürriyetin gelir! Yarı çıplak, hep aç On yedisinde Bir Hendek çukurunda… Gün Batımı güzel midir, Çarparken Ege’nin sularına? Darğaçlarında sâbîden adamlar, Armut gibi sallandılar, Genç, olmamış, hamdılar… Ne sahneler gördü Akdeniz! Üç kıyısında üç deniz Döver durur da Gene de adam olmaz! Asidir, kurnaz, Memlekete, Hürriyete çapkın! Gidemeyiz bu yerden Gitmemeliyiz! Kimler geçmedi, Bu kervan yolundan? Her gelen bıraktı soyundan. Çoğaldı kardeşliğimiz aynı sofradan. Alışmış temâşâmıza bu yer, Yıkılır bir bir kaleler, Sinmiş kalabalıklığı üstümüze Yalnızlaşır bizimle, Gittiğimiz her yer. Gidemeyiz bu yerden Gitmemeliyiz! İlay
Kronik Yorgunluk Sendromu için Bilişsel Davranış Terapisi
Bu bölümde, bilişsel davranış terapisi ve bunun kronik yorgunluk sendromunun tedavisinde nasıl kullanıldığı hakkındaki birkaç olguya değinildikten sonra, önümüzdeki birkaç ay içinde kronik yorgunluk sorunlarınızın üstesinden gelmek için neler yapabileceğinizi ele alıyoruz. Bunun sizin için doğru yaklaşım olup olmadığı ve başlamadan evvel doktorunuzla görüşmeniz gerekip gerekmediği konusunu netleştirmenize yardım edecek, 49-50. sayfalardaki “Birkaç uyarı!” başlıklı kısa bölümü özellikle dikkatle okumanızı istiyoruz. Bilişsel davranış terapisi nedir? Bilişsel davranış terapisi (BDT) depresyon, yeme bozuklukları ve kaygıyla ilişkili rahatsızlıklar kadar, kronik ağrı, hassas bağırsak sendromu ve diyabet gibi pek çok hastalık ve rahatsızlıktan mustarip insanlara yardım ettiği keşfedilen değerli ve etkili bir tedavidir. BDT sadece davranış kalıplarını değil, aynı zamanda bunların sürmesini sağlayan düşünce kalıplarını da saptamaya ve değiştirmeye odaklanır –ismindeki “davranış” sözcüğünün yanında “bilişsel” sözcüğünün yer almasının nedeni budur. Bilişsel davranış terapistleri çeşitli hastalıklar ve rahatsızlıklar üstünde çalışırken, bu yaklaşımdan yararlanabilecek pek çok kişinin bu alanda uzmanlaşmış terapistlere ulaşamadığını ve insanların sorunlarının üstesinden gelmek için gösterdiği çabanın genellikle ters etki yaparak bu sorunların sürmesine ve hatta bazen daha kötüye gitmesine yol açtığını fark ettiler. Bunun üzerine BDT’de uygulanan teknikler ve yöntemler kullanılarak kişisel gelişim programları geliştirildi ve bunların pek çok kişinin şahsen terapi görmesine gerek kalmadan çeşitli rahatsızlıkların semptomlarını azaltmasına veya ortadan […]
Siz Hatanız Değilsiniz. Düşüncelerinizi Üzerinize Alınmamak
Genç kuşağı eleştirmeye girişmeden önce onları kimin yetiştirdiğini anımsayın. -ANONİM Hayatta belirli bir sözcük ya da cümlenin sizi apansız yakalayıp varlığınızın en derinine işleyecek kadar can evinizden vurduğu bir iki sefer olmuştur. Kendisi de meditasyon öğretmeni olan dostum Wes Nisker’ın, “Siz hatanız değilsiniz” deyişini duyduğumda bana olan da buydu. Bunu işittiğimde taş dolu çantayı sırtımdan indirmişim gibisine bütün bir yük katmanının eriyerek üzerimden kalktığını hissettim. Bir anda kim ya da ne oluşumun tümüyle kendi hatam olduğuna inanmanın ölü ağırlığını peşimden sürüklememe artık gerek olmadığının bilincine varmıştım. “Ben hatam değilim –ne müthiş bir anlayış” diye düşündüm. “Kendime bakışın ne kadar farklı bir yolu.” Çoğu kişi gibi ben de hatam olduğum inancını sürdürmekteydim: Düzensiz, duyarlı, düşük enerjili ve eleştirmene göre yanlışım olan şeylerden ötürü suçlanması gereken kişinin ben olduğum inancını. Tüm bunları üzerime alınmayacak olsam ne olacağını merak ettim. Suçlama ya da sorumluluğu üstlenmesem ne olacağını. Bu elbette şu andaki davranış biçimime ilişkin kişisel sorumluluğumu ortadan kaldırmıyordu. Sadece kendimi tuhaf özelliklerim, yetersizlik ve zaaflarımdan ötürü suçlamamak anlamına geliyordu. Erken bir yaşta aşılanmış ve bugünümde çok büyük bir etkisi olan kültürel, sosyal, biyolojik ve ailevi koşullanmaların kancasından kendimi kurtarmak anlamına. Bunun sizin için ne şekilde geçerli olduğunu düşünün –sizin de hatanız demek olmadığınızı. […]
Ama Bu Affedilmez
Öyle biri var ki, onu aklınıza getirdiğinizde, size yaptıklarından dolayı onu affetmenin imkânsız olduğunu düşünüyorsunuz. Peki, affedemeyeceğiniz o kişinin size yaptıkları, birazdan hikâyesini okuyacağınız Marie Balter adlı kadının yaşadıklarından daha mı kötüydü? Bu kadının hayatının filmini yıllar önce izlediğimde çok etkilenmiştim. İçimizdeki Şaman-Duyguların Simyası kitabımda yer verdiğim bu öykü birçok sitede alıntı yapılarak kullanıldı. Okumamış olanlarınız için yine paylaşmak istiyorum. Marie Balter adındaki kadının affetmekte zorlanacağı çok şey vardı. Kendisine bile bakmaktan aciz, alkolik bir annenin evlilik dışı dünyaya gelen çocuğuydu. Beş yaşına geldiğinde çocuk bakım yurduna yerleştirildi. Daha sonra bir çift tarafından evlat edinildi. Sadist çift, küçük kızı, evin mahzenine kapayıp, ona sistematik biçimde işkence etti. Çiftin toplum içindeki saygın konumu, küçük kızın yaşadıklarını çevreden kolaylıkla gizliyordu. Marie on yedi yaşına geldiğinde depresyondan felç geçirdi. Kas spazmları ve boğularak ölmesine sebep olabilecek denli yoğun astım krizleri geçiriyordu. Halüsinasyon da gördüğü için doktorlar ona yanlışlıkla şizofreni teşhisi koydular. Bundan sonraki on yedi yılı akıl hastanesinde geçti. Akıl hastanesinde geçen yıllarda umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranan kız, yemek yiyemiyor, fazla kımıldayamıyor ve intihar etmeyi sıkça düşünüyordu. Otuz dört yaşına geldiğinde doktorlar, Marie’nin durumunu yeniden değerlendirdiler. Onun şizofren olmadığına, ağır depresyon geçirdiğine ve panik atak yaşadığına karar verdiler. Arkadaşlarının ve kendisini seven […]
Öfkeden uzak durmak: Öfkelenmekten kaçınmanın 10 yaygın nedeni
Bazen insanlar öfke duygusundan tümüyle uzak durmaya çalışırlar. Eğer öfkelenmekten kaçınırsanız incinebilirsiniz fakat aynı zamanda kendinizi bir kurban, ikinci plandaki güçsüz biri gibi de hissedebilirsiniz. Ayrıca kendinizi ortaya koymaktan da kaçınmış olursunuz (bkz. 20. Bölüm). Bazı durumlarda hiçbir şey yapacak gücünüz olmadığını hissedebilirsiniz. Zayıf olduğunuz için incindiğinizi hissettiğinizi düşünebilir ve bunun nedeninin hiç değilse kısmen diğer kişinin tavrı olduğu gerçeğine odaklanamayabilirsiniz. Aynı zamanda, kendinizi aciz bir kurban gibi görmeden incindiğinizi kabul etmeniz de önemlidir. Aşağıda öfkenizi irdelemenizi ve bu duygunuzu kendinize güvenerek nasıl kullanabileceğinizi öğrenmenizi engelleyebilecek 10 kişisel inanç yer almaktadır. Her birinin altında bunların şefkatli alternatiflerini de veriyorum. Diğer insanlar benden daha güçlü. Onlarla çatışmaya girersem asla kazanamam. Şefkatli alternatifler: Bu kazanma veya kaybetme meselesi değil. İstediğim sonucu alamasam bile bakış açımı ortaya koymaya çalışmam yararlı olacaktır. Eğer kendime kazanmam gerektiğini, yoksa bunun anlamsız olduğunu söylersem daha başlamadan yenilmiş olurum. Eğer bakış açımı anlatmaya gayret edersem, en azından denemiş olurum. Kendimi ortaya koymaya çalışırsam istediğim sonucu elde edemezsem de kendime kızma olasılığım daha azdır. Çocukluğumda öfkelenmenin kötü bir şey olduğunu öğrendim. Şefkatli alternatifler: Ebeveynimin benim öfke duygularımla baş edememesi öfkelenmenin kötü bir şey olduğu anlamına gelmez. Öfke insan doğasının bir parçasıdır ve faydalı olabilir. Eğer hiç öfkelenmeseydik, bir şeyleri […]
Dostluk Tohumları Ekmek
Unutmayın, yol hiçbir zaman göründüğü kadar çetin değildir, Onu öyle yapan dirençtir. Şu anda sizler arasında yürüyen pek çok öğretmen var Siz de pek çoğunun öğretmenisiniz. Bir yabancıya sevgi yolladığınızda Meleksi bir haberci olur çıkarsınız. -Frank Coppetiers, Handbook for Evolving Heart Gözde bİr “arkadaşlık” filminiz var mı? Korkudan spora, westernden bilim kurguya, animasyon çocuk filmlerine, arkadaşlık hemen her türde yer alır. İşte karşıtların çatışmalarını nasıl aşıp kalıcı, sevgi dolu ortaklıklar yarattığını gösteren, hafızalarda yer etmiş birkaç tv ve film dostluğu örneği: Yıldız Savaşları, Kaptan Kirk (insan) ile Spock (Vulkan); Shaun of the Dead, Shaun (canlı) ile Ed (zombi); Dumb and Dumber, Harry (budala) ile Lloyd (evet, daha da budala); Jerry Maguire, Jerry (umutsuz sporcu temsilcisi) ile Rod (hırslı futbolcu); Walking and Talking, Laura (evleniyor) ile Amelia (mutsuz ve yalnız); Leathal Weapon, Murtaugh (aile babası polis) ile Riggs (intihar eğilimli polis); The Big Lebowski, Dude (yumuşak başlı) ile Walter (yay gibi gergin); The Old Couple, Felix (biçimci titiz) ile Oscar (aşırı pasaklı); Toy Story, Woody (geleneksel kovboy oyuncak) ile Buzz (fütürist oyuncak); Free Willy, Jesse (küçük çocuk) ile Willy (katil balina); Harry Potter, Harry, Hermione ve Ron’dan oluşan Hogwarts üçlüsü. Bütün bu arkadaşlık filmlerinin ortak noktası sadece gerçek dostların paylaştığı yaşam […]
Kontrolsüz yemek nedir?
Kontrolsüz yemek genellikle bir oturuşta 1000-2000 kalori (dört ile sekiz adet orta büyüklükte çikolataya denk gelir) içerecek kadar çok yiyecek tüketmektir fakat bu miktar normalde bir günde tüketilen yiyecek miktarının üç ile otuz katı arasında değişiklik gösterebilir. Bazı insanlar kontrolsüz yedikleri zaman günde 20.000 kaloriyi geçebilirler ve iyice aşırıya kaçanların kilosu da artma eğilimindedir. Bu her oturuşta genellikle iki saatten daha az bir zaman dilimini kapsar. Bazıları gün içinde bunu birkaç defa tekrarlar. Çoğu insan kontrolsüz yerken yalnızdır ve genellikle kontrolsüz yemeye hazırlanmak için bir plan yaparlar. Jaya genellikle akşamları işten sonra köşedeki dükkana gider ve çok miktarda şekerleme alırdı; evdeki dolaplarda yeterince yiyeceği olduğuna güvenmez ve akşam yemeği için bir şeyler almaya giderdi fakat markete girdiği zaman paket paket şekerleme ve bisküvi alma dürtüsüne engel olamazdı. Bazen farklı yerlerden iki veya üç paket yemek alır ve hepsini yerdi. Jaya yiyeceklerini satın almak için arabayla birkaç farklı marketi dolaşıyordu, çünkü kendinden utanıyor ve market sahibinin onların hepsini yiyeceğini bilmesinden kaygılanıyordu. Bazen de kontrolsüz yiyenler koca bir kalabalığı doyuracak kadar yemek yapıp sonra da hepsini bir oturuşta yerler. Rupert otomatik bir makineden şekerlemeler alıp hızlıca odasında yiyordu. Kontrolsüz yiyen insanlar çok yağlı ve şekerli şeyler, genellikle diyetlerine dahil etmeyecekleri türde yiyecekler […]
Bebeğimle İletişim: Doğumdaki En Büyük Yardımcım
Elinizi karnınızın üzerine yerleştirin, bebeğinizin nerede olduğunu düşünüyorsanız oraya. Gözlerinizi kapatın. Avucunuzun altında bebeğinizi hissedin. Hamileliğinizin kaçıncı haftasında olduğunuz, bebeğinizin ne kadar minik olduğu hiç önemli değil. Derin bir nefes alın ve aldığınız nefesin bebeğinizin etrafında dolaştığını, onu okşadığını hayal edin. Bebeğiniz orada. İşte bu minicik, kısacık bağlantı bebeğinizle iletişimin en basit yollarından biri. Psikiyatrist Dr. Thomas Verny, Doğmamış Çocuğun Gizli Yaşamı (Kuraldışı Yayıncılık) adlı çığır açıcı kitabında anne ve karnındaki bebek arasındaki ilişkiyi üç seviyede açıklıyor.1 Birincisi fizyolojik boyuttaki iletişim. Anne bebeğine besin gönderiyor; bebeğin tetiklemesiyle annenin bedeninde fiziksel değişiklikler meydana geliyor. Annenin duygularıyla ilişkili hormonlar bebeği fizyolojik olarak etkiliyor. Örneğin, anne korkup endişe yaratıcı hormonlar salgıladığında bebeğin kalp atışı da saniyeden daha az bir sürede ikiye katlanıyor. İkinci boyut olan davranışsal iletişimin en bariz yöntemi bebeğin tekmeleri. Aksi yönden anne de kendi davranışlarıyla bebeğine çeşitli mesajlar gönderiyor. Beslenmesi, onun için yaptığı hazırlıklar, gün içindeki hareketleri, hızı ve benzer davranışları hep bir şeyler söylüyor bebeğe. Dr. Verny’nin sempatik iletişim dediği üçüncü boyutta ise bebek anneye rüyaları aracılığıyla ulaşıp mesaj veriyor, annenin sevgisini ve kararsızlık gibi diğer bazı duygularını yine sempatik iletişimle algılıyor. John Hopkins Üniversitesinde yapılan araştırmada bebeklerinin cinsiyetlerini henüz bilmeyen 104 anne adayından cinsiyet tahmini yapmaları istenmiş ve […]
Zamanla Mücadele Etmeyi Bırakmak
İngilizce karşılığı “boş vakit” olan “leisure” kelimesinin asıl anlamı derin düşünmek, tefekkür etmektir. Yunancadan gelen bu terim Latincede scola ve İngilizcede “school” yani “okul” anlamına geliyor. Okul ya da üniversite aslında boş vakit için, derin düşünme aktivitesi için tasarlanmış bir yerdi. İnsanı işe hazırlayan bir yer değildi. Boş vakit, Ortaçağda ve Rönesansta insanın var oluşu üzerine tefekkür etme yeteneği anlamına geliyordu. Sanat, müzik ve felsefe çalışmaları yaparak derin düşüncelere dalmak. Bu bir ruh halidir, aylaklık, tembellikle karıştırılmamalıdır. James Wright hamakta yatarken tefekkür ediyordu, tembellik yapmıyordu. Benediktin papazı David Steindl-Rast, Essential Writings adlı eserinde tefekkürün işle aynı anda yapılabileceğini belirtiyor ve işten ayrı zamanda yapılmasına gerek olmadığını savunuyor. Zaman ve zaman ötesi bir arada olabilir, diyor. Acele etmeden sakin sakin düşüncelere dalarak çalışmak işin en güzel ifadesidir. “Tefekkür … Zamanını ayırabilenlerin bir ayrıcalığı değildir; yaptıkları işe hak ettiği zamanın hepsini verenlerin erdemidir.” Takıntılı bir şekilde iş yapmak -işi aceleyle yapmak, işi çabuk bitireyim diye koşuşturmak- zaman öldürmektir. Eğlenerek sakin sakin iş yapmak zamanı canlandırır, zaman hayatla dolar çünkü sakin sakin iş yapınca zaman ötesine bağlanırız. Sanatçılar, her sanat dalı için geçerli, bunu bilir. Şefler bunu bilir. Hayal gücünü kullanarak yemek pişiren bir şef değilim ama yemek pişirmeyi seviyorum ve genelde yaratıcı […]
Paniğin ve Agorafobinin Sebebi Nedir?
Panik atağa ve panik bozukluğa neden olmak üzere birlikte hareket eden birkaç faktör vardır. Bu faktörlerin birleşimi kişiden kişiye değişiklik gösterir. Ancak, bir araya geldiğinde gittikçe kuvvetlenerek panik yaratan, kabaca üç tip faktörden oluşan bir zincir düşünmek mümkündür. Birincisi, bazı insanlar yapıları (yaradılışları) itibarıyla veya hayatlarının ilk döneminde yaşadıkları deneyimlerin bir sonucu olarak hassastır. Sonra ani bir panik atağa yol açan anlık stresler veya tetikleyiciler vardır. Son olarak, genellikle panik atakların daha kötüleştiği veya daha sıklaştığı bir kısır döngüye yol açarak bu süreci devam ettiren birtakım etkiler (süreğenleştiren faktörler) vardır. Bu bölümde bu hassaslığın, tetikleyicinin ve süreğenleştiren faktörlerin hâlihazırda nasıl anlaşıldığı ana hatlarıyla özetlenecektir. Panik atağa ve agorafobiye karşı hassasiyet Panik atak ve agorafobi geliştirmek konusunda bazı insanlar diğerlerinden daha mı hassastır? Kesinlikle bazılarımızı daha büyük bir riske atan fiziksel, psikolojik ve sosyal faktörler var gibi görünüyor. Bu faktörlerden kimileri hayatın ilk evreleriyle, kimileri de erişkinlik dönemiyle bağlantılıdır. Hayatın ilk evrelerindeki risk faktörleri Küçükken karanlıktan çok korkardım. Yalnız kalmaktan nefret ederdim ve kaçırılacağımdan endişelenirdim. Eğer annem babam dışarıdaysa bir kazada öleceklerini veya saldırıya uğrayacaklarını düşünürdüm. Bu düşünceler kendimi çok güvensiz hissetmeme neden olurdu. Paul Bazı durumlardan (ama hepsinde değil) panik bozukluk aile bazında görülür. Bu genetik mirasla ve/veya aile ilişkilerinin […]
Çocuğunuzun Uykuya Dalmasına ve Deliksiz Uyumasına Yardım Etmek
Bu bölümde şunlar ele alınıyor: Uyku baskısını (ve uyuklama konusunda ne yapılacağını) anlamak Uyku müdahaleleri: yaygın sorular ve sorunlar Kademeli bir Yatma Zamanı Kısıtlaması rehberi Kademeli bir Uyku Kısıtlaması rehberi Uyku Baskısını Anlamak Anlatacağımız müdahale yöntemlerinin her ikisi de çocuğunuzun “en iyi” uyuma zamanını -yani, vücudunun uykuya dalmaya ve uyanmaya hazır olduğu zamanı- belirlemenizi hedeflemektedir. Çocuğunuzun uykuya dalmakta zorlanmasının nedenlerinden biri, aslında yatağa çok erken girmesi ve vücudunun uyumaya hazır olmaması olabilir. Bu da çocuğunuzu uyanık yatmaya yöneltebilir, yani kaygılı düşüncelerin gizlice sokulması için mükemmel bir ortamdır. Uyku baskısı uykunun önemli bir bileşenidir ve Yatma Zamanı veya Uyku Kısıtlamasının nihai hedefi çocuğunuzda uyku baskısının ne zaman uykuya dalmasını sağlayacak seviyeye geldiğini çözmektir. Biz klinik çalışmalarımızda bunu açıklamak için araba ve yakıt örneğini veririz. Bunu aynı zamanda çocuğunuza neden bir süre bu yeni yatma zamanı rutinini “deneyeceğini” açıklamanın bir yolu olarak da kullanabilirsiniz. Çocuğunuzun vücudunun günün başlangıcında yakıtı tam dolu bir araba olduğunu ve gün boyunca -okulda, okul sonrası spor yaparken, evde- bu yakıtı kullandığını hayal edin. Yatak yakıt istasyonu gibidir. Çocuğunuz yakıt istasyonuna girmeden önce tüm yakıtını tüketmelidir (dikkat edin, arabanız için aynı öneride bulunmayacağız!). Çocuğunuzun uykusu, ertesi gün enerjiye sahip olması için onu tekrar dolduran yakıttır. Çocuğunuz uykuya […]
Asla Büyüyemeyen Çocuk
“Bir varmış, bir yokmuş… Bir zamanlar Olmayan Ülke (Neverland) adındaki diyarda, Asla Büyümeyen Çocuklar yaşarmış”. Bu masalı biliyor musunuz? En sevilen, bilinen masallardan Peter Pan’i çocukluğunuzda pek çoğunuz okumuştur. Peki, masalların önemli bir kısmının ardında bilinmeyen bir gerçek trajedinin saklı olduğunu biliyor musunuz? İşte Peter Pan, bu masallardan biridir. Yazarı Matthew Barrie erken çocukluk döneminde gayet sağlıklı, gelişimi normal bir çocuktur. Ancak Matthew 6 yaşındayken evlerinde büyük bir trajedi yaşanır ve ebeveynlerinin en çok sevdikleri çocukları; ağabeyi David bir paten kazası sonucu ölür. Anne-babası çok üzgündür, yas sürecini bir türlü tamamlayamazlar ve evde sürekli bir mutsuzluk hakimdir. Matthew da bu bitmeyen hüzünden çok etkilenir. Günlerden bir gün ailesini mutlu edebilmek, teselli edebilmek için abisinin kıyafetlerini giyer ve etrafta öyle dolaşır. Herkesin o kadar hoşuna gider ki; bundan sonra aynı David gibi davranmaya, konuşmaya başlar. Adeta David eve tekrar gelmiştir ama Matthew giderek yok olmaya başlar. 20 yaşına gelene dek abisinin elbiselerini giymeye devam eder ve ailesi ona artık David demektedir. Günlerden bir gün aslında Matthew olduğunu hatırlar ve abisi gibi giyinmekten vazgeçer fakat pek çok şey için geç kalınmıştır. Yaşı ilerlemesine rağmen büyüyememiş, boyu 140 cm. civarında ve fiziksel görünümü 13-14 yaşında bir erkek çocuk gibidir. Yani aldığı duygusal yaralar, […]
Mükemmeliyetçiliğin sebebi nedir?
Hem genler hem çevre Her kişilik ve mizaç özelliği gibi, mükemmeliyetçilik de hem genlerimizin hem de çevremizin bir sonucudur. İkizlerle yapılan çalışmalar, mükemmeliyetçiliğin yüzde 24 ila 49’unun genetik olarak atalardan miras alınabildiğini söylemektedir. Dolayısıyla anne babamızdan aldığımız genler mükemmeliyetçiliğin gelişmesini etkileyebilir; ancak yukarıdaki rakamlar çevrenin daha büyük bir rol oynadığına işaret etmektedir. Genler mükemmeliyetçiliğin ana etkeni olsa bile, bu mükemmeliyetçiliğin değiştirilemeyeceği anlamına gelmez. Genetik mirasınızdan bağımsız olarak, yaptığınız seçimler ve eylemleriniz mükemmeliyetçiliğin hayatınızdaki zararlı etkisini değiştirmenize yardımcı olabilir. Mükemmeliyetçiliğin, her türlü karmaşık insan davranışı gibi, tek bir nedenden değil, birbiriyle bağlantılı pek çok etkenden kaynaklandığını da biliyoruz. Mükemmeliyetçilik üzerinde az ya da çok etkisi olan birden fazla gen olması muhtemeldir; bu genler çeşitli çevresel faktörlerle etkileşime giren muhtelif biyolojik yolları tetikleyerek bu etkiyi yaratabilirler. Buna ek olarak, mizacın başka yönleri mükemmeliyetçiliğin yaşamınız üzerindeki etkisini hafifletebilir. Örneğin, bazı insanlarda yüksek standartlara ulaşmak için kuvvetli bir arzu ile beraber sağlıklı bir özsaygı seviyesi de olabilir, böylece bu insanlar kendileri için belirledikleri standartların bazılarına ulaşmadıkları durumlarda kendilerini aşırı eleştirmezler. Mükemmeliyetçiliğin birçok farklı sebebi olduğunu anlamak önemlidir. Bu da mükemmeliyetçiliğin yaşamınızdaki zararlı etkisini azaltmakta faydalı olabilecek çeşitli yaklaşımların bulunduğu, mükemmeliyetçiliği ele almanın sadece bir yolunun olmadığı anlamına gelir. Mükemmeliyetçiliğin yaşamınızdaki zararlı etkisini azaltma süreci, […]
Çocukluk Dönemi Mesajları (İnançları)
Çocuklukta alınan, “yapamam” mesajları, yetişkinlikte, “yapamam” deneyimleri oluşturur. Çocuklukta alınan, “yapabilirim” mesajları, yetişkinlikte, “yapabilirim” deneyimleri oluşturur. Yapamam Mesajlarından Birkaçı Senden bir şey olmaz. Değersizsin. Yeterince zeki değilsin. Ne kadar çabalarsan çabala yeterince iyi değilsin. Para kazanmak zordur. Başarılı olmaya layık değilsin. Sevilmeye layık değilsin. Yapabilirim Mesajlarından Birkaçı İstediğin her şeyi başarabilirsin. Değerli bir insansın. Zeki ve yeteneklisin. Para kazanmak kolaydır. Hayatta mutlu ve başarılı olmayı hak ediyorsun. Sevilmeye layıksın. Yaygın Çekirdek İnançlardan Birkaçı İnsanlar yakından tanısalar beni sevmezler. Başkaları bencil, beni desteklemezler. Kararlarım genellikle yanlış oluyor. Sorunlarımın suçu başkalarında. Benim ne düşündüğüm önemli değil. Başkalarının asla benim yapabildiğim gibi yapacağına güvenemem. Bu tür inançları sıralamaya sayfalar yetmez. Ama bu inançlarla realitemizi yaratıyoruz. DÖNGÜYÜ KIRMAK Yetişkin bedenindeki çocuk anne babalar tarafından dünyaya getirilmemize rağmen, bu programlarla yaşamaya mahkûm değiliz. Tüm programlarımızı bilinçli olarak değiştirebiliriz. Bizi oluşturan ödünç inançları, değerleri, davranışları bilinçli olarak değiştirebilir; kendimize, kendimizin oluşturduğu yepyeni bir hayat yaratabiliriz; kaç yaşında olursak olalım. Bu programlar bizim yaşam filtrelerimizi oluşturuyor: Yaşam serüveninde nerede durduğumuzu, dünyadaki yerimizi, kapasitemiz hakkındaki inancımızı ve algılarımızı. Algılarımız seçimlerimizi belirliyor. Seçimlerimiz tutumlarımızı ve davranışlarımızı belirliyor. Gandi’nin sözünü hatırlayın: Dünyayı olduğu gibi değil olduğumuz gibi görüyoruz. İnançlarımız, realitemizin filtreleri. Gerçeği görmemizi engelliyor. Gerçeği değil, kendi gerçeğimizi görüyoruz! Derin […]
Yetmez mi?
Savaş tamtamlarını sen çal, Ben bu gece ağlayacağım, Ganimetlerinden de sen al, İnsan kalmaya çalışacağım. Sana güzellik hiç gerekmez, Benim de sözüm sana geçmez, Anlamaya yüreğin yetmez, Senin yerine de ağlayacağım. Yetmez mi kan, bunca gözyaşı, Çırpınır kafeste bir çalı kuşu, Kaldırılırken bebelerin naaşı, Ak üstüne kara bağlayacağım. Kahrolsun şu Yeni Dünya Düzeni, Hep mi haklı bulur, böyle ezeni, Terketmişse ezilene özeni, Bir başka rüyaya uyanacağım. Sezai D. Şahin
Çocuğunuzun Verdiği İşaretlerin Farkına Varın
Çocuklarımız iç dünyalarında olup bitenleri sürekli davranışlarıyla bize anlatırlar. Bu şifreleri çözmeyi bilmediğimizde, davranışlarının özüne inemeyeceğimizden ihtiyaç duydukları rehberliği ve desteği onlara veremeyiz Örneğin danışanlarımdan birinin ergenlik çağındaki çocuğu banyo yapmayı reddediyordu. Odası darmadağınıktı; evde geçtiği her yeri de savaş alanına çeviriyordu. Çocuğun davranışlarının altında yatan nedeni göremeyen annesi her gün oğlunu dağınıklığından ötürü azarlıyordu. Sonunda oğlunu cezalandırmaktan başka çaresi kalmadığını düşündü. Önce çocuğun cep telefonuna, sonra bilgisayarına ardından Play Station’ına el koydu. Bunların hiçbiri sonuç vermeyince, evden çıkmama cezası verdi; bu da durumu kötüleştirmekten başka bir işe yaramamıştı; çünkü çocuk, evi eskisinden daha fazla dağıtmaya başlamıştı. Sonunda çileden çıkan anne oğluna tokat atıp “Keşke hiç doğmasaymışsın” diye bağırmıştı. O an durumun kontrolden çıkmaya başladığını hisseden anne, profesyonel yardıma ihtiyaç duyduklarını anlamıştı. Terapi esnasında anneye hiçbir çocuğun kötü kokmak, pislik içinde yaşamak ve çirkin davranışlar sergilemek istemeyeceğini anlattım. Kendi isteklerimizi onlara zorla yaptırmaya çalışmadan önce küçük çocukları izlerseniz, yaşamlarından ne kadar gurur duyduklarını görebilirsiniz. Yaptıkları basit bir çizimden, kendi elbiselerini giymekten, ayakkabı bağcıklarını bağlamaktan, yeni oyuncaklarından, yeni ayakkabılarından ya da yeni elbiselerinden gurur duyarlar. Kişisel gururunu hiçe sayacak şekilde davranıyorsa bir çocuk, iç dünyası tahammül edemeyeceği kadar bunalımlı bir yer haline gelmiş demektir. İç dünyaları böylesine karardığında, bu duygunun dış […]
Utancın Panzehiri Şefkat
Şefkat bir bağ kurma şeklidir, spontandır ve düşünce ve sözcüklerin çok ötesindedir. Şefkatin bir bağ kurma şekli olduğunu söyleyebiliriz çünkü şefkat, biriyle bir tür ortak paydada oluşumuzdan kaynaklanan sempati hissiyle birlikte ortaya çıkar. Başka bir deyişle, o kişiyle benzer bir acı deneyimini paylaşırız. Paylaşılan hislerin doğasında uyum vardır, paylaşılan bir anlayışın doğasında da uyum vardır. Şefkat hissettiğimizde, birinin ya da bir şeyin yaşadığı acıyla ilgili üzüntü, anlayış ve ilgi duyarız. Şimdi izin verin, şefkat geliştirme fikrini sizin için o kadar basit hale getireyim ki, bir daha hiç unutmayın. Bunu okuduktan sonra şefkat artık sizin için soyut bir kavram olmaktan çıkacak. Şefkat, birinin acısıyla bağlantı kurduğunuzda doğal olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla, şefkat duymak için yapmanız gereken tek şey, karşınızdaki kişinin acısıyla nasıl bir bağlantı kurduğunuza özellikle dikkat etmektir. Biriyle nasıl bir bağlantı kurduğunuza dikkat etmek sizi korkudan dehşete düşürüyorsa, kendinize şunu sormalısınız: “Neden? Bu şeyle bağlantı kurar, ona yakın hissedersem ya da onunla aynı olduğum sonucuna varırsam bunun benim için ne açıdan kötü olacağını düşünüyorum?” Bir sonraki aşama, bu sorulara cevaben ortaya çıkan düşüncelere şefkatle meydan okumaktır. Bu yöntemle korkunuzun ardında size ait hangi kişiliğin olduğunu tespit edebilir ve ona şefkat duyabilirsiniz. Bir şeye şefkat duymakta zorlanmaya devam ederseniz, onunla o […]
Kendini Tanımak
Yalnız başına ve sessizlik içindeyken, kulağımıza bir şeylerin fısıldanmasından korkarız. Bu yüzden sessizlikten nefret ederiz ve kendimizi sosyal yaşamla uyuştururuz. Nietzche Bir bebeğin gözlerine baktığımızda orada doğallık, güven, haz, merak, coşku ve keyif görürüz. Bir zamanlar biz de öyleydik. Kendi yaşamımızın merkezinde duygularımızı olduğu gibi ifade etmekte özgürdük. Ağlamak istediğimizde ağlıyor, gülmek istediğimizde etrafa gülücükler atıyorduk. Gülücüklerimiz çevremize keyif veriyordu. Hayatın kendisi bizi büyülüyordu. Kendimizi olduğumuz gibi ifade etmek en doğal hakkımızdı. Kendini sevmek hayatı sevmektir. Kendini sevmek başkalarını sevmektir. Canlı cansız tüm hayatın parçaları olan her şeye ne kadar saygı duyuyorsak, kendimizi de o kadar sever ve sayarız. Özsaygımız ne kadar yüksekse, kendimizi o kadar iyi hissederiz. Yaşamımızın kontrolünü elimizde tutar, esnek, yaratıcı ve üretken oluruz. Hayatın karşımıza çıkardığı güçlüklerle mücadele etmek bize enerji verir. Kendimizi güçlü ve yaratıcı hissederiz. Çözümlere odaklanırız. İstediklerimizi nasıl gerçekleştireceğimizi biliriz. Kendimizi ne kadar sıklıkla böyle hissediyoruz? Bebeklik dönemi geçtiğinde, şahane zamanlar da sona erer. Adım adım kendimizden şüphe etmeyi öğreniriz. Kendimizi “korumak” için savunma mekanizmaları geliştiririz. Olduğumuz gibi olarak, kendi benliğimizle kabul, onay ve sevgi göremediğimizi anladığımız için, ihtiyaç duyduğumuz sevgi, onay ve kabul görme uğruna adım adım maske bir kişilik (negatif ego) geliştirmeye başlarız. Büyüdükçe “Ben”imizi kaybeder ve negatif egomuzu “Ben” sanmaya […]
Hayatımıza Mutluluk Katmak
Çoğumuz lotoda büyük ikramiyeyi kazandığımız takdirde derhal sıra dışı bir hayat yaşamaya başlayabileceğimizi düşünürüz. Hayalimiz ister dünyayı gezmek olsun, ister hayır işi yapmak ya da muhteşem bir ev almak; lotoyu tutturmanın fantezilerimizdeki anlamı, sıkıntı ve zorluklardan derhal kurtulup hemen bu sıra dışı hayata geçmektir. Ne var ki, büyük ikramiyeyi kazanan çoğu insanın kısa sürede eski mutluluk seviyelerine geri döndüğünü öğrenmek sizi şaşırtabilir. Tüm borçlarını ödemelerine, inanılmaz derecede lüks tatiller yapmalarına, yeni mülkler edinmelerine, tatmin etmeyen işlerinden ayrılmalarına, keyiflerine göre oyuncaklar ve küçük cihazlar almalarına rağmen, sadece birkaç ay içinde eski mutluluk seviyelerine geri gelmişlerdir. Peki, neden lotoyu kazanmadan önceki hallerine dönmüşlerdir? Öyle görünüyor ki, mutluluk, satın alınan şeylerle, dolup taşan bir banka hesabıyla pek ilgili olmayıp, yıllar içinde alçalıp yükselen mutluluk düzeyimizi belli bir seviyede sabitleyen, hayat karşısındaki tavrımızla ilgili. Mutluluk sabitimiz, yüz yüze geldiğimiz kayıplar ve daha önemlisi, bu kayıpları nasıl yorumlayıp onlarla nasıl başa çıktığımız da dahil olmak üzere, hayattaki birçok olaydan etkilenir. Sıra dışı bir hayat yaratmak gerçekten de hayat boyu süren bir projedir. Ondan keyif almak içinse sonuna kadar beklememiz gerekmez! Bu bölümde de sıra dışı bir hayat yaratma yolculuğunda mutluluğunuzu nasıl azami seviyeye çıkarabileceğinizi keşfedeceğiz. 24 yaşında rutin diş muayenesinden sonra ciddi bir enfeksiyon geçiren […]
Çocuğunuzun Arkadaşlık Sorunlarının Üstesinden Gelmesine Yardımcı Olmak
Kolay arkadaşlık kuran ve sosyal yönden kabul gören çocuklar başkalarının dünyayı nasıl gördüğünü ve çatışmaları nasıl müzakere ederek yöneteceğini anlama konusunda iyidir. Diğer çocuklar onları arkadaş canlısı, yardımsever, olumlu ve işbirliğine açık olarak tanımlarlar. Görüşlerini ifade etme konusunda iyidirler ama bunu diğer çocukların kabul ettiği şekilde, kendine güvenerek yaparlar. Bu tür davranışlar antisosyal davranışların tersi olan toplum yanlısı davranışlar olarak tanımlanır. Ne var ki çocuklar bazen arkadaşlık kurmakta ve arkadaşlıkları sürdürmekte zorlanır. Bu onlara acı verebilir ve ebeveynlerin onlara en iyi nasıl yardım edebileceklerini bulması güçtür. Bu bölümde çocuğunuz arkadaşlıklar konusunda zorlanıyorsa onunla nasıl konuşup destek olabileceğinizi ele alıyoruz. İlişkilerde Zorlanmalar Baş Gösterdiği Zaman Çocuklar 4 yaşlarında tercihlerini güçlü bir şekilde ifade etme ve “en iyi” arkadaşlarıyla yakın bir ilişki kurma eğilimindedirler. Büyüdükçe çocuklar bazen farklı şekillerde gelişir ve bu da bazılarında olumsuz duygular yaratabilir. Çocukların çoğu belli bir noktada ilişkilerinde zorluklar yaşar. Bu deneyimlerin çoğu normaldir ve çocukların başkalarıyla nasıl geçineceklerini öğrenmesine ve çatışmaları çözmesine yardım etmek bir ebeveynin rolünün önemli kısmını oluşturur. Çocuklar büyüdükçe, kısmen başkalarının bakış açılarını daha iyi anladıkları için (ki bu da çatışmaların çözülmesinde daha becerikli olmalarıyla ilişkilidir) arkadaşlıkları daha istikrarlı hale gelmeye başlar. Ne var ki büyük çocuklar daha yakın arkadaşlıklar kurarlar, onun için […]
Kocam Bana “Kocacım” Diye Hitap Ediyor
Oturduğunuz kafede, kahvenizi yudumlarken, yan masadaki kadının kocasına “karıcım”, erkeğin de karısına “kocacım” diye hitap ettiklerine kulak misafiri oldunuz. Ne düşünürsünüz ve ne hissedersiniz? Bu çiftin ilişkisi sizde sağlıklı ve sevgi dolu bir ilişki izlenimi bırakır mıydı? Geçen gün parkta yanımdaki bankta oturan kalabalık bir ailenin konuşmalarına kulak misafiri oldum. Üç yaşlarında sevimli bir oğlan çocuğu ailenin ilgi odağıydı. Çocukla konuşmalarında yetişkinler ona annecim, dayıcım, teyzecim, halacım, ablacım, babacım şeklinde hitap ediyorlardı. Yani herkes farklı bir şey söylüyordu. On beş dakika kadar bir sürede gruptaki her bir insanın çocukla ilişkisinin ne olduğunu öğrenmiştim. Öğrenemediğim tek bir şey vardı: Çocuğun ismi. Çocuğun adı yoktu! Çocuğun Adı Yok Kendi çocuğuna annecim, babacım diyen ebeveynler… Kardeşine ablacım diyen ablalar, abicim diyen abiler… Yeğenlerine dayıcım, amcacım, halacım, teyzecim diyen akrabalar… Kim kimin abisi, kim kimin ablası, kim kimin annesi, babası, halası, dayısı? Bu tür hitaplar küçük çocuğun hem kimlik, hem cinsiyet algısını olumsuz etkiliyor. Herkesin kendisine farklı farklı hitap ettiği çocukta benlik algısı karmakarışık hale geliyor. Herkes çocukla ilişkisindeki KENDİ konumunu tanımlıyor. Merkezde kendileri var, çocuk değil. Bu benmerkezci yaklaşımda çocuğun ne hissettiğiyle ilgili bir duyarlılık yok. Hatta bu söylemin, benmerkezci bir yaklaşım olduğunun farkında bile değiller. Toplumumuzda çok yaygın olan bu sağlıksız yaklaşım […]
Yaşam Tarzımız
Seçimlerimiz davranışlarımızı, davranışlarımız alışkanlıklarımızı, alışkanlıklarımız yaşam tarzımızı yaratıyor. Hayatımızın her alanındaki seçimlerimizle oluşan yaşam tarzımız, hayatımızın kalitesini belirliyor. Hangi alanlarda sorun yaşıyorsak, o alanlar seçimlerimizin, yaşam tarzımızın sorumluluğunu almadığımız alanlar oluyor. Şimdi hayatımızın kalitesini belirleyen temel altı alana bir göz atalım. Bireysel Gelişim Bireysel gelişim alanı, senin birey olarak gelişiminle ilgilidir. Kendini ve yeteneklerini geliştirmek hayatının genel kalitesini arttırması açısından önemlidir. Bireysel gelişim, insanın değerlilik ve yeterlilik duygularının gelişimiyle artan özsaygının kazanılması, daha insanca, daha etik kendine ve bütüne daha yararlı bir yaşam sürebilmek anlamına gelir. Yani her gün, düne göre kendinin daha iyi versiyonu olabilme yolculuğudur bireysel gelişim. Zihinsel gelişim sürekli üzerinde çalışmamız gereken bir boyutumuz. Zihnimiz de kas gibidir. Kullanılmazsa, egzersiz yapılmazsa gevşer. Zihinsel kası güçlendirmek için her gün okuma alışkanlığı kazanmak önemlidir. Şu anda evinde satın almış olduğun ama henüz okumadığın kitaplarla işe başla. Belki haftada bir belki ayda bir kitap okumayı amaçlıyorsun ama önce her gün iki-üç sayfa okuyarak okuma alışkanlığını kazan. İster Kürk Mantolu Madonna oku, ister Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı, yeter ki oku. Yazmaya da zaman ayır. Bazı alanlar üzerine odaklan. O alanla ilgili aklına gelenleri kâğıda dök. Sana ne kadar saçma gibi görünürse görünsün bu uygulama seni fikir üretme alışkanlığına hazırlayacaktır. Duygusal gelişim, bize […]
Çocuklara İletişim Becerisi Kazandırmak
“Güzel kadın ama iletişim kurmasını beceremiyor.” “İki üniversite bitirmiş ama berbat bir patron, iletişim kurmasını beceremiyor.” “Ergenlik yaşındaki kızımın fikirlerini bilemiyoruz, bize hiçbir şey anlatmıyor.” “Bunun neden önemli olduğunu kocama anlatamıyorum.” İyi iletişim kurmayı çocuklarımıza öğretebildiğimizde hem fikirlerini rahatça açıklayabilirler hem de başkalarını motive edebilirler. Yürekten dinleyip konuştukları için dostlukları da beraberlikleri de uzun ömürlü olur. İletişim kurabilme becerisine sahip olmak, iş dünyasında mülakatlarda ve terfi kararlarında çok etkilidir. İletişim becerisi sadece okuyup yazmaktan, anlatıp ifade etmekten ibaret de değildir. Karşısındakini etkin dinlemek; düşüncesine, duygularına, tutumuna saygı duymak gerekir. İletişim becerisi yeterince gelişmezse, çocuklar hayal güçlerini ve yaratıcılıklarını ifade edemezler. Kendi duygu ve düşüncelerini ifade edemedikleri için de sızlanmaya, yakınmaya, suçlamaya, kavga etmeye, hırçınlaşmaya başlarlar. Üstelik başkalarının söylediklerini de duyamazlar. İletişim becerisi geliştikçe hem kendi düşüncelerini rahatlıkla ifade edebilir hem de başkalarının farklı düşüncelerini işitebilirler. İyi iletişim kurmayı öğretmek, çocukların düşünmeyi öğrenmesine de destek olur. Gerçek anlamda karşınızdakine kulak verdiğinizde, kendinizi onun bir parçası gibi hissedersiniz. İyi iletişim birçok kapının anahtarıdır. Doğru sorularla düşünmelerini ve iletişime geçmelerini sağlayabilirsiniz. Bazen çocuklarla görüşmelerimde, çocuklar hayretle “Böyle düşündüğümü bunu söyleyene kadar bilmiyordum, ağzımdan çıkınca fark ettim” diyorlar. İletişim konusunda birçok eğitim almış olabilirsiniz; iletişim kitaplarını okuyup ezberlemiş bile olabilirsiniz ama dinlemeyi gerçekten istemiyorsanız […]
Gergin İnsanlar İçin Nunçi
Bu kitabı yazma nedenlerimden biri, diğer birçok tavsiye kitabının sunar göründüğü “yardımı” yardımcı bulmamam. Çoğunlukla getirilen öneri “iyileşmek için zaten iyi olmalısın” demeye geliyor. Bilirsiniz, “Kendini sev, yoksa kimse seni sevmez” gibi şeyler. Ne bu, şantaj mı? Neden herkese başından kendini öldürmesini söylemiyorlar? Nunçi’nin en iyi yanlarından biri, kullanıp yararını görmek için hiç de sorunsuz olmanız gerekmemesidir. Ondan, mutluluktan havalara uçsanız da, berbat bir durumda veya bu ikisi arasında bir yerlerde olsanız da yararlanabilirsiniz. Aslında en kaygılı, huzursuz, sıkıntılı hallerinizde nunçi’niz en keskindir. Hatırlayın, zayıf durumdakilerin avantajıdır o. Bununla birlikte zihninizi nunçi’nize açmanız ve oracıkta, size yardıma hazır farkındalığınızı harekete geçirmeniz gerekir. Bunu nunçi’me ilk seferde kulak vermediğim için almam gereken sancılı hayat derslerine dayanarak söylüyorum. Geçmişte sosyal fobi tedavisi gördüm; bunun kimileri için felç edici olabildiğinin son derece farkındayım. Ancak ne yazık ki sosyal fobi, yüzde yüz etkili yegâne çaresi -insanlardan uzak durmak- pratik ya da akla uygun olmayan o rahatsızlıklardandır. Bazen insanlar çok varlıklı olmanın onlara diğer insanlardan kaçma imkânı vereceğinin hayalini kurar, sonra bir de bakarlar ki başarı tam tersi etkiye sahiptir. Ama eğer böyle hissediyorsanız dikkatinizi başkalarına vermek neden yararlı olsun? Sorun onlar değil mi? Evet, bazı bakımlardan sorun insanlar ama nunçi ninjası için onlar aynı […]
Çocuklar Yardımlaştığında
Julie yeni 6 yaşına bastı. Öğretmeni gelmemiş. Anaokulunun küçük sınıfına bir ziyaretimde bana eşlik etmesini teklif ediyorum. Okul psikologu olduğumdan, gerçekten de 3 yaşında Benjamin adlı bir çocuğu ziyaret etmem gerekiyor. Müdür birkaç gündür bana bu çocuğu işaret ediyor: Çocuk sabahtan akşama ağlıyor ve konuşmak istemiyor. Julie’yle beraber Benjamin’i sınıfından almaya gidiyoruz. Gözleri kıpkırmızı, benzi soluk, çok üzgün bir havası var. Üçümüz birden küçük bir masaya yerleşiyoruz. Benjamin’i bize büyük kederinin sebebini anlatmaya ikna etmek için boşa uğraşıyorum. Benjamin gözlerini Julie’den ayırmıyor. Julie ona soruyor: “Neden ağlıyorsun? Kötü rüyalar mı görüyorsun?” Benjamin başıyla onaylıyor. Julie bir kâğıt almasını ve “kötü rüyasını” çizmesini teklif ediyor. Benjamin canlı renklerde, kırmızı ve turuncu iki tane korkunç canavar çiziyor. Julie ona “Bak işte, bu iki canavar kâğıtta tutsaklar. Artık çıkamazlar. Ama iyice emin olmak için, sımsıkı kapalı parmaklıklar koy ki (siyah keçeli kalemle) canavarlar oradan hiç çıkamasın” diyor. Benjamin dediğini yapıyor. Parmaklıkları çizer çizmez, suratında bir gülümseme belirmeye başlıyor. Resimdeki parmaklıklar tamamlandığında Julie devam ediyor: “Gördün mü, canavarlar gerçekten de kâğıtta hapis oldular, artık geceleri gelemezler, kâğıda yapıştılar. Ama daha da huzur bulman için, kâğıdı param parça edeceğim ve çöpe atacağım, böylece geri gelmeyeceklerinden emin olabilirsin.” O günden sonra, Benjamin’in “canavarları” onu bir daha […]
Kokusuz Çiçek!
Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde şahane bir bahçe varmış. Bu bahçe ne çok büyükmüş ne de çok zengin. Ama bu bahçenin kendine has bir güzelliği varmış. Bir gün bahçenin sahipleri, bahçelerine mis kokulu hanımeli fidanı eklemeye karar vermişler. En güzel fideyi bulmak için çok da uğraşmışlar ve sonunda aradıkları fideyi bulmuşlar. Hanımeli çok heyecanlanmış, bir an önce büyüyüp etrafına mis gibi kokular saçmak istiyormuş. Hanımeli hafif hafif tomurcuklanmaya başladığında bahçeye bir bahçıvan gelmiş. Hanımeli, artık onunla her zaman ilgilenecek, hep yanında olacak bir bahçıvanı olduğu için mutluluktan havalara uçmuş. Bahçıvan hanımeliyle öyle güzel ilgilenmiş ki bizim hanımeli coştukça coşmuş ve bahçıvana aşık olmuş. Ama bahçıvan hanımelinin yapraklarını kopartmaya başlamış. Başlangıçta hanımeli, kokumu hep yanında taşımak istiyor, diye düşünmüş ama bahçıvan durmamış hanımelinin canını yakmaya devam etmiş. Daha sonra bahçıvan diğer çiçeklerle ilgilenmeye başlamış; papatyalarla, güllerle… Hanımeli çok kıskanmış. “Ben bu kadar güzel kokuyorum, rengârenk çiçekler açıyorum, bahçıvanım neden benimle ilgilenmiyor da onlarla ilgileniyor” diye düşünmeye başlamış. Bahçıvan hanımeline başta güzel sözler söylerken artık ona kötü şeyler söylemeye başlamış. Bahçıvan hanımeline ¨Şu güle bak ne kadar gösterişli, papatyalar ne kadar sevimli; peki senin neyin var ki? Kokmuyorsun bile, sen bir hiçsin¨ diyormuş. Hanımeli aşık olduğu bahçıvana inanmış ve yapraklarını […]
Gerçekten “Düşünerek Zengin Olabilir Miyiz”?
İstediğiniz şeylere odaklanın, istemediklerinize değil. –Charles F. Haanel Düşün ve Zengin Ol kitabının bir nüshasına ilk kez 1984 baharında dokunmuştum. Onuncu doğum günümü kutlamama sadece haftalar vardı ve babamın girişimlerinden biri daha başarısızlıkla sonuçlandığından ailece büyükannemin evine henüz taşınmıştık. Florida’da Panama City’deki evimizin kirasını ödemeye yetecek paramız ve gidecek başka yerimiz olmadığından Şikago’nun banliyölerine, büyükannemin evine dönmüştük. Bir buçuk yıl boyunca kardeşim Jason ve ben aynı odayı paylaştık. Tipik bir oda değildi -her iki tarafındaki kapılarla, gerçek bir yatak odasından çok geçide benziyordu. Anladığım kadarıyla 1950’li yıllarda insanlara “bina iskeleti” satmak oldukça popülermiş. Esasında bunlar, dört duvardan oluşan beton binalardan ibaret. içini yapmak ise yeni ev sahiplerinin sorumluluğundaymış ve büyükbabam da böyle yapmış… ki aslında pek de iyi yapamamış, düşününce teknik ressam ve devlet için çalışan bir mühendis açısından tuhaf bir durum. Ancak hakkını yememek lazım, hiçbir zaman mimar olduğunu iddia etmedi. Kaldığımız odada tuhaf bir çıkıntı yapan dolap vardı. Kısa sürede kardeşimin ve benim merakımı uyandırdı çünkü dokunmamamız gereken her türlü ilginç şeyle doluydu. Doğal olarak çocukken size hayır denildiğinde merakınız daha da artar. Dolabı karıştırırken yakalandığımızda büyükannemiz bizi azarlasa da, bu merakımızı takıntıya dönüştürmekten başka bir şeye yaramıyordu. Her geçen gün yakalanmadan dolabı karıştırmakta ustalaştık. Dolabın kendine has […]
Zor ve Zorluk
Kolay ve kendiliğinden olması demek, zorlukların olmaması anlamına gelmez. Asıl zorluk, kendini sana uygun olmayan veya istemediğin şeyi yapmaya zorlamakla, mecburiyetten dolayı veya yapmış olmak için yapmakla oluşan, yanında ıstırap duygusu taşıyan zihinsel bir tutumdur. Kolaylık hali, sevginin, isteğin veya süregelen bir sistemin itici gücüyle bedeninin ve zihninin ivme kazanıp kendiliğinden hareket etmesiyle oluşur. Bu halde iken insan bir şeyi yapabilmek için zorlansa da içsel olarak hissettiği şey zevktir, zihin-bedenin gelişmesi ve bilinç olarak genişlemenin zevki. Bu itici güçler insanın kendini sadece yaptığı şeyi yaparken bulmasını sağlar. Bu kendiliğindenliktir. Tıpkı doğal koşulların bir tırtılı kelebek yapması gibi. Tırtılın geçirdiği evrelere zor ya da kolay demeyiz ama bir sürü süreçten geçer, elbette ki zorlayıcı şeyler geçiriyordur çünkü olduğu halden tamamen başka bir hale geçmektedir ama sonuçta tırtıl için kelebek olmaya doğru çıkılan ruhen zevkli bir yolculuktur. Yani, bazı şeyler sana da başkalarına da zor gelebilir ama sen bunu, severek, isteyerek ve fark etsen de etmesen de, doğal bir itici güçle yapıyorsan o aslında kolaylıktır. Senin var olma halin odur ve sen kolaylıktasındır. Bazen çiçekler kayalardan ya da karın altından çıkıyor. işte o çiçek için bu zor ya da kolay değildir, o kolaylık halindedir çünkü şartların ve etkenlerin onu orada açmaya yönlendirmesine […]
Biyografiniz Nasıl Biyolojiniz Haline Gelir?
Toksik çocukluk stresinin beynimizi nasıl değiştirdiğini daha iyi anlamak için, önce stres tepkimizin optimum şekilde işlediğinde nasıl çalışması gerektiğini gözden geçirelim. Diyelim ki, yatakta yatıyorsunuz ve evdeki diğer herkes uyuyor. Saat 01.00 ve merdivenlerde bir gıcırtı duyuyorsunuz. Sonra başka bir gıcırtı. Şimdi sanki biri koridordaymış gibi geliyor. Daha zihniniz bilinçli şekilde olabilecekleri tartmadan önce aniden vücudunuz alarma geçer. Beyninizde hipotalamus olarak bilinen küçük bir bölge, vücudunuza kimyasallar pompalamak için iki küçük bezi (hipofiz ve böbrek üstü bezleri) uyaran hormonları salgılar. Adrenalin ve kortizol, vücudunuzun bağışıklık tepkisini artıran güçlü haberci moleküller salgılamak için bağışıklık hücrelerini tetikler. Orada uzanırken ve sesi dinlerken nabzınız hızlanır. Kollarınızdaki tüyler dikleşir. Kaslar gerilir. Vücudunuz, canınızı kurtarmak için savaşa hazırlanır. Sonra bu ayak seslerinin, gece yarısı mısır gevreğini bitirdikten sonra basamakları çıkan ergen çocuğunuza ait olduğunu anlarsınız. Vücudunuz, kaslarınız gevşer. Kollarınızdaki tüyler tekrar yatışır. Hipotalamusunuz ve “HPA stres ekseni” olarak bilinen hipofiz ve böbrek üstü bezleriniz sakinleşir. Geçmiş olsun, siz de sakinleşirsiniz. Sağlıklı bir stres tepkiniz olduğunda, strese hızlı ve uygun şekilde tepki verirsiniz. Stresli olaydan sonra vücudunuz “savaş ya da kaç” tepkisini azaltır. Sisteminiz düzelir ve temel dinlenme ve iyileşme durumuna geri döner. Başka bir deyişle, insan stres döngüsünün hem birinci hem de ikinci yarısından geçerek […]
Merak Zekası Yaratıcı Zekadır
Kibir cehalet doğurur. Bilgi güç yaratır. Merak zekanın çekirdeğidir. Bilgelik dinleme, öğrenme ve uygulama yeteneğidir. Soru sormaktan vazgeçmeyin. Merakın kendi varolma nedeni vardır. Sonsuzluğun, hayatın, realitenin olağanüstü yapısının üzerinde düşününce şaşırmamak mümkün değildir. Her gün bu gizemin minicik bir parçasını merak etseniz bile bu kutsal merakı ASLA kaybetmeyin. -Albert Einstein Merak, ruhun şehvetidir. -Thomas Hobbes İnsan kurallara sığmaz! Anne yuvasından ilk ciddi uçuşuna insan, ilkokulla birlikte başlıyor; okumanın, yazmanın ve sayı saymanın yanı sıra başka çocuklarla sosyalleşmeyi öğreniyor. Ama iki şeyi hızla unutmaya başlıyor: doğal olmak ve merak. Adım adım duygularını bastırmayı, yok saymayı, bazı duyguları iyi bazı duyguları kötü olarak algılamayı da öğreniyor. Her şeye isim koymayı belleten eğitim sistemi, duygularımızı adlandırmayı, duyguların ne anlama geldiğini öğretmiyor bize. Merakın ilk ifadesi olan cinsellik, çoğu toplumda ayıp, günah gibi kavramlar ve tabularla bastırılıyor. Bir insanın cinselliğini tabuların kıskacı altına alırsan onun merakını da öldürürsün. Cinselliğin ve merakın birbiriyle doğrudan bağlantısı vardır. Cinsellikle barışık olunduğu ve doğallığı içinde ifade edildiği ölçüde Duygusal Zeka ve Ruhsal Zeka gelişir. Bana göre […]
İstediğiniz Kadar Öpün Kurbağadan Prens Olmaz
Öpülen, İster Kurbağa Olsun, İster Prens, Beklenti Aynıdır. Kadınların sonsuza dek sürecek bir romans hayali vardır. Kendisini prensesler gibi hissettirecek erkeği beklerler. Masallarda güzel prenses daima kendisini kurtaracak, onu sonsuza dek mutlu edecek prensini bekler. Prens ya onu öpücükle yüz yıllık uykusundan uyandırır ya ayakkabının teki elinde kapı kapı dolaşarak onu bulur. Bu çocukluk masalları yetişkinlikte de kadınların peşlerini bırakmaz. Bu masalların kendilerini nasıl aciz kıldığının farkında bile değillerdir. Çoğu kadın prense çevireceği umuduyla kurbağaları öpse de ender de olsa “prensini” bulduğu halde onu kurbağaya çeviren kadınlar da vardır. Partneri değiştirme çabaları her zaman aleyhimize sonuçlanır. Öpülen, ister kurbağa, ister prens olsun beklenti aynıdır: Onlar mutluğumuzun sorumlusudur. Bu bakış açısıdır ilişkiyi bitiren. Mutluluğumuzun kaderini başkalarının eline bıraktığımız zaman şansımız sıfırdır. Dünyanın her bakımdan ‘en’lerine sahip (en duyarlı, en güzel, en başarılı, en etkileyici vb.) bir partnerin bile böyle bir yeteneği yoktur. İşin sırrı bizdedir; kendi ‘en’lerimizi çoğaltmamızdadır. Ama biz, kendimizle uğraşmak, kendimizi geliştirmek yerine partnerimizle uğraştığımız, onu değiştirmeye çalıştığımız için elimize geçen fırsatları kaçırırız. Partnerimizde arayacağımız esas özellik, kendi mutluluğunun kendi gelişiminden geçtiğinin ne kadar farkında olduğudur. Beklenti kendimizin dışında ise hayal kırıklığı kaçınılmazdır. Bizi yanıltmayacak olan tek kişi biziz. Beklentiyi kendimize çevirdiğimizde her zaman beklediğimize kavuşuruz. Kendi potansiyelimize güvendiğimizde yapmak isteyip […]
Siz ve Geçmiş
“Şimdiki zaman veya gelecek yoktur, sadece geçmiş vardır, şimdi, tekrar ve tekrar vuku bulan.” EUGENE O’NEILL, A Moon for the Misbegotten Bizler her an deneyimliyoruz. Bacaklarımızın altındaki sandalyenin verdiği hissi, havalandırma sisteminin uğultusunu, içtiğimiz kahvenin tadını hep deneyimleriz. Bunlar esasen nötr deneyimlerdir ve hayatımızın fonunu oluştururlar. Bu deneyimlerin çoğu, deyim yerindeyse, bize uğrar geçer ve dışarıda bir dünya olduğunu ve orada bir deneyim yaşadığımızı söyleyen duyusal bir veri oluşturur. Ne var ki bütün deneyimler bu kadar nötr değildir. Bazıları saf duyusal girdileri aşar ve düşünen ve hisseden bir varlık olarak bizim de dâhil olmamızı gerekli kılar. Diyelim ki sokakta beklenmedik bir şekilde bir tanıdığınızla karşılaştınız –nasıl tepki verirsiniz? Adeta kaçınılmaz bir şekilde geçmiş devreye girer. Eğer o kişiyi tanıyorsanız yanından yürüyüp geçmeniz tuhaf ve pek anti sosyal bir davranış olarak görülür. Bu karşılaşma o kişi hakkında –bunun hemen farkında olmasanız da- kısa bir not da iletecek ve size onu hoş karşılamanızı veya ondan uzak durmanızı söyleyecektir. Aynısı çözmeniz gereken bir sorun için de geçerlidir. Onu çözmek için deneyiminize, herhangi bir eğitime ve uzmanlığa başvurursunuz. Bunlar belleğin dost olduğu –dünyada yolculuk yapmanıza yardım eden- örneklerdir. Gel gelelim, bellek daha az tutarlı veya net de olabilir. Bazen o gözünüzün kenarıyla şöyle bir […]
Nakil
Gözümü alma, O bana lazım, Kulağımı al, Yolumu gözlerken, Sende çınlasın. Ayaklarımı alma, O bana lazım, Kollarımı al, Her gelemediğimde, Seni sarsın. Uykularımı alma, O bana lazım, Düşlerimi al, Ben seni düşlerken, Gülüşlerinde yaşasın. Uyumumu alma, O bana lazım, İsyanımı al, Seni kıracak olursam, Beni haşlasın. Aklımı alma, O bana lazım, Yüreğimi al, Ben seni düşünürken, Seninle yaşlansın. Anılarımı alma, O bana lazım, Hayallerimi al, Bitti dediğinde, Yeniden başlasın. Sezai D. Şahin
Sayı Titreşimleri ile İyileşme
Sayı kodlarının doğru dalga frekanslarını kullanarak bir tedavi gücü harekete geçirmek mümkündür. Bunun gerçekleşmesi için sayı titreşimlerinin kendi içsel titreşimlerimizle aynı rezonansta olmaları gerekmektedir. Sağlık ve yaşam asla statik olgular değildir. Tüm yaşam belli titreşim frekanslarından ve ritimlerinden meydana gelir. Evrende bulunan her şey sürekli bir dönüşümün etkisindedir. Bunu doğada, hayvanlarda, bitkilerin dünyasında, gece ve gündüz dönüşümlerinde gözlemleyebiliriz. Belirli bir zaman süresi içinde bir bitkinin önce filizi, sonra sırasıyla yaprakları, tomurcukları, çiçekleri ve sonunda meyvesi oluşur. Yaşamsal bir ritim:Kalp frekansı değişkenliği (Nabız Ritmi) Kalp ve kan dolaşımı sistemi bir yandan sinir sistemi ve duyu organlarının öte yandan metabolizmanın tam merkezinde bulunur. Ayrıca tüm iç organların akciğerlerle olan bağlantısıdır. Dolaşım sisteminin görevi, iç ve dış organların, ruhsal ve maddesel tüm olguların aralarındaki düzeni sağlamaktır. Bu sağlıklı düzenleme fonksiyonu, kalp atışlarının belirli bir süre aralığında saptanarak grafiğe çevrildiği EKG (Elektrokardiyografi) ile tespit edilir. Kalbe pompalanan kandaki stres hormonları kalbin daha hızlı ve düzenli bir tempoyla atmasını sağlar. Düşük nabız ritminde ise kalp normal ritminden sapma gösterir ve iletişim bozuklukları ortaya çıkar. Nabız ritmi, değişken kalp atışlarının sağlık belirtisi olduğuna inanan Çinli doktor Wang-Shu-he tarafından 3. Yüzyılda keşfedilmiştir. Kalbimiz belli bir ritimde özel bir dalga frekansı ile atar. Kalp frekansı statik değildir, her […]
Akışkan Bellek
Daha önce bir iş görüşmesinde kafanızdaki her şeyin silindiği, söyleyecek hiçbir şey bulamadığınız ve sessizliği zırvalayarak bozup yerin dibine girdiğiniz olduysa; ya da daha kötüsü, bir sevdiğinizin ani ölümüyle travma yaşadıysanız, unutmayı en çok istediğiniz anıların en çok hatırladıklarınız olduğunu çok iyi bilirsiniz. Çok eski olayların böyle küçük kırıntıları gününüzü alt üst edebilir ve tam da hiç yaşamamış olmayı dilediğiniz o olay sırasındaki hislerinizi tekrar yaşamanıza neden olur. Kötü anıları ortaya çıktıkları zaman geri itmek doğaldır ama bunu yaparak onların bizimle kalmasını sağlamış ve günlerimizi tekrar tekrar bölmelerinin yolunu açmış oluruz. Sıradanlıktan sıra dışılığa geçen insanlar belleklerini kötü anılardan arındırırlar. Yaşadıkları zor zamanları ortaya çıkarır, temizler, onlara yüklenmiş acı dolu anlamları değiştirirler. Başlarından ne geçerse geçsin onlar geçmişleriyle geleceklerindeki sıra dışılığı garantileyen anlamlı bir ilişki kurarlar. Anılarını yeniden yaratır, kötü zamanları baştan yazarlar. Olanlara dair gerçekleri değiştirerek değil; o zorluklara dair kafalarındaki anlamları değiştirerek… Anılarımızı baştan yazmaya güncelleme diyoruz, anıya atfettiğimiz en olumsuz anlamı güncelliyoruz. Bu, belleklerimizi akışkan tutuyor ve bu sayede beynimizin bir olayı hatırladığında doğal olarak yaptığı işe biz el koymuş oluyoruz: Olayı baştan yazmak… Kendimize sıra dışı bir gelecek kurmak için anılarımız üzerinde uzmanlaşmalıyız. Yani gün boyu akışımızı bölen saldırgan anılara maruz kalmamak için akışkan anılar yaratmalıyız. […]
Bugünlerde Kime Güvenebilirsiniz?
Olası flörtler, işveren ve elemanlar, organizasyon üyeleri, hatta akraba ve arkadaşlar bile çok çatışmacı kişilikler çıkabilir. Bu kitapta, bu kişilikleri nasıl mümkün olduğunca erken teşhis edip, onlardan kaçınacağımızı, hayatımızın bir parçası haline geliyorlarsa da onlarla nasıl baş edeceğimizi görmek için belirli örnekleri ve daha fazlasını ele alacağız. Bu kişiliklerden birine sizin sahip olduğunuz fikrine varmanız halindeyse, kendinize nasıl yardımcı olabileceğinize ve hayatınızı mahvetmekten kaçınabileceğinize eğileceğiz. Pekâlâ. Çıktığınız kişiye güvenebilir misiniz? İşyerindeki yeni elemana? Yatırım danışmanına? Size sigorta poliçesi satmak isteyen amcanıza? Yeni, yakışıklı din görevlisine? TV’deki siyasi adaya? Buna pek az bilgiye dayanarak -çoğu zaman da saniyeler içinde- karar vermeniz gerekir. Neyse ki, insanların yüzde 80-90’ının söyledikleri gibi olduğuna, söylediklerini yapacağına ve birlikte yaşamamızı sağlayan toplumsal kurallara uyacağına güvenebilirsiniz. Ancak, hayatınızı cehenneme çevirebilecek beş tip de insan vardır. İtibarınızı, özgüveninizi, kariyerinizi mahvedebilirler. Maddi varlığınızı, beden ve akıl sağlığınızı yıkıma uğratabilirler. Bazısı, fırsat verecek olursanız sizi öldürecektir. Bu kişilikler insanlığın yaklaşık yüzde 10’unu oluşturur, on kişiden biridirler. Kuzey Amerika’daki sayıları otuz beş milyondan fazladır. Eninde sonunda böyle birinin hedefi olmanız ihtimal dahilindedir. Bunun için bu kitabı okumanız önemli. Bu kişilerin her biri, çok çatışmacı kişilik adını verdiklerimizin uç bir örneği. Normalde çatışmaları yatıştırma ya da çözmeye çalışan çoğumuzun tersine Çok Çatışmacı […]
Oprah Neden Güzellik Kraliçesi Olmak İstedi?
Bir kadın dâhiyseniz ve Nobel Ödülü kazandıysanız, resimlerinizi Louvre’da sattıysanız veya gribin tedavisini bulduysanız, çok yüksek ihtimalle biri kalçalarınızın boyutu ya da göğüs ölçüleriniz konusunda tweet atacaktır. Röportaj yaptığım dâhi kadınlar arasında buna karşı iki yaklaşım var gibi görünüyor: Önemseme… Görünüşünle yargılanmamalısın. Önemse… Her zaman görünüşünle yargılanıyorsun. Dâhi kadınlar hayatlarının birçok alanında olduğu gibi, güzellik-zekâ (hatta güzellik ve zekâ) bahislerinde de nelerin işe yarayıp nelerin yaramadığını anlamak zorunda kaldı. Ne kadar yetenekli olursanız olun, bir kadının nasıl görünmesi gerektiği konusundaki sosyal standartlara takılmak ve bunun oldukça makul olduğunu düşünmeye başlamak kolaydır. En güçlü ve kendine en çok güvenen kadınlar bile genellikle “gülümse ve güzel görün” oyunuyla başlar. Onları suçlayabilir miyiz? Ayağa kalkıp özgün olacağını söylemektense hazır (erkeklerin oluşturduğu) kurallarla kazanmaya çalışmak daha kolaydır. Dâhi mi olmak istiyorsun? Peki. Ama ataerkil toplum diyor ki, önce yüzeysel kalmaya odaklanıp bir güzellik kraliçesi olmak isteyebilirsin. Güzel kabul edilme baskısı ne kadar güçlü? Oprah Winfrey’i düşünün. Şu an onun empati, iletişim ve izleyiciye dokunmak konusundaki yetenekleriyle, neredeyse eşi benzeri olmayan, karizmatik bir dâhi olduğunu biliyoruz. Tarihteki en başarılı sohbet programı sunucularından biri. Ayrıca Harvard ve Duke’tan fahri doktora dereceleri alan emsalsiz bir dâhi ve tarihteki ilk kadın siyahi milyarder. Milyonlarca kadına kendileri olmaları ve […]
NLP Nedir ?
Her insan içinde var olan potansiyeli, yetenekleri, gücü kullanabilme şansına(!) erişmek ister, en azından erişmek istediğini söyler -parmağını oynatmak için çaba göstermese de. Kişinin NLP denilen büyülü yöntemi öğrenmesi ve uygulaması ise yaşamını şans ve tesadüflere bırakmak yerine, kendi istediği biçimde yaratma ve inşa etmeyi seçmesi yani kendi yaşamının sorumluluğunu üstlenmesi anlamına gelir. Neuro-Linguistic Programming sözcüklerinin baş harfleriyle anılan NLP’yi Duyu-Dil Programlaması olarak çevirebiliriz. NLP hem bilimdir, hem sanattır. NLP bilimdir. Bilim nesnel deneyimlerin sistematik doğasını inceler. NLP öznel deneyimlerin sistematik doğasını inceler. Her birimiz özgün bireyler olsak da, iç dünyamızda olup bitenlerin dış dünyamıza yansımaları farklı farklı olsa da, içsel oluşumun basamakları harika bir sistemin işleyişiyle gerçekleşir. Tıpkı, hiçbirimizin diğeriyle tıpa tıp aynı olmamasına rağmen, hepimizin anne rahmine düştüğümüzden itibaren, doğana kadar aynı oluşum sürecinden geçmemiz gibi. NLP sanattır. Sanat insanın yeteneklerini ve yaratıcılığını kullanarak, iç dünyasının renklerini, müziğini, duygularını en estetik bir sunuşla ifade etme ve başkalarına aktarabilme gücüdür. NLP, insanın “kendisinin en iyi versiyonu olabilme” sanatıdır -içsel ve dışsal başarının uyumlu ve dengeli bir biçimde ifade bulduğu bir yaşam sanatı. Düşünce, duygu ve davranışlarımız birlikte çalışarak yaşam deneyimlerimizi yaratır. Çoğu zaman bu deneyimleri bilinçsizce yaratırız. Robotlaşan düşünceler, dondurulmuş ya da bastırılmış duygular ve otomatik davranışlarla yaratılan yaşam […]
Bedeninizin Hangi Bölümleri Neyi Temsil Ediyor?
Burada detaylara girmeden size genel fikir vermesi açısından bir iki şey paylaşmak istiyorum. Öncelikle ister kadın ister erkek olun, herkeste dişi ve erkek enerji vardır; kullansa da kullanmasa da. Evren dişi ve erkek enerjinin dansıyla yaratıldı. Yin ve Yang dansı. Tıpkı bir mıknatısta, elektrik enerjisinde negatif ve pozitif kutbun bulunması gibi. Erkek enerji (Yang) pozitif elektrik enerjisine, gündüze, güneşe, inisiyatif almaya, harekete geçmeye, EGO’ya tekabül eder. Dişi enerji (Yin) negatif elektrik enerjisine, geceye, Ay’a, rüya görmeye, hayal kurmaya ve BEN’e tekabül eder. Ben’siz ego gaddar olur. Ego’suz Ben paspas olur. Bedenin belirli bölgelerinde ortaya çıkan sorunlar bilinç, bilinçaltı ya da bedensel seviyede yaşanan duygularla ilgilidir. BİLİNÇ / BİLİNÇALTI / BEDEN Gövde, isteyerek ya da istemeyerek bilinç seviyesinde yaptığımız seçimlerle ve bu seçimleri kabul etmek ya da mücadele etmekle ilgilidir. Boyun, kol ve bacaklar bilinçaltı seviyesinde yaptığımız seçimlerle, kendimize güvenle, suçluluk ve yas duygusuyla ilgilidir. Eller, ayaklar, el ve ayak bilekleri beden seviyesinde yaptığımız seçimlerle, hayatla barışıklığımızla, hayallerimizi ne kadar gerçekleştiriyor olduğumuzla ve ait olma duygusuyla ilgilidir. SOL TARAF / SAĞ TARAF Başımızdan ayaklarımıza kadar bedenimizi ortadan ikiye ayırırsak: Sağ taraf kontrol, sol taraf yaratıcılık ile bağlantılıdır. Sağ taraf: Oluşturduğumuz inanç sistemimizle, doğrularımızla / yanlışlarımızla, özsaygımızın seviyesiyle, kendimizle ilgili gerçekte neler […]
Kaliteli Bir Uyku Nedir?
Uykunun kalitesi uyandığınızda hissettiğiniz tazelikle ölçülür. Sabah uyandığınızda kendinizi formda ve neşeli hissediyor ve tüm gün rehavet çökmeden gündelik işlerinize bakabiliyorsanız iyi bir gece uykusu uyumuş sayılırsınız. Stres, alkol, çalışma saatleri, ailevi zorunluluklar, saat farkı, birtakım ilaçlar veya hastalıklar gibi dış faktörler uykunun kalitesini etkileyebilir. Ayrıca yaşlılıkla birlikte kaçınılmaz olarak değişen uyku döngüsü de uykunun kalitesini büyük ölçüde etkiler. Uyku döngüsündeki değişikliklerden bazıları çok erken yaşlarda başlar. Örneğin, yaşamın ilk yıllarında beynin gelişimini sağlamada çok yer tutan paradoksal uyku evresi, büyüdükçe kısalmaya başlayarak erişkinlik dönemine ulaştığımızda sabitlenir. Geceleri geç yatıp sabahları geç kalkma eğiliminde olan ergenlerde özellikle okul döneminde erken kalkmak zorunda kaldıklarında uyku eksikliği ortaya çıkabilir. 60 yaşından sonra da çok fazla değişiklik ortaya çıkar. Derin uyku ve paradoksal uyku evrelerinin süresi kısalırken, hafif uyku evresinin süresi uzar. Bu nedenle yaşlıların uykusu daha hassastır, geceleri sık sık uyanırlar ve yeniden uyuyabilmeleri uzun zaman alabilir. Ayrıca melatonin (uyku hormonu) üretimi hem azalır hem de akşam daha erken bir saatte salgılanmaya başlar. Bu durum yaşlıların akşamları erken uyuyup sabahları çok erken uyanmasına neden olan sirkadiyen ritim değişikliğini açıklamaktadır. Bu değişime uyum sağlamak için öğlen uykusuna ihtiyaç duyabilirler. ÖĞLEN UYKUSU SAĞLIKLI MI, DEĞİL Mİ? Çocuklarda öğlen uykusunun yararları dünyaca biliniyor olsa da yetişkinler […]
İstismara Hedef Olanların Ortak Özellikleri
Şu ana kadar psikolojik istismar konusunda kim, ne, nerede, ne zaman, nasıl ve niçin soruları üzerinde durduk. Şimdi de bu istismar biçimine maruz kalan insanlarda gözlemlediğim özelliklerden kısaca bahsetmek istiyorum. Görünmeyen bir şiddet biçimi olan psikolojik istismarda hedef alınan insanların ortak özellikleri var. Bazıları pozitif özellikler, bazılarının ise kesinlikle üzerinde çalışılması gerekiyor. Çok uyumlu olmak bu pozitif özelliklerden biri. İstismar mağdurlarının çoğu istismar öncesinde kendilerini hayata olumlu bakan, her olumsuz şeyden olumlu bir şey çıkaran, diğer bir deyişle “Hayat limon verdiğinde limonata yapabilen” insanlar olarak tanımlıyor. İstismardan önce uyumlu olduklarını, herhangi bir olumsuzluğu kolayca atlatabilen ve umutlu kalabilen insanlar olduklarını söylüyorlar. En çok da istismarla mücadele edenin stresli dönemlerden sonra çabuk toparlanma özelliğini kullanır istismarcı. Onu habire zorlar, mağdurun sinirlerinin bozulmasını, duygusal olarak çökmesini bekler. Bunu başaramazsa, yaşanan sıkıntılar karşısında kendini çabuk toparlamak hem bir nimet hem felaket olur. Bu tanıdık geliyor mu size? Gücünüz size karşı bir silah olarak kullanıldı mı hiç? Ne tür insanın psikolojik şiddet içeren ilişkiye çekildiği konusunda karmaşa yaşıyor insanlar. Herhangi bir şiddet biçimine maruz kalan insanın ilgiye, sevgiye muhtaç, başkalarının onayı olmadan bir şey yapamayan, kendi başına hareket edemeyen, bağımlı biri olduğuna inanılıyor. Bu basmakalıp bir inanç. Kesinlikle doğru değil. Gizli şiddete maruz kalan […]
Fiziksel Aktivite Sağlığımızı Ne Şekilde Olumlu Etkiliyor?
Kalp sağlığı Kalbimiz yüksek şiddetteki düzenli egzersize uyum sağlamak için hacmini hafifçe büyütür. Fiziksel olarak aktif kişilerde görülen kalp büyümesi, yüksek tansiyon yüzünden kalbi daha fazla çalışan kişilerde görülen kalp büyümesinden çok farklıdır. Aktif kişilerde görülen kalp büyümesi faydalı bir durumdur. Her kasılma daha güçlü olduğundan kalp daha fazla kan pompalar. Kan daha etkili biçimde pompalandığından istirahat halindeyken kalp atışları yavaşlar. Egzersiz yapan kişilerde istirahat halinde dakikada yaklaşık 60 veya daha az kalp atışı kalp-damar sisteminin sağlıklı olduğunu gösterir. Fransa’da 4000 kişi üzerinde 20 yıl boyunca gerçekleştirilen bir araştırmaya göre, düzenli egzersiz yaparak istirahat halinde kalp atışlarını dakikada 7 atış düşürmek ölüm riskini yüzde 18 azaltmaktadır. Damar sağlığı Düzenli fiziksel aktivite kaslara daha iyi kan taşınmasını ve gelişmelerini sağlamak amacıyla yeni kan damarlarının oluşumuna katkıda bulunur. Ayrıca endotelyumun (damarların iç yüzeyi) daha esnek ve daha güçlü olmasını da sağlar. Böylece kan dolaşımı güçlenir ve bundan da tüm vücudumuz fayda sağlar. Organlarımızın tümü (örneğin beyin gibi) daha fazla oksijen alır ki bu da fiziksel aktivitenin zihinsel fonksiyonlar üzerindeki olumlu etkilerini bir ölçüde açıklamaktadır. Şekerlerin kullanımı Kaslarımızın yakıtı şekerdir. Kaslarımız şekeri glikojen halinde hücrelerinde depolar. Kaslarımız çalışma halindeyken biriktirdikleri glikojeni harcayıp sonraki 48 saat içinde yeniden glikojen depolarlar. Düzenli olarak fiziksel aktivite yaptığımızda kaslarımız […]
Ciddi İlişkilerde İki Arada Bir Derede Kalmak
Ciddi ilişkiler doğal olarak, tüm seçeneklerin riskli, acılı ve muğlak gözüktüğü iki arada bir derede kalma durumlarıyla doludur. Bu durum iki sevgiliyi de kendi açılarından önemli gördükleri şeyi tekrar tekrar incelemek zorunda bırakır. Aynı zamanda, gerçek bir olayda, gerçek zamanlı olarak ve önemsedikleri insanla birlikte kendi bütünselliklerini de test ederler. Her iki arada derede kalma durumu hemen hep şu şekilde gelişir: A’yı seçersem mutsuz olacağım; B’yi seçersem de mutsuz olacağım; ve bir seçim yapmazsam da mutsuz olacağım. Yapılacak her türlü seçim acı getirecek gibidir. Sıklıkla getirir de. Ama en azından birisi temiz acı ile bu acının ötesinde özgürlük ve daha fazla içtenlik de taşır. Luanne ve Jackie Luanne ve Jackie altı yıldır birlikte yaşıyor ve dört yıllık da evliler. Para konusunda sürekli olarak tartışıyor, farklı düşünüyor ve bazen de ağız dalaşına tutuşuyorlar. Jackie de, Luanne de daha az çalışmak istiyor ve bir anda önlerine haftalık çalışma saatlerini otuza düşürme seçeneği çıkıyor. Ama çiftin mali işlerine bakan ve her maaşın bir kısmını tasarruf eden Luanne masraflarını karşılayacak parayı kazanamayacaklarından endişe ediyor. Jackie ona, “Haklısın; kazanamayacağız. Açığı kapatmak için tasarruflarımızdan birazını kullanmamız lazım” diyor. Luanne korkuya kapılıyor. “Tasarruflarımız acil durumlar için. Onlar bizim sigortamız. İstediğimiz gibi harcayamayız onları.” “Neden olmasın?” diyor Jackie. […]
Bilgiler Aracılığıyla Tedavi
“Yeryüzünde hiçbir şey, zamanı gelmiş bir fikir kadar güçlü değildir.” Victor Hugo (1802 – 1885) Öncelikle bilgiler aracılığıyla iyileşmenin mümkün olduğunu işleyiş sistemi ile mükemmel biçimde açıklayan homeopatiye dönmek istiyorum. İngiliz biyolog RupertSheldrake’e göre “Maddeyi ve tüm yaşamı yöneten, titreşim alanlarıdır.” Bu tezi morfogenetik alanlar (maddeleri ve organize yaşam biçimlerini bilgiler aracılığıyla etkileyen ve yapılandıran alan) teorisi ile 1981 yılında ilk destekleyen o olmuştur. Bitkilerin ve hayvanların dünyasında bu düşüncenin sayısız örneklerini bulabiliriz. Eskiden “altıncı his” söz konusu iken, bugün morfogenetik alandan bahsediliyor. Örneğin orman, bütünsel bir organizma halinde bir orman olması gerektiğini nereden biliyor? Aslında kör olan termitler (beyaz karıncalar) nerelere tepeler inşa etmeleri ve bunları nasıl düzenlemeleri gerektiğini nereden biliyorlar? Ya da suda oluşan en küçük hareketi tehlike varsayan bir balık sürüsü, hızla hep birlikte aynı anda nasıl yön değiştirebiliyor? Yeni homeopatinin kurucusu ErichKörbler de bu fikirlerden yola çıkarak, insanın bir bilgi sistemi olduğunu ve bilgilerle iyileşebileceği sonucunu çıkarmıştır. Fiziksel olarak deneyimli bu Viyanalı elektrik teknisyeni 1994 yılında hayatını kaybedene kadar başta basit çizgiler ve çizgi kombinasyonları olmak üzere tüm geometrik şekillerin etkileri ve uygulama olanaklarını araştırmıştır. fiifalı işaretlerin uygulandığı yeni homeopati alanında olduğu gibi, sayılarla iyileşme yönteminde de aslında sadece birer titreşim paketinden başka bir şey olmayan […]
Giysilerimizdeki Renklerin Psikolojisi
Pek çok İnsan gİysilerinin renginin, tenlerinin görünüşünü etkilediğini düşünür. Bu doğru değildir. Aslında olay, üzerlerindeki rengin onların güçlü ya da zayıf yönlerini vurgulamasından kaynaklanır. Bu nedenle, eğer giydikleri renkten memnun değillerse, ciltleri de bu tepkiyi yansıtır. Bildiğimiz gibi cildimiz yarı saydamdır. Hastalandığımızda cildimize ne olduğunu düşünelim. Doğal rengini kaybeder, soluk bir hal alır ve bedenimiz de buna uygun tepkiler verir. Peki, heyecanlandığımızda ya da dahası âşık olduğumuzda ne oluyor? Yanaklarımız kızarır ve cildimiz daha parlak görünür. “Nasıl da ışıldıyorsun. Mutlaka âşıksın!” derler. Görüldüğü gibi duygularımız cildimizin görünüşünü kontrol etmektedir. Burada size tavsiyem, sevmediğiniz bir renk varsa onu sevmeyi öğrenin. Otomatik olarak hareketlerinizin değişmeye başladığını göreceksiniz. Deneyin! Büyük ihtimalle bütün renkleri giyebileceğinizi göreceksiniz. Bu kadınlar için erkeklerden daha kolay, çünkü biz kıyafetimize göre makyajımızı değiştirebiliyoruz. Kadınların ekseriyetle duygularına uygun bir makyaj yaptıklarını fark ettim. Eğer zorlu bir durumun ortalarındaysak veya hayatımız istediğimiz gibi değilse değişiklik yapıyoruz. Durumu değiştirmek için her türlü aracı kullanmaktan çekinmeyin. Kendimizi kötü hissettiğimizde “iyi” hissettirecek bir makyaj harikalar yaratır. Diğerlerinin ne düşündüğünün önemsiz olduğunu bilirsiniz. Bu daima geçicidir. Ne hissettiğimiz de geçicidir, ancak ebedi yönümüz bundan etkilenir. Kişilik toplumsal bir süreçken, ruh halimiz bizi bireysel olarak etkiler. Bununla beraber, ruh halimiz kişiliğimizi etkileyebilir. Bunu halletmek için belirli […]
Kendini Başkalarında Gör
Sawubona! Güney Afrika’da insanlara selam verirken kullanılır. “Seni görüyorum, senin farkındayım” anlamına gelir. Kendimizi başkalarında görmeyi başarabilirsek yaşam deneyimlerimiz kesinlikle daha zengin olacaktır. Daha sevecen, daha candan insanlar haline geliriz. Başkaları bizim aynamızdır. İnsanlara baktığımızda kendi yansımamızı görebilirsek kaçınılmaz surette iyi davranırız onlara. İşte bu, ubuntudur. Ubuntu kibarlıkla karıştırılmamalıdır ama. Kibarlık daha çok göstermeye çalıştığımız bir şeydir. Oysa ubuntu çok daha derindir. İnsanın özüne değer vermektir. Kendinden başlayarak her insanın özünde değerli olduğunu kabul etmektir. Güney Afrika’da 1994’e kadar süren ırkçı apartheid rejimine karşı mücadeleye, siyah ve beyaz insanların tamamen ayrı yaşamlar sürmeye zorlandığı acımasız ırk ayrımına karşı mücadeleye rehberlik etti ubuntu. Apartheid karşıtı mücadele kesinlikle “beyaz karşıtı” mücadele değildi. Güney Afrika’da yaşayan insanların hepsinin insan olarak kabul edilmesi ve eşit muamele görmesi adına verilmiş bir mücadeleydi. Sıkıntılara, baskı ve zulme göğüs gerebilir, ubuntuyu özümseyip günlük hayatına uyarlarsan ayrımın, bölünmenin, her türlü anlaşmazlığın üstesinden gelmenin en güzel yolunu bulursun. Bu da Güney Afrika’nın dünyaya armağanıdır. Büyüdüğüm ortamda birçok bilge insan olduğu için şükrediyorum. Annem, NontombiNaomi Tutu, bir barış aktivisti, feminist, konuşmacı ve şimdilerde rahiplik yapıyor. Ninem ve dedem apartheid rejiminin önde gelen karşıtlarıydı. Dedem ayrımcı sisteme karşı şiddet içermeyen mücadelesinden dolayı 1984’te Nobel Barış Ödülü’nü aldı. Ailemde konuşulanları, yaşananları, kahkahaları […]
Bebeğin Emzirilmesi Neden Önemlidir?
Emzirmeyi Başarmak ve Önündeki Engeller Birçok insan emzirme yeteneğinin (ya da emzirememenin) rastlantısal olduğuna inanıyor; şanslıysanız sorun yaşamıyorsunuz ama çoğu kadının şansı yaver gitmiyor. Yıllar içinde kadınların emzirememelerine dair öyle çok neden duydum ki; açık renk saç, kızıl saç, solgun ve hassas cilt, acı eşiğinin düşüklüğü, çok düz/büyük/sivri/sarkık meme uçları, yanlış beslenme ya da iyi kalitede süt üretememe bunlardan bazıları. Aslında emzirme oldukça sağlam bir bilimdir. İnsan vücudu her zaman öngörülebilir olmadığından elbette her zaman değişkenler olsa da, ağrısız etkili süt transferini gerçekleştiren mekanizma tamamıyla bilinmektedir. Aynı şekilde hem doğumda hem de hemen doğumun ardından yaşananların emzirme sürecinin ne kadar kolay olup olmayacağını belirleyebildiğini de biliyoruz. Uzun süren doğum sancıları, çok hızlı doğumlar, destekli doğumlar, sezaryen, ya da çok hızlı ıkınma süreci bile bebeklerin ilk birkaç gün ya da hafta kaskatı kesilmesine, çabuk ağlamasına ya da uykulu olmasına neden olup bazen de emzirmeyi zorlaştırabilir. Emzirme bağının kurulmasına ket vurduğu ya da yardım ettiği ortaya koyulan bazı anahtar faktörler var. Tıbbi gerekliliklerden ötürü bazen aşağıda belirtilen risk faktörlerinden biri ya da birkaçı kaçınılmaz ya da ulaşılamaz olabilir; ancak bu emzirmenin başarılı olmayacağı anlamına gelmez. Bazı bebekler memeyi kolayca alırken bazılarının biraz daha zamana ihtiyacı olduğunu bilmek ebeveynler için rahatlatıcı olabilir. Risk […]
Değişim Bir Anda Olur
Her an, her saniye değişiyoruz. Aynı kişiyle ikinci kez tokalaştığımızda bile elimizdeki hücrelerin bir kısmı değişmiş oluyor. Ufacık bir bebek olarak dünyaya geldik, her an değişe değişe bugün aynada gördüğümüz kişi olduk. Fiziksel değişimin yanı sıra düşüncelerimiz değişiyor, zevklerimiz değişiyor, ilgi alanlarımız değişiyor. Yakın zamana kadar, biz çocuklarımıza bir şeyler öğretirken, bugün çocuklarımız bize bilgisayarın nasıl kullanılacağını öğretiyor. Eve yeni alınan bir elektronik aletin nasıl çalıştığını çocuğumuz bizden önce kavrıyor ve bize gösteriyor. Videoyu ayarlamasını bilmediğim için o dönemde ergen yaşta olan oğlumun eve dönüşünü dört gözle beklerdim. (Gerçi elektronik aletlerin nasıl çalıştığını hâlâ öğrenmiş olduğumu söyleyemem. Nasıl olsa etrafımda gençler var.) Değişimi bir anda gerçekleştiriyoruz. Bir şeyi gerçekleştirmeyi düşünmek ile, karar vermek ve başlamak arasında zaman dilimi olabilir. Ama değişim bir anda olur. Bandler değişimin yavaş bir süreç olduğu olgusunu dakikada bir karenin ekrana yansıdığı bir filmi seyretmeye benzetiyor. Peki öyleyse kendimizi değiştirmekte neden böylesine zorlanıyoruz? Bir şekilde değişmek istediğimiz alanlar var hepimizin hayatında. Belki sonuçlarından rahatsızlık duyduğumuz bir alışkanlığımız, belki bize rahatsızlık veren ani patlamalarımız, belki sevdiklerimize hayır diyemememiz, vb. Bazen tüm heyecanımızla bir şeyi değiştirmeye karar veriyoruz. Örneğin; bir ay içinde dört kilo vermeye karar veriyoruz. Bu hedefin mantıklı ve tutarlı olduğunu biliyoruz. Heyecanla gidip dünyanın parasını […]
İçe Dönüklüğünüzü Hayata Döndürmek
Çoğumuza küçük yaşlardan itibaren sosyal becerilerin değeri öğretilmiştir. Kendimizi nasıl tanıtacağımızı, nasıl gülümseyeceğimizi ve nezaketi öğreniriz. Bize insancıl olmamız ve arkadaşlıklar kurmamız söylenir. Tüm bunlar yararlı becerilerdir. Bununla beraber, kaçımıza yalnızlık becerilerinin değeri öğretilmiştir? Kaçımıza sınırlarımızı nasıl koruyacağımız, hayal gücümüzü nasıl güçlendireceğimiz, yalnızlığı nasıl kucaklayacağımız öğretilmiştir? Kaçımız sosyal aktivitelerden geri çekilip zihin dünyamızı beslememiz için yüreklendirilmişizdir? Bu kitap, eksik kalmış olan bu eğitimi size sağlamak için yazıldı. İçedönüklüğünüzü nasıl kaybetmiş olabileceğinizi araştıracak, dışadönük varsayımını çözümleyip bunun günlük konuşmalarınız, yargılarınız, iş ve eğlenceyle ilgili fikirlerinizde nasıl tezahür ettiğini göreceğiz. Tercihinize yeniden sahip çıkmak üzere özgürleştiğinizde hissettiğiniz güçten büyüleneceksiniz. Hayat, var olduğunu daha önce bilmediğiniz bir biçimde akmaya başlayacak. Belki kendinizi şunu sorarken bulacaksınız: “Bu mümkün mü?” “Hayat bu kadar kolay olabilir mi?” Bu dönüşüm bireysel düzeyde oluşurken -yani evinize sahip çıkarken- dünyanızın da değiştiğini fark edeceksiniz. Bence bunu seveceksiniz. Hoş geldiniz. İçedönük Olmak hayatınız boyunca aldığınız dışadönüklük eğitimine bir alternatif sunuyor. İçedönükler olarak her ne kadar dışadönüklüğe yabancı hissetsek de ona uyum sağlamayı bildik. İçedönük Olmak sizden, dışadönük düşünce tarzının üzerine ince bir içedönük katman koymak yerine, önce tüm düşünme şeklinizi soyup sonra onu kendi gerçek renklerinize boyamanızı istiyor. Bu kitap, her biri, eğitimimiz için temel nitelikte olan ve sırasıyla ilerlemeyi […]
Randevu Geceniz
Sık sık yapılan küçük, olumlu şeylerin ilişkilerde gerçek bir fark yarattığını biliyoruz. Eşinize düzenli olarak takdir ve sevgi göstermek, her günün sonunda birlikte konuşmak, gidip gelirken birbirinizi öpmek -bunların hepsi mutlu ve sağlıklı bir ilişkinin unsurlarıdır. İlişkiniz her gün paylaştığınız bu küçük ve basit anlardan oluşur; bu anları kucaklamalısınız. Fakat aynı zamanda sizden haftada bir gece -veya öğleden sonra ya da sabah- randevulaşmanızı da istiyoruz.Bu kitaptaki her bölüm size ilişkinizi güçlendirecek sekiz farklı randevuda rehberlik edecek ama bu randevu gecelerinin ilişkide bağların korunduğu, aşk dolu bir hayatın daimi bir parçası olması gerekiyor. Burada amaç haftada bir kez özel bir randevuya çıkmak ve bunu ilişkinizin bir önceliği haline getirmektir. Yoğun bir hayatı olan pek çok çift için ve özellikle çocuk sahibi oldukları zaman randevu geceleri -çocuk bakımı ile çalışma hayatının sonu gelmeyen “yapılacaklar” listesinden soluk almalarına fırsat verdiği zaman- doğanın tesadüfi, delidolu edimleri haline gelir. Ancak randevu geceleri sadece fırsat, finans ve çamaşırlar evrende mükemmel ve sihirli bir uyuma kavuştuğu zaman gerçekleşen gelişigüzel deneyimler olmamalıdır. Randevu geceleri planlanır. Randevu geceleri önceliklidir. Pek çok ilişkide ve evlilikte eğlence, oyun ve birbiriyle bağlantı kurmak “yapılacaklar” listesinin sonlarında yer alır. Bu da hoşnutsuzluk ve birbirinden yavaş yavaş kopmak için bir davetiyedir.Buradaki basit gerçek şudur […]
Bebekler Nasıl Uyur?
Bebekler yetişkinler gibi uyumaz. O halde neden bunu bekliyoruz? Buradaki rahatsız edici gerçek şu; söz konusu bebeklerin uykusu olduğu zaman sorun hemen her zaman bebeğin biyolojisiyle değil, biz yetişkinlerin beklentileriyle ilgili oluyor. Bebeklerin uykusu yetişkinlerin uykusundan pek çok yönden farklıdır.Şimdi bunlara sırasıyla bir göz atalım. Bebeklerin uyku döngüleri daha kısa ve daha fazladır “Bütün gece boyunca uyuma” ifadesi yanıltıcıdır. Bebekler bütün gece boyunca uyumaz, yetişkinler de öyle. Aslına bakarsanız, herhangi bir yaştaki insanın bütün gece boyunca uyuması fiziksel olarak imkânsızdır. Hangi yaşta olursak olalım, hiç deliksiz uzun bir uyku çekmeyiz. Sadece gece uykuya yatıp sabahleyin uyanmayız. Hepimiz “gece uykusunu” oluşturan birkaç uyku döngüsünden geçeriz. Yetişkinlerin bir uyku döngüsü yaklaşık bir buçuk saattir. Gecede yedi ile sekiz saat uyuyan ortalama bir yetişkin her gece beş farklı uyku döngüsünden geçecektir. Her uyku döngüsü başlıca iki uyku evresi içerir: REM (hızlı göz hareketi) evresi ve REM-dışı evre. REM uykusunun niteliği beyindeki faaliyet seviyesinin yükselmesi ve beyin dalgalarının hızlanması fakat vücut kaslarının felç olmasıdır. Bu sert tezat sayesinde REM uykusu “paradoksal uyku” ismini almıştır. Bu, rüya evresidir, gözler kapalıdır ve göz kapaklarının altında hareket eder: REM, yani RapidEyeMovement, “Hızlı göz hareketi” terimi de buradan gelir. REM uykusunun bir niteliği de düzensiz kalp atışları, hızlı, […]
Bir sorunum olup olmadığını nasıl anlarım?
“Bir sorunum olduğunu nasıl anlarım?” sorusu sık sorulur. Bu, gayet yerinde bir sorudur, çünkü kişinin bir sorunu olduğunu anlaması ve kabul etmesi hiç de kolay değildir. Bu konuda son zamanlarda pek çok televizyon programı yapılıyor, hatta istifleme rahatsızlığına özel kablolu kanallar bile var. Bunlar yardım edilebileceğine dair bir umut aşılamaları açısından olumlu etkide bulunabildiği gibi, bu rahatsızlığın kişiyi damgalayabileceğini göstermesi bakımından da olumsuz bir etki yapmaktadır. Medya bilgi veriyor ve rahatsızlığa dair farkındalığı arttırıyor ama aynı zamanda pek çok programda bu bağımlılığın yol açtığı utanç duygusu da inceleniyor. Buradaki önemli mesaj istifleme bağımlılığının her bireyi farklışekillerde etkilediği olmalıdır. Etiketleme ya da tanı, bu rahatsızlığın kişiyi hayatını tam anlamıyla yaşama yetisi açısından nasıl etkilediğinden daha az önemlidir. Fakat eğer hemen herkeste istifleme ya da biriktirme eğilimi varsa ve hepimiz bizim için önemli şeyleri biriktirmeye meyilliysek, bir sorunumuz olduğunu nasıl anlayabiliriz? Kendinize bu tayfın neresinde olduğunuzu belirlemenize yardımcı olabilecek şu soruları sorabilirsiniz: Yaşadığınız ortamda bir şeylere takılarak, yanlardan geçerek, sırtınızı duvara dayayarak yürümek zorunda mı kalıyorsunuz? Yaşadığınız ortamdaki eşyaların sayısı oranın tasarlandığı gibi kullanılmamasına mı yol açıyor? Mesela, yatağınızın üstündeki karman çorman yığın uyumayı zorlaştırıyor mu, mutfakta yemek pişirecek yer yok mu veya oturma odasının kullanılabilmesi için yeniden düzenlenmesi mi gerekiyor? Ailenizi […]
Çocuklara Ne Yiyecekleri Konusunda Çok Fazla Seçenek mi Sunuyoruz?
Hepimiz sağlıksız beslenmiyoruz. Aslına bakarsanız, ABD’nin pek çok bölgesi sağlıklı beslenen insanlar için, paleo, çiğ beslenmeye uygun yerler haline geldi: vegan, vejetaryen, glutensiz. Bu tür beslenmeler kişisel seçimdir. “Kendi bildiğiniz gibi yapma” hakkıdır bu. İstediğimizi istediğimiz zaman yeme hakkına sahibizdir. Bu genellikle sempatiyle karşılanan ve alternatifler önerilen, dine dayalı beslenme kısıtlamaları veya besin alerjileri olan insanlar için iyi bir şeydir. Amerikalıların gücü çok fazla seçeneğe sahip olmak ve kişisel özgürlüğü vurgulamak olsa da bu aynı zamanda bizim çöküşümüz de olabilir (en azından, beslenme alanında). Kişisel seçim, nasıl yediğimiz konusunda yol gösterici bir ilke olduğunda, çocuklara ne yiyeceklerini söylemek (anlaşılabilir bir şekilde) ikiyüzlülük ve yanlış geliyor. Fakat çocuklar neyi ne zaman yiyeceklerini seçmeye hakları olduğunu hissettikleri ve ardından ailenin yediğini yemeyi reddettiklerinde, yemek zamanı tatsız bir güç mücadelesi halini alır. Gayet yerinde bir şekilde “Neden Her Gece Bu Bir Savaş Halini Alıyor? Amerikalıların Akşam Yemeği Saatindeki Besin ve Yeme Pazarlığı” ismini verdiği bir çalışmada, James Madison Üniversitesi’nden Amy Paugh ve Los Angeles Kaliforniya Üniversitesi’nden (UCLA) Carolina Izquierdo, Güney Kaliforniya’da çift gelirli orta sınıfa mensup beş ailenin 250 saatlik videosunu incelediler. Bir yığın diyalog -süte karşı limonata konusunda iki çocukla ebeveynleri arasında yedi dakika süren pazarlıktan (sonunda, çocuklardan biri, ikisini karıştırıp içti), […]
Sınır Çizmenin Faydaları
Kendi seçtiğiniz hayatı yaşamak, ihtiyaçlarınızın iyi bir şekilde karşılanmasını, gerçek siz olma özgürlüğünü yaşamak ve daha iyi ilişkiler sürdürmek istiyorsanız o zaman sınır çizmeyi öğrenmek zorundasınız. Durun bir dakika. Ben az önce daha iyi ilişkilerin daha iyi sınırlardan geçtiğini mi söyledim? Bu, genellikle danışanlardan duyduğum ilk itirazdır. Öyle görünüyor ki, çoğumuz eğer sınır çizersek başkalarının bizi sevmeyeceği ya da kabul etmeyeceği korkusuyla çoğunlukla sınır çizmeyi ihmal ediyoruz. Hayatınızdaki insanlar onların arzularına boyun eğmeyip kendinizinkileri ortaya koyuyorsunuz diye kızmaz mı? Tabii, bazıları kızabilir (en azından ilk başta). Bununla birlikte eğer sizi gerçekten seven ve mutlu olmanızı isteyen insanlarla ilişki kuruyorsanız size has ihtiyaçlarınız eninde sonunda kabul görecektir. Boşanmamdan bu yana öğrendiğim bir tek şey varsa o da birbirimize karşı tamamen dürüst olduğumuzda, ilişkilerimizin çok daha içten ve yakın hale geldiğidir. İki taraf da ihtiyaçlarını açıkça dile getirdiğinde daha az duygusal anlaşmazlık yaşanır. Kendini feda alışkanlığı benim evliliğimi mahveden şeydi ve bu, kesinlikle sürdürülebilir bir alışkanlık değil. Sahtelik ve maskeler yakınlığın düşmanlarıdır. Biz genelde kendi ihtiyaçlarımız ve arzularımızın başkalarınınkilerle çelişeceğini varsayarız. Peki ya ilişkideki taraflardan her birinin ihtiyaçları aynı anda karşılanabiliyor olsaydı… Aslına bakarsanız kendi arzularımız diğerlerininkilerle çelişmek zorunda değildir. Hatta ihtiyaçlarımızı dile getirebiliyor olmamız başkalarına örnek oluşturarak onların da kendi gerçek […]
Kadın Gibi Kadın Olmak
Bir toplumun uygarlık seviyesini, kadının toplumdaki yeri belirler. Erkekler dünyaya teknolojiyi getirmişlerdir ama uygarlığı getiren daima kadın olmuştur. Sosyo-ekonomik ve kültürel anlamda geri kalmış ülkelerde kadının yerine bakın, gelişmiş dediğimiz ülkelerde, örneğin İskandinav ülkelerinde kadının toplumdaki yerine bakın. Cevap net. Toplumun gerçek mimarlarının kadınlar olduğu aşikârdır. Ataerkil bakış açısının “iyi kadın” “hanım kadın” olarak tanımladığı ve onayladığı uslu, itaatkâr kadın, gücünün farkında olmayan kadındır. Kadınların, kendileriyle ilgili algılarını değiştirmeleri önemli. Kendi güçlerinin farkında olmaları önemli. Savaşçı, hırslı, rekabetçi erkek zihniyetinin hakim olduğu bir dünyaya barış gelemez. Erkek zihniyetini benimseyen erkekleşmiş kadınların yönettiği toplumlara da barış gelemez. Barışı getirecek olanlar, kadın gibi kadınlar ve kadın bakış açısını kavrayan bilinçli erkeklerdir. Kadın hareketi kadınların erkekler üzerinde hakimiyetini amaçlamıyor. Kendi hayatlarının hakimi olmalarını amaçlıyor. Kadın gibi kadın, erkeklerden farklı ama eşit olduğunun, kadın haklarının insan hakları olduğunun bilincinde olan kadındır. Dünya Kadınlar Günü kadınları güçlendirmeyi değil, zaten güçlü olan kadına gücünü fark ettirmeyi ve dünya genelinde hakim olan erkek egemen bakış açısının değişmesini amaçlıyor. Kadın hakları insan haklarıdır. Homo Sapiens türünün hırsı ve açgözlülüğü ile hem kendisini yok etmesini önleyecek hem de insanlaşmasını sağlayacak olan güç… Kendi gücünün bilincinde olan kadınların varlığı ve her geçen gün sayılarının artmasıdır. Dişil enerjinin yaratıcı gücüyle dünyayı […]
Üzüntü ve Depresyon Akciğerlerimize ve Kalın Bağırsağımıza Yerleşir
Akciğerler ve kalın bağırsaklar üzüntü ve depresyon duygularına ev sahipliği yapar. Olumlu yönde nitelikler olarak, bunlar cesareti, akışa bırakma ve doğru edim –doğru zamanda doğru edimde bulunma- gibi şeyleri barındırır. Uzun süreli üzüntü ve depresyon bu organlarda birikerek bunların olumlu niteliklerini zayıflatır. Batı tıbbı bize akciğerlerin ve kalın bağırsağın çok önemli fonksiyonları olduğunu söylüyor. Bedenimizdeki bütün hücrelerin işlevde bulunması için sürekli ve bol oksijen alması gerekir. Birkaç dakika oksijensiz kalmak bile ölümle sonuçlanabilir. Akciğerler, burun, boğaz, soluk borusu, göğüs kasları ve diyafram solunum sistemini oluşturur; bunların işi akciğerlerdeki kan hücrelerine oksijen sağlamak ve metabolizma atığı karbondioksiti dışarı atmaktır. Solumamızın büyük kısmını beyin otomatik olarak kontrol eder. Beden daha çok oksijen almaya ve karbondioksit vermeye ihtiyaç duyduğu zaman göğüs kasları ve diyafram genişleyerek göğüs boşluğunu büyütür. Akciğerler genişler, bu da olumsuz hava basıncı yaratır; bu basıncı dengelemek için burun, ağız ve boğaz yoluyla akciğerlere hava akar. Akciğerlerdeki kan hücreleri havadan oksijeni emer ve aynı zamanda karbondioksiti salar. Sonra göğüs kasları ve diyafram akciğerleri kasarak ve havanın burun, boğaz ve ağız yoluyla dışarı çıkmasını sağlayarak gevşer. Oksijenle dolan kan hücreleri yolculuklarına devam eder ve bedendeki bütün hücrelere oksijen vererek karbondioksiti alırlar. Midede ve ince bağırsakta sindirim ve emilim gerçekleştikten sonra atıklar kalın […]
Cinsel Sorunları Anlamak
Seks, hayatın bir parçasıdır ve dünyadaki en doğal şey olmalıdır. Hareket etmek ve nefes almak gibi, seks de sizi canlandırabilen ve hepimizin peşinde olduğu o harika esenlik duygusunu artırabilen bir enerji kaynağıdır. Zevk almak ve vermek herhangi birinin yaşayabileceği en doyurucu ve tatmin edici deneyimlerden biridir. Fakat eğer bu kadar doğalsa, neden bazen işler ters gider? Pek çok insan hayatının bir döneminde cinsel sorunlar yaşamıştır. Bunun nedeni stres ve aşırı çalışma, yanlış bir ilişki içinde olma veya sadece teknik sebeplere bağlı olabilir. Kitabın bu kısmı cinsel sorununuzu tanımlamanıza yardım etmek ve bu sorunu halletmek için kendinize nasıl yardım edebileceğinizi göstermek için tasarlanmıştır. Cinsel Sorunlar Öyleyse bir cinsel sorun nedir? Genellikle seks hayatınızdaki bir şeyin istediğiniz gibi olmadığı anlamına gelir. Bu, hafif bir yılgınlıktan ağır bir bunalıma kadar çok çeşitli ruh hallerine ve duygulara yol açabilir. Bunu anlamak önemlidir, tıpkı çok çeşitli tepkiler olduğu gibi, cinsel sorunların şiddetinin de bir uçtaki hafif semptomlardan diğer uçtaki ciddi sorunlara kadar arada pek çok farklı dereceleri olan değişik seviyeleri olabilir. Ayrıca herkesin cinsel sorunu kendine özgüdür ve kendince çözmeye çalışır. Tüm bu farklılıkların ötesinde ortak bir nokta da cinsel sorunların üzüntü vermesi ve yardım almayı gerektirmesidir. Evliliğinin sona ermesi kırk bir yaşındaki Gary’nin kendine […]
Hayat Durmadan Aynı Kahredici Şey Haline Geldiğinde
Örüntüleri Değiştirmek Bindiğin atın ölü olduğunu gördüğünde en iyisi ondan inmektir. -Dakota kabile deyişi Hayata ve sorunlarınızın çözümüne kökten farklı bir yaklaşımı öğrenmeye hazırlanın. Bu yaklaşım başta inanılmaz derecede basit görünebilir. Benim sorunlarım bundan çok daha karmaşık, kökleri de daha derinde, diye düşünebilirsiniz. Ama bu yaklaşıma bir şans verin. Denediğinizde çözüm odaklı yaklaşımın gücünü keşfedeceksiniz. Son yıllarda bu yaklaşım psikoloji alanında büyük bir yaygınlık kazandı. Çoğu terapistin düşüncesi özellikle ciddi, uzun süreli problemlerde kayda değer bir değişimin yıllar aldığı idi. Çözüm odaklı yaklaşım kişinin değişimleri hızla yapabileceğini gösterdi. Ben ve bu şekilde çalışan diğerleri binlerce terapiste sorunlara çözüm odaklı yaklaşmayı öğrettik. Terapistler bu çalışma biçimini keşfettikten sonra eski yola nadiren dönüyor. Çözüm odaklı yaklaşım şimdi ve geleceğe odaklanır ve kişiyi harekete geçip bakış açısını değiştirmeye teşvik eder. Bizi etkilemiş ve bugün bulunduğumuz yere getirmiş olması dolayısıyla geçmiş önemlidir ama onun geleceğinizi belirlemesine izin vermek hatadır. Onun yerine bu yaklaşım geçmişi kabul edip koşulları değiştirmeye koyulmayı önerir. Bir süre önce dünyanın önde gelen “terapistlerinden” ve bir tavsiye köşesi yazarı olan AnnLanders’a gelen ve bu yaklaşıma mükemmel bir giriş sunan bir mektubu okudum. Bir kadın, kadınlara hitaben kocalarının horlamasından yakınmamasını yazmış. Kocası yıllarca yüksek perdeden horlamış durmuş, o da bundan sürekli şikâyet […]
Çatışmaları Kotarmak
Çatışma konusunda konuşmak tuhaf gelebilir ama çatışmaları nasıl kotaracağınızı tartışmak için en iyi zaman hararetli bir tartışmanın tam ortası değildir. Burada bilinmesi gereken en önemli şey, çatışmanın doğal olduğu ve bir amaca hizmet ettiğidir. Çatışmanın amacı nedir? Hatta çatışmanın bir amacı var mıdır? Pek çok insan çatışmaların manasız ve zararlı olduğunu düşünür. Bu doğru değildir. Çatışma gereklidir çünkü birbirimizi sevme yeteneğimizde kaçınılmaz olarak hız tümseklerine çarparız ve bu hız tümseklerinden birine çarptığımız zaman yavaşlamamız ve dikkatli ilerlememiz gerekir. Karşılıklı anlayış: Bu bütün çatışmaların en sağlıklı ve üretken hedefidir. Bu sizi şaşırtabilir. Çatışmanın amacı kazanmak veya karşınızdaki kişiyi haklı veya hatta ikinizin aynı olduğunuza ikna etmek değildir. Uzlaşmak için tartıştığımız konu hakkında birbirimizin temel ihtiyaçları kadar birbirimizin esnek alanlarını da anlamak zorundayızdır. Ancak burada amaç aynı olmak değil, birbirimizi anlamaktır. Marie ve Wesley’nin öğrendiği gibi, çatışmaları kotarmak zaman içinde birbirimizi daha çok sevmemize, daha derin bir seviyede anlamamıza ve ilişkiye taahhüdümüzü yenilememize yardım eder. Hiçbirimiz mükemmel iletişim kurmayız, hatta evlilik terapistleri ve on yıllardır evli olanlarımız bile… İşte bir başka haber: Araştırmalarımız ilişkilerdeki çoğu çatışmanın çözümlenemez olduğunu göstermiştir. Her ilişkide bir dizi sorun vardır, çünkü her birey eşsizdir ve birbirinden farklıdır ve diğer eş kim olursa olsun bazı sorunlar devam edecektir. […]
Kendinizi Sevin ve Hayatınızı Değiştirin
Uzun süreli iyileşmeye giden yolda sevgi gerekir. Ve sevgiyi tanımlamak, tanımak ve deneyimlemek sizinle başlar. Sağlıklı sevgi istiyorsanız, önce sağlıklı olmalısınız. Kendinizi sevmek, kim olduğunuzu bilmek ve size karşı saygılı olmayan muameleyi asla kabul etmemek demektir. İyileşme Anı İyileşme sevginin sonucunda olur. Sevginin bir işlevidir. Sevginin olduğu her yerde şifa vardır. Sevgi olmayan yerlerde ise varsa bile çok az şifa vardır. Kötülüğün üstesinden gelmek sevgi ile olabilir, yaşam sevgisiyle. Bu yöntemin her adımında sadece gerçeğe olan sevgiye değil, aynı zamanda sıcaklık, ışık ve kahkahayla dolu anlık gelişen keyif, neşe ve ihtimamın olduğu bir yaşam sevgisine teslim olunmalı.-Scott Peck Sevgi Hakkında Ne Biliyorsunuz? Ailemizin bizim için savaşmak ya da bizi korumak yerine, kendimiz olduğumuz için sürekli ve ısrarla bize karşı savaştığı, sahte bir sevgi ortamında büyüdüğümüzde, sevgi, sevgi gibi gelmez. Sevginin canımızı yaktığını öğreniriz. Aynı şekilde çocuklar, ebeveynlerinin onlara gösterdiği saygıyla kendilerine saygı duymayı öğrenir. Eğer bize saygıyla davranılmazsa, kendimize nasıl saygı göstereceğimizi öğrenemeyiz. Yetişkinler olarak toksik insanlarla girdiğimiz her türlü ilişkinin nedeni, kendimize olan bu saygı eksikliğidir. Bilinçsiz olarak her türlü sağlıksız bağlantıyı seçeriz. Bu dinamikleri ne kadar çok çekersek, kendimizde doğal olarak yanlış bir şey olduğuna o kadar çok inanırız. Bu yüzden başkalarının sevgisini ve kabulünü sağlama almak için […]
Özdisiplin
Çoğumuz iradenin ve özdisiplinin bir ve aynı şey olduğunu sanırız. Diyelim ki, öğün aralarında abur cubur yememeyi prensip haline getirmiş bir insansın. Kurabiye yememek senin için bir “feda-kârlık”, “katlanılan” bir şey değildir. Kurabiyelerden bir tane yemek aklına bile gelmez. Pas geçersin. işte bu özdisiplindir. Öğün aralarında abur cubur yememeyi prensip haline getirmek uzun vadeli bir stratejidir. Kurabiyeyi yesem mi, yemesem mi ikilemi içine düşmezsin. Canın çekmez bile. Öğün arası atıştırmaları alışkanlığını bırakalı on küsur yıl olduğu için kendinle, nefsinle mücadele de etmezsin. Yemezsin o kadar! Ya da bir adet alıp öğle yemeği sonrasında kahvenin yanında yemek üzere saklayabilirsin. Ben böyle birini tanıyorum. Eşim Saim. Ona aralarda abur cubur yedirmenin mümkünü yok. Öyle özeniyorum ki çikolataları, kurabiyeleri pas geçmesine. Bu yüzden de hâlâ delikanlı gibi ince bir bedene sahip. Ben bu konuda irademi epey güçlendirdim ama henüz özdisipline dönüşmedi… Süreçteyim. Çoğu zaman kurabiye yemesem de olur ama Hasan Usta’nın kazandibine hangi saatte önüme gelirse gelsin hayır demem mümkün değildi; tok bile olsam. Artık kazandibini buzdolabına koyup akşam yemeği sonrasını bekleyebiliyorum. Kazandibinin mutlu çocukluk anılarımla bağlantılı olduğunun yeni farkında oldum. Vazgeçmek istemediğim şey kazandibi değil, bu anılarmış. Bilinçaltı kayıtlarımda Kazandibi = Mutluluk varmış. Yeni kazandığım farkındalığım bu konuda özdisiplin kazanma sürecimi hızlandırdı. […]
Zihni Sakinleştirmek
At terbiyecilerinin hayvana itaat ettirmede başvurduğu yol, güç kullanımıydı. Av hayvanı olarak atların içgüdüleri, onları tükenmeye varan bir dehşet içinde karşı koymaya iter, o zaman da “çökmüş” oldukları düşünülürdü. Meditasyon ve psikolojik çalışmada böyle bir tavır benimsemiş insanlar gördüm. Zihinlerini kontrol etmeye çalışıyor ya da “aş bunu!” yaklaşımı uyguluyorlar. Fakat kendimizi yargılayıcı bir zihinle hırpalamak, bir atı çökertmeye çalışmaya benzer. Kendimizi özgürleşmeye zorlayamayız; kendimizle barışmamız gerekiyor. Yırtıcı bir tavırdan -zihinlerimizi bir ideale zorlamak için mücadele etmekten- ziyade zihinle fısıldaşmalar, zihnimizin işleyişiyle farkındalık içinde yapılacak bir işbirliği içerir. Onu kırıp geçmektense incelik ve duyarlı uyumlanma ile zihni rahatlatarak özgürce koşacağı engin bir çayırlık verebiliriz. irade gücü kullanmak yerine zihnimizi özgür olma iradesine açabiliriz. Meditasyonun Tibet dilinde en sık kullanılan karşılığı sözcük anlamıyla “öğrenmektir”; uygulamayı bu zihinsel rutinler alışkanlık haline gelecek kadar çok tekrarlamak. Meditasyon zihne zengin içsel ödüller sunan yeni bir dizi tetikleyici ve karşılık öğretir. Bu anlamda da olumlu bir alışkanlık değişikliğidir; bu metotları doğamızın bir parçası olana dek çalışırız. Sözlük meditasyonu “Kişinin dikkatini vermesi ve ilgiyle gözlemlemesi” olarak tanımlıyor. Buradaki dikkate yoğunlaşmayı, ilgiye de içgörüyü ekleyelim. Bir noktaya yoğunlaşmak, kendimizi dingin bir zihin halinde toplamamızı sağlar. Mod araştırması, özellikle duygular alanında böyle sağlam bir odaklanmayla daha verimli olur. Bu […]
Nasıl Doğurmak İstiyorum?
2010 baharında bir dolunay akşamı. Bir hızlanıp bir yavaşlayan upuzun bir doğumunun ardından saat sekize beş kala ilk bebeğim, Tane’m, içimden çıktı, ilk nefesini aldı. Zaten tanıdığım çocuğumla ilk kez göz göze geldik. Kendi zamanında, kendiliğinden doğan bir bebeğin büyük olasılıkla uyanık, ayık olacağını, annesinin gözlerini arayacağını biliyordum. Olacaklara hem çok hazırlıklıydım, hem de hiç değildim. Çıkar çıkmaz göğsüme konulan Tane’nin gözleri kocaman açıktı ve benim gözlerimin içine depderin, delici, dimdik bakıyordu. O gözlerin içinde gördüklerimin tarifi yok. Önce bana, sonra babasına daha önce hiç görmediğim bir yoğunlukla bakan, bakarken saniye saniye renk değiştiren, sanki bu dünyadan olmayan gözlerle “İşte geldim. Sizi tanıyorum” deyişini bir film sahnesi gibi içimde saklıyorum. Her şeyi kolaylıkla unutan ben o saniyeleri hiç unutmuyorum. Şimdi bile aklıma gelince kalbim ısınıyor, daha hızlı atıyor, kızıma ve hayata karşı sonsuz bir sevgiyle doluyor. Doğum şekli ne olursa olsun her anne ve bebeğin ilk karşılaşması özeldir, kutsaldır. Doğum zor da olsa, kolay da olsa; bebek doğduğunda uyanık da olsa, uykuda da olsa, kendini hemen annesinin bağrında da bulsa, aylarca kuvözde de kalsa, anneyle bebeğin kavuşması biriciktir. Hem anne hem bebek için belki de hayatının en önemli anıdır. Ancak doğal doğum coşkusu bambaşkadır. Yaşayan, gören bilir. Hiç müdahalesiz, bilinçli […]
Çocuğumun Ne Düşündüğünü Nasıl Bileceğim?
Bu durumda çocuğunuzun ne düşündüğünden emin değilseniz ona sormayı deneyin. Bu kolay bir iş gibi görünebilir ve bazı ebeveynler ve çocuklar için de öyledir ama bazıları için oldukça zor olabilir. Bunun bir nedeni çocuğunuzun neden endişelendiğini gerçekten bilmemesi olabilir; bazen bu düşünceler zihinde öyle aniden ortaya çıkar ki onların zar zor farkına varırız. Bu nedenle, çocuğunuza endişeleri hakkında sorularınızı ortaya çıktıkları zaman (çok sonra değil) sormaya çalışmanız yararlı olur. Diğer yandan, çocuğunuz onu neyin endişelendirdiğini bilebilir ama yanınızda başkaları olduğu ve çekindiği için bunu size söylemekte zorlanabilir. Bu da çocuğunuz kaygılandığı anda endişesi hakkında hemen soru soramayacağınız anlamına gelebilir. Bu durumda, olaydan sonra olabildiğince çabuk çocuğunuzla konuşabileceğiniz rahat bir ortam yaratmaya çalışın. Soru sorma Aşağıdaki kutuda çocuğunuzu neyin endişelendirdiğini size söylemesine yardım etmek için sorabileceğiniz soruların bazı örnekleri verilmiştir. Çocuğunuzun kaygılı olduğuna dair işaretler (davranışlarından veya bedensel semptomlarından) fark ettiğiniz zaman bu soruları kullanın. Şüphesiz bu soruların çok zekice veya sihirli bir yanı yok. Fakat akılda tutulması gereken iki ana nokta var. Birincisi, bu soruların hepsinin “ne” veya “neden” şeklinde sorulduğudur. Bunlara “açık” sorular denir. Bu soruları “kapalı” sorularla karşılaştırın –mesela: “incineceğinden mi endişeleniyorsun?” “Köpeğin seni ısıracağından mı endişeleniyorsun?” Çocuğunuz kapalı sorulara sadece bir “evet” veya “hayır” yanıtı verebilir ve […]
İyileşme ve Sağlık Nedir?
İyileşme, hücreleri yaratma ve yok etme yeteneğine sahip beden tarafından başlatılan ve gerçekleştirilen biyolojik bir süreçtir. Dışarıdan hiçbir müdahale, bedenin bu güdüsel yeteneğinin önüne geçerek “tedavi” ve “iyileştirme” gücüne sahip değildir. Hiçbir ilaç, bitki, besin ya da terapi “iyileştiremez” ama iyileşmenin gerçekleşmesi için uygun ortamı yaratabilir. Sağlıklı olmak hasta olmamanın ötesindedir. Bir yerinizin ağrıyıp sızlamaması ve yaşamınızı idame ettirmeniz sağlıklı olmak değildir. Beyninizin, zihninizin, yüreğinizin, bedeninizin tüm faaliyetlerini doğasının ve potansiyelinin gerektirdiği gibi yerine getirmesidir. Sağlık, gözlerin parlaklığı, kendinizi iyi hissetmeniz ve hiç nedensiz mutlu ve huzurlu olmanızdır. Sağlık birçok şeyin bileşimidir. Sağlık: Oksijen, Alkalik su, Egzersiz, Dinlence, Uyku, Güneş ışığı, Duygusal dinginlik, Besleyici arkadaşlıklar ve dostluklar, Olabildiğince az elektromanyetik etkiye maruz kalmak, Besleyici ve dengeli gıda demektir. Gıdamız, gereken protein ve karbonhidratın ötesinde temel vitamin, mineral ve yağ asitlerini içermelidir. Ayrıca doğru meyve ve sebze tüketimi ile alkali ve asit dengesini (pH dengesi) sağlayarak, hücreleri paslandıran serbest radikallerin oluşmasını engelleyici nitelikte beslenirsek bedenimize en kaliteli enerjiyi (benzini) veririz. Beslenmede alkali asit dengesi yani pH çok önemli. GÜNLÜK PiKi UYGULAMASI HATIRLATMALARI Siz de kendinize iyilik yapın. Enerjinizi artırın. İyileşmenin ve sağlığı korumanın ilk basamağının bedenin enerjisini dengelemek ve yükseltmek olduğunu daima hatırlayın. Bedenin, sağlığı korumanız ve iyileşmeniz için (kullanabileceği) kaliteli […]
Özsaygının Yaşamsal Rolü
Bireyin İmposter Sendromu’nun temelinde yatan ana nedenlerden biri düşük özsaygı, kendine inanç ve özgüven ile ilgili olabilir. İmposterin tüm varlık nedeni yeterince iyi olduğunuzu hissetmemenizdir; bu sonuca yol açan, düşük kendine inanç ile güven yoksunluğudur. Bu yeterince iyi olmama hissi (ne ya da kimin için?) çoğunlukla çocukluktan kaynaklanır ve “ana inanç” olarak içselleştirilir. Bunlar kendimize ilişkin, başkalarından öğrenip bilinçsizce doğamızın parçası kıldığımız inanç ve değerlerdir. ÖZSAYGI, ÖZGÜVEN VE KENDİNE İNANÇ ARASINDAKİ FARK NEDİR? Kendine güven, ne yapabileceğimiz ve nede iyi olduğumuza dair hissimizle ilişkilidir. Kendine inanç, kendimize ilişkin neyin gerçek olduğuyla ilişkilidir. Özsaygı, kendimizi benliğimizin belirli unsurlarından çok bir bütün olarak görme şeklimizle ilişkilidir. Ne kadar onay, kabul ya da değer gördüğümüze işaret eder. Düşük özsaygı kendimiz konusunda olumsuz düşündüğümüz anlamına gelir. Sözgelimi bir 100 metre koşu yarışını kazanma becerime ilişkin kendime güvenim düşük olabilir. Koşu konusunda pek iyi olmadığıma inanıyor olabilirim. Bu benim özsaygımı etkilemeyebilir. Kendime ilişkin olumlu düşünceler beslemeyi sürdürebilir ve koşu becerimin (ya da bu konudaki beceri yoksunluğumun) duyarlı, yetenekli ya da değerli bir kişi oluşumu etkilemediğini görebilirim. Öte yandan, eğer koşabilmenin özdeğerim için elzem olduğu düşüncesindeysem bu özsaygımı etkileyebilir. Belki kimliğim hızlı koşu becerimle yakından ilişkilidir, belki eski bir sporcuyumdur. Bu durumda bir yarışı kazanamamak bana kendimi […]
Karakter ve Kişilik
Çoğu insan kişilik ve karakter sözcüğünü eş anlamlı olarak kullanır. Kişilik insanın “psikotip”idir ve bireysel bilinçaltımızın ifadesidir. Karakter insanın “arketip”idir ve kolektif bilinçdışının bizdeki ifadesidir. En basit ifadeyle karakter anadan doğma, kişilik sonradan olmadır. Kişilik testleri, insanın aktivitelerindeki seçimleri belirler ama temel amacı, karakterine ait temel değerleri ve öncelikleri hakkında bir şey söyleyemez. Kişilik egomuzun aktivite biçimidir. Hangi işlerde çalışmanın bize doyum vereceğinin rehberliğini kişilik tipimiz yapar. Karakter ben’imizin kendisini ifade biçimidir. Karakterimizi bilmek, kendi karakterimizin (doğamızın) gelişimine uygun bireysel gelişim ve kendini tanıma yolculuğu yapmamızda temel rolü oynar. Her birimiz huzuru farklı yollarda ararız. Bize doyum veren yaşam biçimini karakterimiz belirler. Kişilik hayatta kimlik bulduğumuz yoldur. Karakter hayatta doyum bulduğumuz yoldur. Kişilik nasıl iletişim kurduğumuzu açıklar. İki farklı kişilikte insan aynı işi farklı stillerde yapabilir. İçe dönük-dışa dönük, duyumsal-sezgisel, düşünsel-duygusal, algılayıcı-yargılayıcı olmamız kişilik tipimizle ilgilidir. Bugün birçok firma işe girmek için müracaat eden adaylara kişilik testi yaparak yapılacak işe uygun olup olmadığını bilmek istiyor. Her kişilik farklı bir aktivite biçimi olduğu için, kişilik tipinin yapılacak göreve uygun olması önemlidir. Karakter ne ilettiğimizi açıklar. Çünkü karakterlerin ilettiği değerler farklıdır. Kişilikler aynı bile olsa bir Baba/Savaşçının yöneticiliği, bir Baba/Filozof’tan ya da Ebedi Çocuk/Filozof’tan, bir Ebedi Çocuk/Savaşçı’dan farklı olacaktır. Çünkü bu karakterlerin […]
SÖZ
“Söz”, kısa ve öz. S-Ö-Z işte. Anlamsız mı geldi tek başına? Olduramadı mı kafanda bir mana? Korkak hissedermiş özünde kendini Söz, tek başına çıplak. “Anlamsızım, amaçsız, hatta beceriksizim, tek başıma hiçbir şey ifade etmiyorum” diye yer bitirirmiş kendini, oysa bilmezmiş ki geminin kaptanı; hisler onunla bulur lafzını. Ama Söz bakmazmış hislere; büyük anlamlar yüklemesi yetermiş kendince. Bir de Söz hep başkalarına ihtiyacı olduğunu düşünürmüş; muhtaçmış neredeyse. Yoksa nasıl anlatırmış derdini? Eeeeen BÜYÜK KORKUSU!!! Ya bir de anlaşılmazsa? Ama Söz tek başına neyi anlatabilir ki? “Başkası olmadan ben neyim ki; “doğru” olmadan doğru söz nasıl anlatılabilir ki?” Peki, var mıdır Söz’ün başkasına ihtiyacı? Öz ile his ile de anlatılamaz mı bu meret? Duygular hatta duyular Söz’e tercüman olamaz mı? Bak bakalım nasıl oluyor. Söz kendini minicik, kısacık hissede dursun aslında öyle etkiler ki insanı. Gözlerini kapatıp görürsün tınısında sana anlatılanları. Ben anlatırım sen görürsün; cenneti de görürsün, cehennemi de… Sen ne gördün sözlerimde? Bazen de söz öyle güzel kokar ki, anlattığım nefis bir kekin sıcacık kokusu belirir burnunda; yersin belki o kesi gözlerin de kapalıysa. Peki, her zaman nefis bir tat mı bırakır ağzında? Keşkeeee… Yakar, acıtır bazen. Yılan gibi sokar seni, zehrini akıtır. “Keşkeler” ile başlayan cümleler kurdurtur sana. Bazen […]
Müzakerede İletişimin Esasları
Bir müzakere kitabında iletişim konusuna girmeden olmaz, çünkü müzakerede başarılı olmak için iletişimin esaslarını iyi bilmek çok önemli. Müzakere sürecinde doğru şeyleri, doğru zamanda ve tam da diğer tarafça anlaşılacak şekilde söyleyebilmemiz gerekiyor. İletişim ‘iki yönlü bir süreç’ olduğuna göre hedefimiz sadece en doğru şekilde anlaşılabilmek değil, aynı zamanda diğer tarafı en doğru şekilde anlamak olmalı. Doğal olarak, bize en çok benzeyen insanlarla daha iyi iletişim kurabiliyoruz. Yani bilgi edinme yollarımız, edindiğimiz bilgiyi işleme yöntemlerimiz ve dış dünyayı şekillendirme tarzlarımız arasında ortak noktalar olan insanlarla daha kolay iletişim kurarız. Kişisel özellikleri, huy ve değerleri benzer olan insanlar arasında kalıcı ve yakın ilişkiler daha rahat kurulabiliyor. Bize yönelen mesajları tutum ve algılarımızın süzgecinden geçirerek algılarız. En büyük yanlış anlamalar ve çatışma riskleri bizden farklı olanlar ile iletişime geçtiğimiz zamanlarda söz konusu olur. Etkin iletişimin ilkelerini dört genel kategoride ele alabiliriz: Dinleme Konuşma Filtreleme İzleme. İlk ikisi iletişim sürecinde diğer tarafta kim olursa olsun önemli. Son ikisi ise iletişim kurmaya çalıştığımız tarafın bize benzemediği durumlarda özellikle çok önemli. İLETİŞİM SÜRECİ Bu süreci aşamalar halinde analiz edebiliriz: Kaynak, kodlama, kanal, kod çözme ve alıcı[1] Kaynak, mesajı oluşturan ve iletmek isteyen taraf, yani gönderen kişi. Bu kişi mesajını kendi anlayışına göre yapılandırır, yani onu […]
Gelecekteki Siz
Orta yaşlı adam, çok iyi bir geliri olmasına rağmen işinde mutsuzdu. Psikolog adama sordu: “Ne yapmak isterdin?” Adam iç çekerek yanıtladı: “Hep doktor olmak isterdim. Ama ailem, baba mesleğini sürdürmem konusunda ısrarlıydı. Onlara karşı çıkamadım. Babamın dişiyle tırnağıyla çalışarak büyük bir şirket haline getirdiği işi sürdürmek, büyük evlat olarak benim görevimdi.” Psikolog, adamın gözlerinin içine bakarak “Öyleyse doktor ol” dedi. Adam şaşırarak psikologa baktı, “Bu yaştan sonra mı? Ne söylediğinizin farkında mısınız? Doktor olmak en az yedi yıl sürer. Okulu bitirdiğimde ise yaşım çok ilerlemiş olur. Bu hiç de pratik bir öneri değil.” Psikolog, sevecen bir ifadeyle adama sordu: “Peki okula gitmezsen yedi yıl sonra kaç yaşında olacaksın?” Bu hikayeyi kendisine anlattığımda Ayla otuz dört yaşında evli, tek çocuk annesi bir ev kadınıydı. Liseyi bitirdikten sonra flört ettiği gençle evlenmiş ve avukat olma rüyasına da elveda demişti. Yıllarını büyümesine adadığı kızı artık üniversiteye gitmeye hazırlanıyordu. Ayla, çalışan arkadaşlarının yanında kendisini ezik, işe yaramayan biri gibi hissediyordu. Bir bankada çalışan eşi, onun depresyona girdiğinin farkında bile değildi. Amaçsızlık, depresyonun giriş kapısıdır. Ayla, yaşamındaki doyumsuzluğu yemek yiyerek gidermeye çalışıyordu. Son altı ay içinde on kilo aldığı için kendini daha da mutsuz hissediyor ama abur cubur atıştırmaya da bir son veremiyordu. Hikayeyi anlatmayı […]
Yaşamınızın Kaptanı Olmak
Yaşamınızın kaptanı olmak, kendi istediğiniz sonuçları yaratabilmektir. Öncelikle ne istediğinizi seçin. Siz seçmezseniz sizin için seçenler çok olacaktır. Bunun da bedeli büyüktür: Kendi yaşam geminizde tayfa bile olamayabilirsiniz. İnsanların çoğu çaba göstermeden emek harcamadan istediği sonuçlara kavuşmak isteyen çocuklar gibidir. Bedelsiz hiçbir şey yoktur. Kimi insanın yaşamı “keşke”lerle doludur. Bu tür insanlar kendi yaşamlarını yaşamamanın bedelini ağır öderler. Kimi insan çok kısa zamanda çok fazla şey yaparak sonuca ulaşacağını sanır. Ve bir süre sonra stresten çöker. Pilav ancak belirli bir ısıda pişirildiğinde lezzetli olur. Zamandan kazanmak için ateşin altı sonuna kadar açıldığında pilavın dibi yanar taneleri ise kıtır kıtır kalır. Lezzetli bir pilav için uygun malzemenin yanı sıra uygun ateşte pişmesi ve demlenmesi de önemlidir. Bunun için sabırlı olmayı öğrenmek de gerekiyor. Her şeyin kendine has bir doğası vardır. Acele etseniz de üç ayda çocuğun doğmasını sağlayamazsınız. Yaşam ustası, amacına giden yolda yürümeyi düzenli olarak sürdürür. Keşke demeyi bilmez, sabırlı olmayı bilir. Yaşam ustası pozitiftir. İstediği şeye doğru gitmenin, istemediği şeyden uzaklaşmaktan kolay olduğunu bilir. Yaşam ustası amacı yolunda aktif rol oynar. Başkalarına dayanan sonuçlarda takılı kalmaz. Alternatifler üretir. Zihnini olanakları görecek şekilde eğitir. Doğru yolda yürüyüp yürümediğine dair kanıtları sık sık kontrol eder. Sahile gitmek isteyen kişi yolun denizden […]
Değişimin Önündeki Engeller
Her şeyden önce değişimi gerçekten istemek önemlidir. İnsan tüm canlılar gibi acıdan kaçan hazza yönelen bir varlıktır. Bir değişimi yapmalıyım, yapabilirim, yapacağım, yapıyorum ve yaptım arasında dağlar kadar fark vardır. Şimdiki seçiminiz size zarar veriyor bile olsa zihninizde hazla bağlantısı varsa, bu, değişimi gerçekten istemenizi engeller. Sadece istediğinizi söylemekle kalırsınız. Zayıflamak istiyorum, ama bir türlü zayıflayamıyorum diyen bir tanıdığım diyetten diyete koşuyor. Ama ciddi bir egzersiz programına yanaşmıyor. Yememesi gerektiğini söylediği kurabiyenin lezzetinden bahsederken gözleri parlıyor. Bu kurabiye zihninde ışıl ışıl bir konumda ve haz duygusuyla bağlantılı olduğu sürece ondan kaçamaz. İradesiyle belki bir süre yemez ama sonra bir oturuşta bir tepsiyi götürebilir. Egzersiz ise zihninde acı bağlantılı olduğu için onu diş fırçalamak gibi gündelik yaşamına sokmakta güçlük çekiyor. Diyetler daima başarısızlıkla sonuçlanan kısır bir döngüdür. Sizi başarısızlık modeline mahkum eder. Zayıflarsınız ama bir süre sonra kaybettiğiniz kiloların daha fazlasını almak üzere. İnsan kaybettiği bir şeyi bulmak ister. Gerçekten istemenin tek göstergesi aksiyondur. Sonra değil, şimdi. Yaptığınız şey, gerçekten istediğiniz şeydir. Yapmıyorsanız, gerçekten istediğiniz şeyi yapıyorsunuz: yapmamayı. Diğer önemli bir konu da gizli kazançlar engelidir. İyileştiği halde iki sene sonra yeniden kötürüm olmayı seçen kadın örneğini hatırlayın. Gizli kazancı olan ilgi ve yalnızlıktan kurtulma arzusu, yürüme ve özgür bir birey […]
Çocuğunuza Empati Geliştirmeyi Öğretmek İçin
*Sevgi ve ilginizi gösterin. Ona zaman ayırın; kaliteli zaman. *Onunla konuşun. Kendisini ifade etmesine izin verin ve onu dikkatle dinleyin. *Duygularını önemseyin ve onu anladığınızı gösterin. Her türlü duygu her yaşta insanda vardır. İki yaşında da yetmiş iki yaşında da insanlar aynı duyguları hisseder. Duyguların yaşı yoktur. *Kardeşler arasında çıkan çatışmalarda rol değişimi yapın. Birbirlerinin yerine geçmeyi öğretin. Hatta gerekirse siz kardeşlerden biri olun. *Çocuğunuza etik değerlerin önemini öğretin. *Çocuğunuz sizi üzdüğünde, ona basit kelimelerle ne hissettiğinizi anlatın. Onun benzer duygular yaşadığı bir deneyimi hatırlatın. *Çocuğunuza paylaşmayı öğretin. *Çocuk sevmeyi sevilerek öğrenir. Çocuğun en ufak empatik, sevecen, paylaşımcı davranışlarını bile takdir edin. *Disiplin konusunda adil ve tutarlı olun. Fiziksel cezadan tümüyle uzak durun. *Birlikte empatiyi geliştiren filmler izleyin ve kitaplar okuyun. Film ve kitaptaki karakterlerle ilgili konuşun. “Arkadaşlarının kendisiyle oynamak istemediği çocuk sen olsaydın neler hissederdin?” gibi. *Eviniz müsaitse evcil hayvan alın. Hayvanın bakımının sorumluluğunu çocuğun yaşına uygun oranda birlikte üstelenebilirsiniz. Ev hayvanları empati geliştirmek için harika bir yoldur. *Gönüllü çalışmalara katılın. Örneğin; çocuk esirgeme kurumlarını birlikte ziyaret edin ve çocuğunuzun oyuncaklarını oradaki çocuklarla paylaşması için teşvik edin. *En önemlisi, onlara örnek olun. Empatik davranışlar sergileyin ve bunları ona izah edin. “Mehmet düştü, dizini incitti. Hadi gidip onu kucaklayalım ve […]
Mutluluk Yüreğinin Götürdüğü Yerdedir
Yüreğin, tanrılarla buluştuğun yerdir. Mutluluğu oraya saklamıştı Olympus tanrıları. Canlı cansız tüm yaşamın bir parçası olduğunu derinden hissedebilmenin hazzıdır yaşam sevinci. Bazen kendini yalnız hissetsen bile yaşam ağının bir parçası, bütünün önemli ve özgün bir parçası olduğunu bilmek, bunu hatırlamak çok önemli. Yaşam kendisini özgün bir şekilde ifade etsin diye buradasın. Önemlisin. Değerlisin. Yaşamda sahip olduğun şeylerin değerini bilmek mutluluk için çok önemli. Her akşam başını yastığa koyduğunda yaşamın sana sunduğu tüm güzellikler için yaşama şükran duy, sağlıklı olduğun için yaşama şükran duy, yaşamında sevdiğin ve sevildiğin insanlar olduğu için yaşama şükran duy, o gün öğrendiğin yeni şeyler için yaşama şükran duy, yaratabildiğin ve üretebildiğin, sana hayat veren yaşama bir şeyler katabildiğin için yaşama şükran duy. Sabah uyandığında yeni bir günün getireceği deneyimler ve üretkenlikler için yaşama şükran duy. Şükran duygusunu hissedebilmek yaşamın değerini bilmeyi ve alçakgönüllü olmayı gerektirir. Bu aynı zamanda mutluluğun da tanımı. Yaşam Sevinci İçin Seni mutlu eden şeylere odaklan, seni üzen şeylere değil. İnsanların güzel ve olumlu özelliklerİne odaklan, onların zaaflarına ve zayıflıklarına değil. Seni kuşatan güzelliklere odaklan, sahip olamadıklarına değil. Arkadaşlarının erdemlerine odaklan, hatalarına değil. İş hayatında kazandıklarına odaklan, kaybettiklerine değil. Seninle ilgili söylenen olumlu sözlere odaklan, fesatlık, kötü niyet içeren sözlere değil. Sağlık ve […]
Sevgi Nedir?
Çoğumuzun özdeşleşmek ve kendine çekmek istediği tek şey sevgidir. Peki, sevgi nedir? Genelde sevgiyi onaylanma duygusuyla karıştırırız. Onayın sevginin kardeşi olduğu doğrudur çünkü bir şeyi onayladığımızda onu kendimize doğru çeker, kendimiz olarak kabul ederiz. Bir şeyi onaylayarak aslında onu reddetmiyor oluruz. Bununla birlikte en temel seviyede, bir şeyi sevmek onu kendinin bir parçası olarak almaktır. Bu bir kavram olmanın ötesinde, bir deneyimdir. Sevgi dâhil eder. O, birlik doğrultusunda hareket eden enerjidir. Bir şeyi sevdiğinizde onu enerjisel olarak kendinize doğru çeker ve kendinize dâhil edersiniz. Sevginin tam zıt titreşimi ise korkudur. Korku bir şeyi kendinizden ayırmaktır. Korku dışlayıcıdır. O, bireyselleşme doğrultusunda hareket eden enerjidir. Bir şeyden korktuğunuz zaman onu kendinizden uzağa iter ve kendinizden dışlarsınız. 3. bölümde korkuyu inceleyeceğiz; şimdi bu evrendeki en temel gerçeklerden biri olan birliğe ulaşmanızı sağlayan şeye, sevgiye geri dönelim. Dünyadaki şeyleri birbirinden ayrı algılıyor olabiliriz fakat tabii ki bu bir illüzyondur. Hepimiz aynı enerjiden meydana geliyoruz. Sadece, bu enerji kendini farklı biçimler alarak ifade ediyor. Hatırlarsanız sahip olduğumuz farklı farklı benliklerden içsel ikizlerimizin parçaları olarak bahsetmiştik. Arada bir bu parçalardan biri başka bir parçada kendini olumlu bir gözle görür ve onu kendiyle aynı sayar. ‹şte bu sevgidir. Ve unutmayın, ayrılık aslında bir illüzyondur. Öte yandan bizim […]
Kabul Görme, Takdir Edilme, Şefkat Görme
Sevmek, şu beş şeyin karşılıklı olarak alınıp verilmesidir: dikkate alınma, kabul görme, takdir edilme, şefkat görme ve olduğumuz gibi olmamıza izin verilmesi. Sevilmek istediğimizi söyler ve buna inanırız da ama biri tarafından sevilmek cesaret ve yetenek ister. Almaya açık olmayı gerektirir ama her şeyi kontrolümüz altında tutma çabası içindeysek, korkutucu da olabilir. Karşımızdaki kişinin böyle bir niyeti olmasa bile bize bir şey verilmesinin karşılığında bizim de bir şey vermemizin talep edildiği duygusuna kapılabiliriz. Bağlanmak zorunda kalmaktan ve böylece özgürlüğümüzü yitirmekten veya gücümüzün dizginlerini elimizden kaçırmaktan korkabiliriz. Kalp, üstte iki kulakçık ve altta iki karıncık içerir. Fiziksel anlamdaki kalp, duygusal hayatımız için bir mecazdır. Kalbimizin derinliklerinde yakınlık ve sevgi arayan karıncıklar (açıklıklar) taşırız. Ancak bunların üzerinde korku ve savunmanın oturduğu kulakçıklar (odacıklar, mahzenler) bulunmaktadır. Hepimizde her ikisi de vardır ancak kendimize güvenimiz ve özsaygımız arttıkça bu savunmaları yakın ilişkiler kurmayı başarmamıza ve hayal kırıklıklarıyla başa çıkmamıza yardımcı olacak şekilde idare etmeyi öğrenebiliriz. Birinden duygusal ya da maddi anlamda beklediğimiz şeyi alamadığımız için hayal kırıklığına uğradığımız veya mahrum bırakılmış hissettiğimiz zamanlarda, hak ettiğimiz şeyi almaya dair aktarım yaptığımızın izlerini görebiliriz. “Hepsine sahip olmam gerek” ifadesi sanki özgüveni yüksek birinin sözleriymiş gibi gelebilir ama aslında muhtaç olmanın ve kendinden kuşku duymanın göstergesi olabilir. […]
Hüznü Nasıl Yaşar Ve Geride Bırakırız?
Hüzün çalışması da daha önce sözünü ettiğimiz, herhangi bir psikolojik sorun üzerinde çalışırken kullanılan aynı dört basamağı içerir: Yönelmek, üzerinde çalışmak, çözümlemek ve birleştirmek. Bize hüzün veren şeyin farkına varıp adını koyarak yöneliriz. Duygularımızı ifade ederek üzerinde çalışırız. Geride bırakarak çözümleriz. Artık o kadar yoğun bir şekilde yansıtma ve aktarımların yükünü taşımayan ilişkilere yönelerek birleştiririz. Hüznün geri dönüşümü yoktur. Hüznü değiştiremez veya ortadan kaldıramayız ama buna rağmen çaba gösteririz. Bunu hüzün duyma yeteneğimize saygı çerçevesinde yaptığımız için, böyle davranmamız sağlıksız değildir. Bütün bunların kendi zamanlaması ve meşrebince gerçekleşmesine izin vermemiz gerekir. Yani, bir süre hüzün hissetmekten kaçınmamız, sonra yavaş yavaş hissetmeye başlamamız veya hissettiğimiz hüznü inkâr etmeye kalkışmamız mümkündür. Hüzün duyarken kendimize karşı nazik olmamız, duygunun bizi yönlendirmesine izin vermemiz ve kendimizi bir an önce bu duygudan kurtulmaya yönelik bir programa sokmaya çalışmamamız gerekir. Bu uygulamada duygularımızı ve bize bu duyguları arkamızda bırakmakta yardımcı olan içsel değişimlerimizi dikkate alırız. Hüzünle ilgili aşağıdaki değerlendirmeleri okurken kendi hayatınızla ne gibi ilişkiler kurabileceğinize de bir bakın. Eğer belli bir paragraf sizde bir etki yarattıysa, durun ve günlüğünüze duygu ve düşüncelerinizi yazın. Hüzün üç duygudan oluşur: Bir şey kayıp olduğu için duyulan keder, O şey alınmış/esirgenmiş olduğu için duyulan kızgınlık, Asla yerine koyulamayacağı için […]
Fark Yaratan Sunumlar
Sunumu kime yapacaksınız? Sunum hazırlığına başlarken ilk yaptığınız şey PowerPoint programını açmak mı? Eğer evet ise, bu ne yazık ki yanlış bir yöntem. Öncesinde hazırlık yapmadan doğrudan sunum programını açmak, bir araba satın almadan önce kar lastiği satın almaya benziyor. Evet, belki en nihayetinde gerekli olacak, ama henüz değil. Onun yerine, sunum hazırlığına 3 önemli soruyu kendinize sorarak başlayın. Birinci Soru: Sunumu kime yapacaksınız? Bu gayet kolay bir soru gibi duruyor, değil mi? “Sunumu yöneticilerime yapıyorum” veya “Bir grup öğrenciye konuşma yapacağım” diyebilirsiniz. İşte bu noktada çok dikkatli olun. Eğer bu sorunun cevabının çok bariz olduğunu düşünüyorsanız, büyük olasılıkla dinleyicileriniz sizi dinlerken sıkılacaklar. Sadece bir kişiye mi sunum yapacaksınız? 10 kişiye mi? 100 kişiye mi? Sizi daha fazla kişi mi dinleyecek? Peki karşınızdaki herkes aynı seviyede mi, yoksa bazıları sizin için diğerlerinden daha önemli mi? Tabii ki 10 kişiye konuşacaksınız, ama belki bunlardan üç tanesi yönetim kurulu üyesi ve onlar sizin anlattıklarınızı gidip kurulun kalan üyelerine aktaracaklar. Siz de onların aktarımları sonucu yıllık projenize bütçe çıkmasını isteyeceksiniz. Demek ki aslında 10 kişiye değil, 3 kişiye konuşuyorsunuz. Aslında sunumu 3 kişiye de yapmıyorsunuz. Sunumu Merve Hanım’a, Anıl Bey’e ve Cengiz Bey’e yapıyorsunuz. Merve Hanım zaten sizin projenizin başarısından şüphe duyuyor. Anıl […]
Değer Çatışmaları
Önemli olduğunu düşündüğünüz şeylere partneriniz karşı çıksa da, onun desteklediği şeylerdeki olumlu iyiyi arayın. Her birimizin hayatta zor kararlar vermesi gerekiyor. Bu zor kararlar değerlerimizi yansıtıyor: İyi ya da kötüye, doğru ya da yanlışa, haklıya ya da haksıza, mantıklı ya da mantıksız olana karar verdiğimiz kurallar. Değerler, özgürlük, mutluluk, eşitlik, güvenlik, kurtuluş ve aydınlanma gibi hayatta gerçekten önemli olan şeylere ilişkin yargılarımızı içerir. Başka değerler ise yardımsever, yaratıcı, zarif, kibar ve neşeli olmak gibi anlamları -hayattaki bu önemli şeyleri elde etmekte bize yardım edebilecek özellikler- içerir. En nihayetinde samimiyet, doğruluk ve etkili olmak gibi hedeflerimize ulaşmak için benimsediğimiz değerler vardır. Bu değerler duygusal gerçeklerimizi şekillendirir ve duygusal gerçeklerimiz de değerlerimizi şekillendirir. İkisi iç içe geçmiştir. İyi olduğunu düşündüğümüz şeyler çoğu zaman iyi olduğunu düşündüğümüz diğer şeylerle çatışma halindedir. Çocuklarımızın güvende olmasını isteriz, ama aynı zamanda özgür olmasını da isteriz. Tam özgürlük, güvenliklerini riske atabilir. Tamamıyla emniyet içinde olmak ise genellikle özgürlüğe yer bırakmaz. En zor kararlar aslında iki farklı değere verilmesi gereken ağırlık ya da önem arasında yapılan tercihlerdir. Farklı toplumsal iyileri tartmayı gerektiren kararlara değer seçimleri adı verilir. Örneğin ABD’de bugünlerde ulusal güvenlikle özel hayatın mahremiyeti arasındaki dengenin nasıl sağlanacağını tartışıyoruz. Her ikisi de iyi değerler. Belirli bir durumda […]
Corona Günleri
Sevgili Ben, Sema Baykara Bugün seninle baş başa geçirdiğimiz bilmem kaçıncı gün. Hayat bir anda, beni seninle bu şekilde bir başına kalmaya mecbur bırakıverdi. Ama ben şunu fark ettim. Seninle bu kadar yoğun bir beraberliğe meğer ne kadar ihtiyacım varmış. İyi ki son yıllarımı tamamen seni tanımaya ayırmışım. Zamanımı, emeğimi, paramı ‘biz’im için harcamışım. Seni olumlu ve olumsuz tüm yanlarınla kabullenebilmek, eskiden hiç sevmediğim hatta belki de nefret ettiğim yanlarınla da barışmak ve bütünleşebilmek için yol almışım. Yoksa diğer türlü, şimdi ortaya çıkabilecek olan seninle yalnız kalma korkularımı, bir başımıza olmanın hazzına nasıl dönüştürebilirdim ki? Hatırlıyorum da bir zamanlar sen ve ben yalnız kalırsak diye ne kadar korkardım ve sana hiç tahammül edemezdim. Sırf seninle yalnız kalmamak için kendimi geç saatlere kadar işime verirdim ya da seninle birlikte olacağıma, sevmediğim kişiler bile olsa başka insanlarla birlikte olmayı, boş sohbetleri yeğlerdim. Eve döner dönmez yaptığım ilk iş, seninle karşılaşmamak için yorganımı kafama çekip uyumak olurdu. Oysa şimdi, bu birlikte geçirdiğimiz corona günlerinin tek bir tanesinde bile sıkıldığımı hatırlamıyorum. Bırak sıkılmayı, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum desem yeridir. Öyle ya, ne çok şey paylaştık bu son günlerde seninle. Kendimize özel yemekler hazırladık, şimdiye kadar ‘zaman yok’ mazeretiyle birbirimize gösterme fırsatı bulamadığımız özeni de […]
Döngü
On binlerce yaşamı geride bıraktım. En ilkelden; İnsan’dan, son formum olan bugünkü varlığıma ulaşabilmek için ne çok biçim değiştirdim. Doğdum, öldüm, yeniden doğdum. Karınca Yiyen’den tutun da, Tarantula’ya kadar bilinen pek çok canlının yaşamını deneyimledim. “Hepsi harika bir tecrübeydi” diyemeyeceğim. Örneğin bundan önceki yaşamımda Kara Sinek’tim ve yaşadığım yer bir atın poposuydu. Timsah olduğumda ise Nil Nehri’nde ya da Miami – Everglades’de değildim. Evcil bir hayvan olmadığımı fark eden sahibim tarafından kanalizasyona atılmıştım ve ömrümü orada tamamladım. Tüm yaşamlarımın en zor deneyimi ise “İnsan” olabilmekti. Bu yüzden onlarca defa Homo Sapien olarak dünyaya geldim. Üst tür yaşamlara geçebilmek için önce “İnsan” olmayı öğrenmek gerekiyordu. Artık olabilecek her yaşam döngüsünü tamamlamıştım. Genel işleyişe göre; bundan böyle sonsuza dek Üstalem’den Amip, Terliksi Hayvan ya da başka bir tür Tek Hücreli olacağımı sanıyordum. Başlangıç ya da son olmadan, tüm alemlerle bir. Binlerce yıllık rüyam gerçekleşmek üzereydi. Oysa son döngüme geldiğimde, yeniden var olduğumu hissettiğim anda bambaşka bir şey olduğumu fark ettim. Başta, içimde tam bir hayal kırıklığı vardı. Bir kere “hücre” değildim. Eksik geldim kendime. Çekirdeğim de dahil pek çok şeyim yoktu. Basitçe RNA ve proteinden ibarettim. Teorik olarak “canlı” bile değildim. “Dünya Anne bir hata yapmış olmalı” diye düşündüm. Hem de artık […]
Kaygılar,Korkular ve Endişeler
Bazı şeyler sadece olgudur ve bizlerin hayatta kalmak için kaygılara, korkulara ve endişelere ihtiyacımız olduğu da bir olgudur. Fakat bu kaygının aleyhimize değil, lehimize çalışmasını sağlamamız gerekir ve bu kitap da bunu yapmanıza yardım edecektir. Kaygılar, korkular ve endişeler genellikle fiziksel veya zihinsel bir zarar vermez. Bizler kaygılar hissedecek şekilde evrimleştik, zihnimiz ve bedenimiz de bu duygularla baş edecek şekilde evrimleşmiştir. Genel anlamda bunlar hayatta kalmamız için büyük öneme sahip ve anlaşılabilir duygulardır. Sadece stres veya tehlike karşısında normal tepkiler verdiğiniz konusunda içinizi rahatlatarak bile daha iyi baş ettiğinizi görebilirsiniz. Kısa bir süre önce karşılaştığım tehditkâr bir duruma normal bir tepki verdim. Açık bir arazide yürürken arkamdan gelen saldırgan bir böğürme sesi duydum. Korktum –bu hiç de dost olmayan bir boğa olabilirdi- ve kaygılanmaya başladım, kalp atışlarım hızlandı ve kaslarım gerildi. Bu son derece normaldi ve nitekim arkamda gerçekten de bir boğa olduğu için son derece hayati bir tepki olduğu sonradan ortaya çıktı. Hemen yoldan çekilmemi sağlayacak enerjiyi bulmam için kaslarımın gerilmesi ve kalbimin kanı hızlı pompalaması gerekiyordu. Son sürat arazinin kenarına koşup bir çitin üstünden diğer tarafa atlarken beni seyredenler pek eğlendi –incelikten yoksun ama etkili bir davranıştı bu! Okul yıllarımdan bu yana bu tür bir atlayış yapmamıştım ve […]
Kadim Çin Tıbbı İle Şifa
EYLEMDEKİ TAO TİNİ Üç hazinem var. Birincisi, merhamet, İkincisi, ölçülülük, Üçüncüsü, alçakgönüllülük. Tao Te Ching Lao Tzu’nun müritleri yaşadıkları çağdaki şiddete, eşitsizliğe ve sert yasalara rağmen nasıl merhametli, ölçülü ve alçakgönüllü kalabildiler? İlham ve rehberlik almak için onun Tao Te Ching kitabına baktılar. Te sözcüğünün esas anlamı “yükselmek, yukarı çıkmak”tır. Mantak Chia ve Tao Huang’a göre, Te sözcüğü “müşfik edim, erdem, güzellik ve nazik davranış”tır. Diğer çeviriler onu güç, erk veya bütünlük olarak tanımlamaktadır. Bir Çin kültürü bilgini olan Arthur Waley Te’yi “gizli güç”, “huzur ve refah potansiyeli olan” bir edim olarak tanımlıyor. Bütün bu yorumları özetleyerek Te’nin günlük edimlerimizdeki iyilik –bütün varlıkların hayrı için bütünlük içinde hareket etmek- olduğunu söyleyebiliriz. Bu kadim bilgeliğin günümüzde çoğumuza söyleyeceği çok şey var. Tao Te Ching ile Chuang Tzu’nun yazılarını rehberimiz olarak kullanarak ve çigong uygulayıcısı ve hocası olarak kendi deneyimlerimizi de ekleyerek Te’nin temel ilkelerini günlük hayat bazında özetledik. Bunu ilham alacağınız bir model olarak düşünün. Hiç birimiz mükemmel değiliz; bizler ilerleme halindeki bir süreciz. Mantak Chia’nın söylemeyi sevdiği gibi, günah yoktur, cehennem yoktur; hepimiz yavaş yavaş kendi cennetimize doğru ilerliyoruz. Nezaket ve Şefkat Bilge kişiler insanlara ihtimam göstermekte iyidir, Asla dönmezler sırtlarını kimseye. İyi insanlar henüz iyi olmayanlara öğretirler; Daha az iyi olanda […]
Bir Şeyi Farklı Yap
“OLANAK” VE “OLUMLU BEKLENTİ” DİLİNİ KULLANIN Sorunlardan söz ederken geçmiş zaman kullanın; mutlak söz ve ifadelerden kaçının; kimseden problemmiş gibi söz etmeyin. Daha iyi bir gelecek hissi yaratma ve çözüm öngörmede beklentilerden yararlanın. Gelecekten Yararlanmak, İkinci Yöntem: Mış Gibi Yaşamak – İnandırıcı Bir Gelecek Yaratın ya da Çağırın Umutluysanız elbette harekete geçebilirsiniz. Mucize ise fazla bir umut duymasanız da kendinizi harekete geçmeye ittiğinizde gerçekleşir. Belki sizi umuda döndüren eylem sonucu canlanan beyindir. Neden işe yaradığını bilmiyorum. Bütün bildiğim işe yaradığı. -Shari Lewis, Haham Maurice Lamm’in Umudun Gücü adlı kitabında alıntılanmış Olanaklarla dolu bir gelecek yaratmanın diğer bir yolu problemin […]
Düş Ustası
Yaraları sarılamayacak ilişkiniz yoktur. Her ilişki çok güzel olabilir ama yola koyulmak size düşüyor. Gerçek’ten yararlanma, kendinize gerçeğin diliyle seslenirken bütünüyle dürüst olma cesaretini göstermeniz gerekiyor. Bütün dünyaya karşı dürüst olamasanız da kendi kendinize karşı olabilirsiniz. Çevrenizde olup bitene siz karar veremeseniz de kendi tepkilerinizi belirleyebilirsiniz. Tepkileriniz yaşamınızın düşüne, kişisel düşünüze yol gösterecektir. Sizi mutlu ya da mutsuz kılan tepkilerinizdir. Olağanüstü bir yaşam sürdürmenin anahtarıdır tepkileriniz. Kendi tepkilerinizi kontrol altına almayı başarırsanız alışkanlıklarınızı, oradan da yaşamınızı değiştirebilirsiniz. Yaptığınız, düşünüp söylediğiniz her şeyin sonuçlarından siz sorumlusunuz. Hangi eylemlerinizin ne sonuç verdiğini, nasıl düşüncelere, duygulara yol açtığını görmek gücünüze gidiyor olabilir ama hareketlerinizin doğurduğu sonuçları duyduğunuz acı ya da mutlulukta görebilirsiniz. Kişisel düşünüzü yaptığınız seçimlerle belirlersiniz. Seçimlerinizin sonuçlarından hoşlanıp hoşlanmayacağınızı düşünmeniz gerekir. Size mutluluk verecek bir sonuç doğuracak eyleminizi sürdürün. Ama hareketinizin yaşamınızda yol açtığı değişiklik ve yaşadığınız düş zevk vermekten uzaksa hoşunuza gitmeyen sonuçlara neyin yol açtığını bulmaya çalışın. Düşünüzü dönüştürmenin yolu budur. Yaşamınız kişisel düşünüzün ifadesidir. Kişisel düşünüzün programını dönüştürebilirseniz bir düş ustası haline gelebilirsiniz. Düş ustası yaşamından bir baş yapıt yaratandır. Ama insanlar kendi düşlerinin kölesi haline geldiği için düşlerde ustalaşmak son derece zorlu bir iştir. Düşlemeyi öğrenme yolumuz bir uyarlama sorunudur. Hiçbir şeyin olası olmadığına duyduğumuz güçlü inanç […]
”Anlayacağını Biliyordum”
Dostları ve Çalışma Arkadaşlarını Dinleyebilme En iyi dinleyiciler dostlardır, arkadaşlardır. Belki bizi ailelerimiz kadar çok sevmiyor ve bizden çok şey istemiyor da olabilirler ama bu ancak onları daha iyi bir dinleyici yapar, o kadar. Arkadaşlarımızla ne kadar yakın olursak olalım, onları kontrol etme ya da kendimizi koruma ihtiyacı duymaksızın onları dinlememize izin veren emin olduğumuz bir özgürlüğü sürdürürüz. Neden En İyi Dinleyiciler Arkadaşlardır? Sandy arkadaşı Roberta ile öğle yemeği için buluştuğunda lise öğrencilerine rehberlik hizmeti konulu bir çalıştaydan yeni çıkmıştı. Roberta’nın desteğine bu kadar güvenmeseydi, belki de ona sık sık birlikte öğle yemeği yeme programlarının sonu olacak bir şey düşündüğünü söylemekte tereddüt edebilirdi. İkisi de aynı okulda tam dokuz yıldır Fransızca öğretmenliği yapıyorlardı ve Sandy rehberlik alanında lisansüstü yapmaya karar vermişti. Bu onun için hem korkutucu hem de heyecan verici büyük bir karardı ve bunu biriyle konuşmaya ihtiyacı vardı. Roberta, Sandy’nin planını duyunca çok şaşırdı. Kadrodan vazgeçmek ve okula geri dönmek riskli gözüküyordu. Hem bakalım rehberlik yapmaktan hoşlanacağını nereden biliyordu? Kendini büyük bir riske atmıyor muydu? Ayrıca, Roberta arkadaşı olmadan o işyerinde çalışmayı düşünemiyordu. Sandy, oradaki aklı başında tek insandı. O giderse, çok fena olurdu. Ancak Roberta bunların hiçbirini söylemedi. Sandy’nin kararını ne kadar sorgularsa da, onun kararıydı ve Roberta bu […]
Yaşam Tarzımız
Seçimlerimiz davranışlarımızı, davranışlarımız alışkanlıklarımızı, alışkanlıklarımız yaşam tarzımızı yaratıyor. Hayatımızın her alanındaki seçimlerimizle oluşan yaşam tarzımız, hayatımızın kalitesini belirliyor. Hangi alanlarda sorun yaşıyorsak, o alanlar seçimlerimizin, yaşam tarzımızın sorumluluğunu almadığımız alanlar oluyor. Şimdi hayatımızın kalitesini belirleyen temel altı alana bir göz atalım. Bireysel Gelişim Bireysel gelişim alanı, senin birey olarak gelişiminle ilgilidir. Kendini ve yeteneklerini geliştirmek hayatının genel kalitesini arttırması açısından önemlidir. Bireysel gelişim, insanın değerlilik ve yeterlilik duygularının gelişimiyle artan özsaygının kazanılması, daha insanca, daha etik kendine ve bütüne daha yararlı bir yaşam sürebilmek anlamına gelir. Yani her gün, düne göre kendinin daha iyi versiyonu olabilme yolculuğudur bireysel gelişim. Zihinsel gelişim sürekli üzerinde çalışmamız gereken bir boyutumuz. Zihnimiz de kas gibidir. Kullanılmazsa, egzersiz yapılmazsa gevşer. Zihinsel kası güçlendirmek için her gün okuma alışkanlığı kazanmak önemlidir. Şu anda evinde satın almış olduğun ama henüz okumadığın kitaplarla işe başla. Belki haftada bir belki ayda bir kitap okumayı amaçlıyorsun ama önce her gün iki-üç sayfa okuyarak okuma alışkanlığını kazan. İster Kürk Mantolu Madonna oku, ister Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı, yeter ki oku. Yazmaya da zaman ayır. Bazı alanlar üzerine odaklan. O alanla ilgili aklına gelenleri kâğıda dök. Sana ne kadar saçma gibi görünürse görünsün bu uygulama seni fikir üretme alışkanlığına hazırlayacaktır. Duygusal gelişim, […]
Duvar Ustası
Ben Bay Muhteşem… Size nasıl yaşam mimarı olduğumu anlatmak için buradayım. Aslında çok uzun bir zaman Bay Fındıkkıran’ın esareti altında yaşadım. Bay Fındıkkıran duvar ustasıydı. Zor bir hayatı olduğunu söylerdi ama hayatı kendine zorlaştıran da oydu aslında. Yetenekleri olmasına rağmen onları görmezden gelirdi. Kendine yeterince sevgi ve saygı göstermezdi. Dışarıdan bakıldığı zaman bu pek hissedilmezdi ancak onu yakından tanıyanlar mutsuzluğunu ve savruluşlarını anlarlardı. Ben Bay Fındıkkıran’ın yanına küçük yaşta çırak olarak girdim. Annem Babam mı götürdü yoksa ben mi duvarcı olmak istiyordum inanın hatırlamıyorum. Duvarcılık o zamanın moda mesleklerindendi. Tüm aileler çocuklarının duvarcılık becerileriyle övünür, onların ne kalın duvarlar ördüklerini anlatır dururlardı. Hatta bununla ilgili bir söz bile vardı: “iyi kaşar Kars’tan, iyi duvar harçtan çıkar”. Bay Fındıkkıran bana nasıl duvar ustası olunacağını çok iyi öğretti. Hiç unutmam, aynen şöyle derdi: “Duvarları çabuk ör, araya insan nefesi girmesin, meret öyle bir şeydir ki harcı bile eritir. Duvarları kalın ör ki sana adam desinler.” Çocukluğum bu sözleri duyarak geçti. Günlerden bir gün yine hararetle duvar örerken, yanıma iki yabancı yaklaştı. İkisi birden ne yaptığımı sordular. Kendimden emin cevapladım: – Duvar örüyorum. – Neden? – Neden mi? Benim işim bu! Bay Fındıkkıran bana bu işi öğretti. Devamlı duvar örmem lazım. Benim dünyaya […]
Kızlar ve Anneleri İçin Bir Not
YA O/ YA BU DİYARINDA YAŞAMAK Konu annenizle ilişkiniz olduğu zaman, bu size genellikle ya hep/ ya hiç, ya o/ ya bu meselesi gibi mi geliyor ? Belki de, ya konuşmalarınızı yüzeysel ve sığ tutmanız ya da duygusal derinliklere inmeniz gerektiğini hissediyorsunuzdur konu annenizle ilişkiniz olduğu zaman, bu size genellikle ya hep/ ya hiç, ya o/ ya bu meselesi gibi mi geliyor? Belki ya kendinizi savunmanız, korumanız ve direnmeniz gerektiğini ya da bunun yerine sadece teslim olup onun istediğini yapmasına ve söylemesine izin vermek zorunda olduğunuzu hissediyorsunuzdur. Ayrıca, ya onu hayatınızdan ilelebet çıkartmanız ya da sonsuza dek ağına takılıp kalmanız gerektiğini düşündüğünüz zamanlar vardır. Bu seçeneklerden hiçbiri size iyi gelmez. Aslına bakarsanız, bunları düşünmek bile sizi yorar. Annemle ilişkimde bunları hissederdim ve diğer kadınlarla çalışırken bu şekilde hissetmenin düşünebileceğinizden daha yaygın olduğunu gördüm. En hafif haliyle, bu biraz rahatsız edici ve sınırlayıcıdır. En kötü haliyle de yoğun bir duygudur ve çaresiz bir öfke gibi sizi güçten düşürdüğünü hissedebilirsiniz. Ve bütün bunların altında üzüntü veya dile getirilmeyen bir acı yatıyordur Ben yıllarımı ya o/ ya bu diyarında geçirdim. O zamanlar eğer biri bana bunun böyle olması gerekmediğini söyleseydi sadece “sen benim annemi bilmiyorsun” derdim. Bunu tatmin edici bir çözümü olmayan, kontrol edilmesi […]
Hayat Denilen Okulun Hangi Sınıfındasın?
Hayat okulunda hangi sınıfta olduğumuzu bilincimizin seviyesi belirliyor. Hayat denilen illüzyonun içinde ne kadar kaybolmuş durumdayız, ne kadar farkındalıkla yaşıyoruz? Ne yazık ki insanlığın yüzde 85’i henüz anaokulunda varlığını sürdürüyor. Bu da dünyamızın neden bu halde olduğunu Homo Sapiens denilen türün çoğunluğunun neden henüz insanlaşamadığını açıklıyor. Anaokulunda olanlar hiç bedel ödemeden, emek vermeden, bedelsiz mutluluğu ve huzuru arar. Hayatın ona borçlu olduğuna inanır. Bencildir. Narsist yapıdadır. Çevresindeki insanlardan sürekli kendisi için bir şeyler yapmalarını bekler. Sorumluluk kavramını hiç bilmez ve ilgilenmez. Bazen suçlayıcıdır, bazen kurbandır ama asla sorumlu değildir. Kin ve öfke doludur. Ezik gibi de görünse, saldırgan tavır içinde de olsa, fırsat eline geçtiğinde yok edici ve gaddardır. Ayrımcıdır. Herhangi bir şeyin fanatiği olmaya yatkındır. Kesin inançlıdır. Doğuştan gelen ırk, milliyet, cinsiyet gibi özellikleriyle övünmeyi sever. Çevresine hiçbir yararı olmayan hatta zararlı bir varoluş biçimi sürer. Sürekli “almaya” odaklıdır. İlkokulda olanlar, kendilerini mutsuz etme ustasıdır. Hayatlarında kronik üzüntü, depresyon, gözyaşı eksik olmaz. Endişe bağımlısıdır. Yeterince acı çekerse bir gün mutluluğun ona sunulacağını umut eder. Hayatı “eğer”lerle ve “keşke”lerle yaşar. Şansa ve şanssızlığa inanır. Suçlama ve mazeret bulma ustasıdır. Ortaokulda olanlar, mutluluğun ve huzurun bir bedeli olduğunu hissetmeye başlar ama bunun için risk almayı hiç mi hiç sevmez. Talepkârdır, kızgındır, […]
ÖFKE – Kâbus ve Katalizör
ÖFKE Çoğu insanın doğru ve etkili bir şekilde ifade etmekte sorun yaşadığı bir duygudur. Çigong ve GÇT öfke kategorisine şu türevleri de dahil eder: kırgınlık, hiddet, kıskançlık, hüsran ve stres. Dikbaşlılık ve aşırı eleştiri de bununla yakından bağlantılıdır. Öfke ve Türevlerinin Değerli Mesajları Öfke kendimiz veya önem verdiğimiz insanlar bağlamında istenmeyen bir durum veya etkileşime verilen doğal bir tepkidir. O ayrıca dünyadaki diğer insanlara veya gruplara yönelik adaletsizliğe verilen doğal bir tepki de olabilir. Eğer bedenimizi öfkeye alıştırırsak giderek güçlü bir tedirginlik veya rahatsızlık hissine yol açar. Öfkemizi ifade edene, ona neden olan koşullar değişene veya onu alevlendiren kişi veya kişileri bağışlayana dek kendimizi dengesiz hissederiz. Maalesef, pek çok insan öfkesiyle veya bedeninin verdiği sinyalle temas halinde değildir. Onlara öfkelerini açığa vurmanın yanlış ve zararlı olduğu öğretilmiştir. Bundan utanırlar ve korkarlar. Bunun için de öfkelerini görmezden gelir, inkâr eder veya bastırırlar. Daha önce de söylediğimiz gibi, öfke kendiliğinden kaybolmaz; sadece işlevini gizlice sürdürür ve fiziksel ve duygusal halimizi olumsuz etkiler, bozar. Öte yandan, öfkemizi veya hiddetimizi karşımızdaki kişiye sözel veya fiziksel saldırıda bulunarak ifade etmek genellikle her şeyi daha kötüleştirir: her iki tarafın da birbirine daha çok karşı olmasına yol açar. Tatsız bir sözel saldırı bir ilişkiyi ilelebet bitirebilir. Şiddetli bir […]
Kinesiyoloji Nedir?…..
Farkındalık, otomatik düşünce kalıplarının sizi uyuşturmasından uyanmaktır. Genel bir tanımlama ile söylersek kinesiyoloji, kas aktivitesi bilimidir. Kasların testi, bilinçaltımızla iletişim kurma yoludur. Kinesiyolojide varlığınızın bütünüyle bir iletişim yolu olarak kullanılan kas testi, kendinizi kandırmanızı imkansız kılar. Kaslarımızdaki enerji akışı olumlu ya da olumsuz düşüncelerimize, inançlarımıza, duygularımıza göre değişir. Kinesiyoloji aynı zamanda bir biyobilgisayar olarak da tanımlayabiliriz. Kaslarda dolaşan yaşam enerjisinin gücü değişik duygu hallerinde, olumlu ve olumsuz inançlarda, hoşlandığımız hoşlanmadığımız şeyleri hissettiğimizde, doğru ya da yalan söylediğimizde farklı farklıdır. Bu, kendimize söylediğimiz bir yalan olsa da. Kaslardan aldığımız tepki ile kendimizle, bilinçaltımızdaki inançlarla ilgili test yapabilir, sorunlarımızın kök nedenlerini bulabiliriz. Kinesiyoloji teknikleri ile bizi sabote eden bilinçaltı programlarımızı keşfedip bize destek olacak şekilde değiştirebiliriz. Kinesiyoloji, Dr.John Goodheart’ın 1964 yılında başlattığı Uygulamalı Kinesiyoloji çalışmalarını temel alarak geliştirilen yöntemlerle o günden bugüne birçok alanda kullanılıyor. Yepyeni alanlara uygulanabilmesi için hâlâ araştırmalar yapılıyor. Birçok uygulamacı zaman içinde kendi tekniğini yarattı ve geliştirdi, böylece kinesiyolojinin bir çok dalı oluştu. Dünyada alternatif yaklaşımlara açık birçok insan kinesiyolojinin günümüzde en gelişkin ve doğal iyileştirici teknik olduğunu düşünüyor. Kinesiyoloji bilinçaltı inançlarını test etmenin yanı sıra bedenin değişik maddelerden, çevresel faktörlerden nasıl etkilendiğini, fiziksel sorunları, duygusal dengesizlikleri, öğrenme blokajlarını, bireysel ve ruhsal gelişimi engelleyen tıkanmaları test etmek, dengelemek ve düzeltmek […]
Değişimin Dört Elemanı
İlişkiyi temelden değiştirmek için karşınızdaki insanı baştan yaratmanız gerekmediğini akıldan çıkarmayın. Siz sadece kendi sessiz anlaşmalarınızın size getirdiği koşul ve kısıtlamaları görüp tanımakla başlayabilirsiniz. Bu yaklaşım sessiz anlaşmalarınızı tanıyıp altlarında yatan yalanları – bunlar temeldeki korku ve arzuları da içine alabilir- keşfetmenizi sağlayacak dört eleman ya da aşama içeriyor. Bu elemanlar sürecin başlangıcı için bir çerçeve sunmakta. Biz dördünün de ele alınması gerektiğine inanıyoruz ama hangi sırayla yaklaşacağınız değişebilir. Sessiz anlaşmalarınız üzerinde çalışmak için gereken değerleriniz yerli yerinde olabilir fakat lütfen başlamadan önce sessiz anlaşma partnerinizle kullandığınız dilin değişmesi gerektiğini bilin. Aşağıda, sessiz anlaşmalarınızı değiştirirken üzerinizden geçeceğiniz dört aşamayı –ele almanız gereken dört elemanı- göreceksiniz. İlk Aşama: Temel Değerler Olan Empati, Güven ve Saygıdan Yararlanmak Birbirimizden ne kadar farklı olursak olalım, güven ve saygı her sağlıklı ilişkinin özüdür. Bu sürece diğerine saygı ve iyi niyetine güven ile adım atarsanız harika bir başlangıç yapmış olursunuz. Yapılması gereken işin birer parçası ve eşit güç sahibi olduğunuzu anlamak bu sürecin etkin bir şekilde ilerlemesini sağlayan bir karşılıklılık yaratacaktır. Sorunları çözmeye geldiniz, o halde en iyi yanınızı işe koşmaya akdedin. İlişkilerinizdeki karşılıklılık ilkesinin bir kez ayırtına vardıktan sonra siz ve değer verdiklerinizin nerede ters düştüğünü görecek donanıma sahip olacak ve meseleleri birlikte ve yargılayıp […]
Bebek Biliyor
“Aslında hepimiz birer Biobilgisayarız. Nasıl ve hangi koşullarda yaşadığımız, seçimlerimiz, ilişkilerimiz, davranışlarımız, sürekli tekrarlayan sorunlarımız, hatta hastalıklarımız, kısacası beğenelim ya da beğenmeyelim şu an sahip olduğumuz realite kodlarımızdan geliyor. Ve bu kodlar 0-6 yaş aralığı ve öncesindeki anne karnı döneminde yazıldı.” Yukarıdaki cümleler ilk okuduğunuzda bir bilim-kurgu repliği gibi gelebilir ancak tamamı gerçek. 0-6 yaş döneminde olanı biteni Teta Durumu’nda öğreniriz. Gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz, kokladığımız, öğrendiğimiz adeta sünger gibi emilir; doğru, yanlış her şey kayda geçer. Teta Durumu, yetişkinlikte ancak derin hipnoz altında yaşanır ve bu durumda her söylenen kesin telkindir. Kimini bilinçli zihnimizde hatırlarız ancak kayıtların çoğu bilinçaltındadır. Yaşamımızın çoğunu farkında olmadan bebeklik çağımızda edindiğimiz bilinçaltı kayıtlarıyla sürdürürüz. Ruh, zihin ve beden sağlığının kısacası bütünsel sağlığın ve doyumlu bir yaşamın temellerinin de bu yaşlarda atıldığı net bir gerçektir. Bunun yolu ise Özsaygı’dan geçer. Özsaygı’yı oluşturan iki temel duygudan ilki olan değerlilik duygusu 0-2 yaş aralığında anne ya da anne yerine geçen kişiden kazanılır. Değerlilik duygusunu hiçbir koşula bağlanmadan, sadece var oluşumuzun onayını hissederek, sevilerek öğreniriz. Kız ya da erkek çocuk beklentisiyle mi dünyaya geldik? İstenmeyen, kaza kurşunu bir bebek miydik? Gelecek garantisi bir proje miydik? Duygularımıza yeterince saygı gösterildi mi? İnsanı tüm canlılardan ayıran, yaratıcılığın temeli, en özel yanımız […]
Sunumu Kime Yapacaksınız?
Sunum hazırlığına başlarken ilk yaptığınız şey PowerPoint programını açmak mı? Eğer evet ise, bu ne yazık ki yanlış bir yöntem. Öncesinde hazırlık yapmadan doğrudan sunum programını açmak, bir araba satın almadan önce kar lastiği satın almaya benziyor. Evet, belki en nihayetinde gerekli olacak, ama henüz değil. Onun yerine, sunum hazırlığına 3 önemli soruyu kendinize sorarak başlayın. Birinci Soru: Sunumu kime yapacaksınız? Bu gayet kolay bir soru gibi duruyor, değil mi? “Sunumu yöneticilerime yapıyorum” veya “Bir grup öğrenciye konuşma yapacağım” diyebilirsiniz. İşte bu noktada çok dikkatli olun. Eğer bu sorunun cevabının çok bariz olduğunu düşünüyorsanız, büyük olasılıkla dinleyicileriniz sizi dinlerken sıkılacaklar. Sadece bir kişiye mi sunum yapacaksınız? 10 kişiye mi? 100 kişiye mi? Sizi daha fazla kişi mi dinleyecek? Peki karşınızdaki herkes aynı seviyede mi, yoksa bazıları sizin için diğerlerinden daha önemli mi? Tabii ki 10 kişiye konuşacaksınız, ama belki bunlardan üç tanesi yönetim kurulu üyesi ve onlar sizin anlattıklarınızı gidip kurulun kalan üyelerine aktaracaklar. Siz de onların aktarımları sonucu yıllık projenize bütçe çıkmasını isteyeceksiniz. Demek ki aslında 10 kişiye değil, 3 kişiye konuşuyorsunuz. Aslında sunumu 3 kişiye de yapmıyorsunuz. Sunumu Merve Hanım’a, Anıl Bey’e ve Cengiz Bey’e yapıyorsunuz. Merve Hanım zaten sizin projenizin başarısından şüphe duyuyor. Anıl Bey sizin fikirlerinize […]
Değerlilik Duygusu
Olağanüstü liderler çalışanlarının Özsaygısını yükseltmek için her şeyi yaparlar. İnsanların kendilerine inandıklarında neleri yapabileceklerine şaşarsınız. Sam Walton 1. ÖZSEVGİ Olduğumuz gibi kabul görmemizle kazandığımız bir duygudur. Anne babamız ya da anne baba yerine geçen kişiler tarafından doğduğumuz andan itibaren kabul görüp sevildiğimizi hissetmemiz, bizim de kendimizi sevmemizi, böylece özsevgimizin gelişmesini sağlar. Örneğin; erkek çocuk beklediği halde kız çocuk doğuran bir annenin çocuğunu olduğu gibi kabullenmesi zordur. Annenin (ve tabii babanın) yaşadığı hayal kırıklığını çocuk hisseder. Hatta bazen endazeyi kaçıran ve kız çocuğunu erkek, erkek çocuğunu kız gibi yetiştiren ebeveynler vardır. Kimi çocuk istenmeyen bir hamileliğin ürünüdür. Kimisi evliliği kurtarma “nesnesi” olarak dünyaya gelmiştir. Kimi çocuk, annesinin evliliği içindeki yalnızlığını gidermek için dünyaya gelir; sahibinin (annesinin) sevgisi garantili oyuncak bebeğidir adeta. Kimisi ise anne ve babasının yaşlılık günlerinin garantisi olmak üzere dünyaya gelmiştir. Anne babalarına ebediyen borçlu ve minnettar olma telkinleriyle büyür bu çocuklar. “Senin için saçımı süpürge ettim” annelerinin çocuklarıdır bunlar. Bu çocuklarda onaylanma ihtiyacı çok daha fazladır. Yetişkinliğinde bilinçli bir çabayla özsevgisini geliştiremediyse yaşamını onay dilenciliğiyle sürdürür. Burada kastettiğimiz onay, pratik onay değil, sosyal onaydır. Pratik onay, en gelişkin kişilerin bile ihtiyaç duydukları onaydır. Yaptığımız şeyleri bizden daha iyi yapan birileri her zaman vardır ve biz onların onayına ihtiyaç […]
Hayallerinizi Gerçeğe Nasıl Dönüştürebilirsiniz
Ebeveynlere: Yaratma dürtüsü tüm çocuklarda eşit ölçüde güçlüdür. Erkeklerde de kızlarda da. Önemli olan hayal gücüdür. Beceri değil. Aklınıza gelen herhangi bir şeyi, dilediğiniz şekilde inşa edersiniz. Bir yatak ya da kamyon. Bebek evi ya da uzay gemisi. Birçok erkek çocuk bebek evlerini sever. Uzay gemilerinden daha insancıldırlar. Birçok kız uzay gemisini sever. Bebek evlerinden daha heyecan vericidirler. En önemli şey, ellerine doğru malzemeyi vermek ve hoşlarına giden herhangi bir şeyi yaratmalarına izin vermektir. Yıllar içinde, Lego kutunun üstünde bitmiş ürünün resminin yer aldığı önceden tasarlanmış takımlar sunarak bu hayal gücü övgüsüne son verdi. Lego mühendislerinin tasarladığı müthiş uzay gemisini ya da korsan gemisini gören çocukların hayal güçleri engelleniyor ve onlar da uslu uslu talimatlara uyuyorlardı. Bu Lego açısından muhteşem bir iş kararı olabilirdi ama açık uçlu hayal gücü fırsatını kaçıran milyonlarca çocuk açısından ağır bir darbeydi. Hayal gücü sadece çocuk oyuncağı değildir. Hayal gücümüzü kendi hayatımızın genel görünümünü zihnimizde canlandırmak için kullanırız. Ne kadar hayalperestsek olası yolların genel görünümünü o kadar canlı şekilde yaratabiliriz. Sınırlı bir hayal gücüyle, artımlı düşünceye mahkûm olur, sadece sınırlı değişikliklerle diğer herkesle aynı şeyi yaparız. Sağlam bir hayal gücü olağanüstü başarılara ortam hazırlar. Amazon’un kurucusu ve CEO’su Jeff Bezos’u düşünün. 1995’te şirketi kurduğunda küresel […]
Nefes Teknikleri
Daoist pratikte dört ana nefes tekniği olduğu söylenir; Doğal nefes Günlük yaşamda aldığımız nefes gibidir. Yani, nefes alırken diyaframın karın boşluğuna doğru açılması ve nefes verirken tekrar eski durumuna gelmesidir. Nefes, yavaş, derin, burundan, düzenli ve yumuşak alınmalıdır. Ters nefes Bu teknik, ağır bir şey kaldırırken farkında olmadan (ya da olarak) kullandığımız ve birçok yönüyle doğal nefesin tam tersi bir uygulamadır. Soluk alırken diyaframın karın boşluğuna doğru açılmasına karın bölgesi kasılarak izin verilmez ve soluk akciğerin üst bölgelerine yönlenir. Bir anlamda üst solunum yapılır. Soluk verirken ise karın dışarı doğru itilir. Nefes âdeta bir pompa gibi yukarı aşağı hareket eder. Ancak bu teknikte nefes horizontal yani öne ve arkaya doğru da hareket eder ki bunu kolaylıkla fark edersiniz. Ancak altını kalınca çizmeliyim ki bu teknik asla doğal nefes formunuza dönüşmemelidir. Meditasyon öncesinde 1-2 dakikalık uygulama fayda sağlar ancak hipertansiyon, gastro özefageal reflü, hemoroid gibi sorunu olanlara önerilmez. Dantien nefesi Bedende üst, orta ve alt olmak üzere üç ana dantien bulunsa da burada kastedilen alt dantiendir. Bu teknikte, derin nefes alırken bel bölgesine de yoğunlaşılarak çok önemli bir aku noktası uyarılmaya çalışılır. Bu, yönetici meridyenin (Du mai) 4. noktasıdır ki yaşam kapısı olarak da bilinir (gate of life). Göğüs kafesinde hareket […]
Doğum Süreci Depresyonu Nedir?
Doğum süreci depresyonunu (DSD) anlamak kolay değildir. Bu konuyu incelerken önce bazı şehir efsanelerini çürütmeme izin verin. Bunun ne olmadığını çözdükten sonra ne olduğuna bakabiliriz. DSD hakkında on bir efsane Buna hormon dengesizliği neden olur. Bu teori hâlâ toplumumuzda çok güçlü bir şekilde kabul görmektedir. Bize, her kadının, doğumdan sonra üç gün kadar hormonları büyük bir değişiklik geçirirken kendini üzgün ve ağlamaklı hissetmeyi beklemesi gerektiği söyleniyor. Bu, toplumumuzda kadınların hormonlarının onları delirttiğine dair uzun süredir hâkim olan varsayımın bir yansımasıdır. İster adet öncesi semptomlar olsun, ister gebelikte ruh halindeki dalgalanmalar veya menopoz sorunları olsun, kadınların hormonları cinsel döngülerinde hep sorun sayılmıştır. Kadınların duygusal durumlarının hormonlarını her zaman altüst ettiğine inanan bir toplumda kadınlığın doğasındaki bu zayıflığın kadınlığımızın en güçlü tezahürü sırasında –bir insan yarattığımız ve sadece kendi bedenimizle onu tek başımıza taşıdığımız zaman- daha da artacağını varsaymak akla uygundur. Ne var ki, bu teorinin artık tutar tarafı kalmadı. Kadınların hormonlarını daha iyi anlamaya başladıkça, hormonlarımızın öfke, umutsuzluk ve duygusal değişkenlik kadar neşe, huzur, bağ ve sevgiden de sorumlu olduğunu görmeye başlıyoruz. Kadınlar hormon döngülerini kutlamaya ve bazen onlara eşlik edebilen yılgınlık ve gözyaşları kadar bu hormon değişiklikleriyle bağlantılı olabilen neşe ve sevginin de farkına varmaya başlıyorlar. Pek çok hormon değişikliğinin […]
Onaylanma İhtiyacı
Önceleri başkalarının beni takdir etmesi için bir kedi misali gözlerinin içine bakardım. Beni takdir et, beni onayla diyemezdim ama iki dudağının arasından çıkacak iyi birkaç sözü hevesle beklerdim. Eğer dileğim gerçekleşirse önce kendimi göklere çıkarır sonra hiçbir şey olmamışçasına zaten basit bir işti bu kadar da büyütmeye gerek yok diyerek tüm yapılanları ve çabaları değersizleştirip görünmez hale getirirdim. Bir o kadar tatminsiz, başarısız, değersiz hissettiğim işe yaramayan birçok anıyı da aklıma getirip kendime hakaretler yağdırırken; insanların tesellileri belki anlık iyi hissettirirdi ama genel durum tam bir yıpranmışlık olurdu. Geçenlerde son birkaç yılım gözlerimin önünden geçti. Şöyle bir durdum geriye baktım ve dedim ki, ya ben ne güzel işler başarmışım ve hâlâ başarmaya devam ediyorum. İşin en güzel yanı ise; aklıma gelenlerin hiçbiri çalıştığım meslek veya işyeri ile ilgili değil. Yakınlarıma anlatırken buldum kendimi ama bu sefer, yaptıklarımı değil kendimle duyduğum gururu ve hissettiklerimi anlatıyordum yani mutluluğumu paylaşıyorum. Artık ne düşündüler bilmiyorum ama ben fark ettim ki başkalarına olan onay bağımlılığımdan epey uzaklaşmışım. Kendi iyi yanlarımı, çabalarımı görüyorum, başarılarımın farkındayım, takdir ediyorum ve hatta kendime ödül bile alıyorum bu duyguyu hatırlamak için. En güzeli de bunları hissetmek ya da fark etmek için bir başkasına ihtiyacım yok. Ünlü oyuncu Sally Field’ın dediği […]
Çürük Dala Tutunmak
Eskiden otomobiller yerine atlar ve atlı arabalar vardı. Taşlık bir yoldan geçerken, atın tırnakları kayar dengesini sağlamakta zorlanırdı. Kaymayan, ufacık bir yer, tırnağını geçirecek bir toprak parçası bulduğunda o an için dengesini sağlar ve “buldum!” dercesine kişnerdi. Şimdilerde de, altyapısı yeterince sağlam olmayan kişiler, ezberleri ile örtüşen bir “bilgi”ye rastladıklarında, ona sıkı sıkıya tutunuyorlar. Tutundukları yerin, sandıkları kadar sağlam olmadığının farkında değiller. Toprak sanıp tırnaklarını geçirdikleri şeyin balçık olduğunun farkında değiller. Tırnaklarınız, çok kısa bir süre tutarmış gibi olur ama yavaş yavaş kayar ve balçık size fark ettirmeden ayaklarınızdan tutup sizi aşağıya, içine doğru çeker. Sizi içine doğru çeken bu bataklık; “her duyduğu hakkında ucundan bilgi sahibi olduğu şeyi bildiğini zannetme” bataklığıdır. Zira bir şeyi gerçekten bilmek, bildiğini bir başkasına etraflıca anlatabilmeyi gerektirir. Örneğin kişi, yıllardır yağın zararlarını dinlemiş. Kolesterolü hep yüksek çıkmasına rağmen, yağlı yemekten geri duramamış, tansiyon hapları ile yaşamı geçiştirirken, bir diplomalı sağlıkçı çıkıyor ve “Kolesterol hücrenin temel yapı taşıdır, zararsızdır” türünden şeyler söyleyerek imdadına yetişiyor. Kişi tırnağının tutacağı bir yer buldu ya; ‘Eureka!’ diyen Archimedes misali seviniyor, ama bu sevinci pek uzun sürmüyor. Yağlı yemeye hatta belki özellikle yağ yemeye devam ettiği için tansiyonu bir türlü düşmüyor. Tansiyon ilaçlarına devam. Tam kafası karışmışken, aynı diplomalı sağlıkçı […]
Şefkat
Elime Nil Gün’ün “Küçük Şifa Kitabı” ilk defa geçtiğinde; tüm hastalıkların duygusal travmalardan kaynaklandığı gerçeğini yadsımak için elimden geleni yapıyordum. Sol beynini daha etkin kullanan bir insan olarak aksini kanıtlamak adına bugüne kadar başıma gelen bütün hastalıkların bir listesini ilk tespit edildiği zamanı içerecek şekilde hazırladım. Her birinin yanına kitapta okuduğum duygusal travma karşılıklarını da yazdığımda gördüklerime inanamadım. Listenin sol tarafından hastalık çeşitliliğine göre sağ taraf neredeyse aynı idi. “Öfke, kendini ve başkalarını suçlama”. Kitabı tekrar kontrol ettim ki her hastalığa aynı şeyi mi yazmışlar diye. Ne yazık ki türlü türlü hastalığın türlü türlü sebebi var. Ama benim başıma gelenler sadece kronik durumu gösteriyor. Gerçeği kabul etmenin ve pes etmenin vaktinin geldiğini anladım. Bu şok ve kabullenişle; öfke duygusunun sebebi olan herkesi (buna kendim de dahil) suçlarken buldum kendimi… Ne kadar tanıdık ve aşina bir yaklaşım, değil mi? Sonra bir de henüz başıma gelmemiş ancak öfke ve suçlama nedeniyle oluşabilecek diğer hastalıklara baktım ki acaba kurduğum temeller geleceğimi nasıl şekillendirebilir diye. Söyleyerek dillendirmek istemediğim, aile büyüklerimizde mevcut ve sağlam acı çektirebilecek bir sürü hastalığın sırasını beklediğini gördüm. Bu gerçekle yüzleştikten sonra 2 seçenek vardı: Ya beni acılarımla bırakın melankolik dramı ya da öfke ve suçlama alışkanlığımdan özgürleşmek. Tabii zor, çetrefilli […]
Taşımak Neden Önemlidir?
“Hiçbir tür yüzyıl gibi bir sürede, zaman sınavını geçmiş anne-bebek ilişkisini, hiçbir sonuca yol açmadan değiştiremez. Kısa vadede azalan temas bebeklerin olması gerektiğinden daha az huzurlu, annelerin de daha sıkıntılı olmasına yol açıyor. Uzun vadeli sonuçları kolayca saptamak çok mümkün olmasa da, yalnızlık politikamız, yakınlık kurmada çektiğimiz zorluklar, vücutlarımızla sıkıntılı ilişkilerimiz büyük olasılıkla en başından itibaren anne bebek kopukluğunu ve yakın insani temasların azalmasını destekleyen kültürümüzle ilgilidir; en şefkatli ebeveyn-bebek ilişkilerinde bile yakın temas bebeğin bir gününün çoğu zaman çok küçük bir dilimine karşılık gelmektedir.” Sharon Heller, Vital Touch Neden bebeklerimizi taşımak önemli? Teknolojinin her zorluğa çözüm bulduğu, mühendislik sayesinde her şeyin olabildiğince kolay ve basit hale getirildiği modern ve hızlı dünyamızda bebeklerimizi taşımak gerçekten o kadar önemli olabilir mi? Batı kültürümüz yenilikleriyle, yer ve zaman kazandıran çözümleriyle, organizasyon becerisi ve üretkenliğiyle gurur duyuyor. Bebek ve çocuk ürünlerine adanmış başlı başına bir sanayi var: Amacı küçük yavrularımızı güvende tutmak, taşınmalarını kolaylaştırmak, öğrenmelerini hızlandırmak ve meşgul etmek. Medya ve içinde yaşadığımız kültür, ebeveynler olarak bebeklerin erkenden kendine yetecek hale gelmesini ve anne babadan hızlı bir şekilde ayrılmasını hedeflememiz gerektiğini düşünmeye sevk ediyor. Bu bağlamda çocuklarımızı taşımak ve bebek giyme uygulaması son derece önemlidir. Aslında içinde yaşadığımız Batılı toplum ve kültürümüzdeki değişimlerin […]
Duygu Bilimci Virgo
Adım Virgo. Dünyaya en yakın yıldız olan Proxima Centauri’ye bağlı küçük bir gezegenden geliyorum. Bugün yıldızımın ışığı olarak görebildiğim yansıma, dört yıl önceye ait. Jülyen takvimiyle yüz yirmi yıl önce, Homo Sapiens’i evrendeki her canlıdan farklı ve özgün kılan özelliği olan duygularını bir “duygu bilimci” olarak incelemek üzere Evren Konsey’i tarafından Dünya’ya gönderildim. İnsan dışında duygu çeşitliliği bu denli fazla bir canlı evrende yok. Benim gezegenimde de ne yazık ki hiçbir canlı duygu hissetmiyor. Yakında gezegenime döneceğim bildirildi. Son görevim türün kendini Robot’a çevirmesi konusunda bir rapor hazırlamak olacak. Gerçekten çok üzgünüm. Üzgün oluşumun ilk nedeni İnsan’ın kendisini nasıl tükettiğini görmek, diğer sebep ise artık benim de duyguları hissediyor olmam. Zaten bu yüzden “üzgünüm” diyebiliyorum. Bu gezegene gelene kadar duygu diye bir kavramdan sadece haberdardım. Şimdi ise ne demek olduğunu anlayabiliyorum. Onlarla iç içeyken pek çok şey öğrendim: aşkı, korkuyu, hazzı, nefreti, hüznü, coşkuyu, merakı… Ben hissedebilmek için bu kadar çabalarken, onların duyguları yok etmeye çabalamasını anlamak benim için imkansız. Kullandıkları en yaygın, yasal ve teşvik edilen yöntemlerden biri antidepresan kullanımı. Olumsuz denen bazı duyguları hissetmemek için icat etmişler. Oysa antidepresanlar duyguları bastırırken olumlu ya da olumsuz ayırt etmiyor. Öfkeyi, kızgınlığı, depresyonu hissetmeyi engelliyor ama aşkı, huzuru, coşkuyu da insandan […]
Bu Ne Kadar Benim İstediğim Hayat?
Üniversite sınavına girerken, hele bir puan gelsin de ona göre tercihlere bakacağım, düşüncesinden sonra gelen puana göre okul ve bölüm tercihi yapan öğrencilerin, üniversite hayatları boyunca, okul bitsin de bakarız, işi o zaman düşünürüz, yaklaşımı ve bunu destekleyen sınav sistemi her yıl on binlerce amaçsız gencin topluma “kazandırılmasında” önemli rol oynuyor. Üzücü olan ise bu durum ile iş arama sürecinde yüzleşmeleri ancak ne yapacaklarını bilmemeleri nedeniyle rüzgâra daha fazla kapılmaları ve başarısızlıklarla dolu kayıp yıllar… Tabii ki her öğrenci için durum aynı değildir ancak ben gösterdiğim örneğe aşina olan arkadaşlarıma seslenmek istiyorum. Fizikten nefret ederken puanın yetti diye mühendislik yazmanı senden kim istedi? Peki, neden hayır demedin? Sevmediğin bu fizik nedeniyle kaç dersten kaldın? Hayatın boyunca bu mesleği yaparken fizikten ne kadar kaçabileceksin? Elde ettiğin seni mutlu edecek mi? Puanın yetti diye öğretmenlik seçmeni senden kim istedi? Yoksa puanın ancak öğretmenliğe yettiği için okumak durumunda mı kaldın? Peki, çocuklarla ilgilenmeyi seviyor musun? Yoksa bu sürekli bağırıp çağıran, ağlayan, gürültücü, tutarsız yaramazlar seni tüketiyor mu? Kaç yıl onlara katlanabilirsin? Ne kadar verimli olabilirsin? Kendi hayatına ne kattın? O çocukların hayatına ne katabilirsin? Başarılı bir sınav geçirdin ve puanın çok iyi geldi. Baban tıp oku diyor sen elektronik mühendisliği istiyorsun. Hadi babanın […]
Altını Değerli Kılan Kim? Altın Olmasa Hayatında Ne Eksilir?
Altını 21. Yüzyılın kürkü olarak ayıplar dünyasına sokmaya ne dersin? Çocukluğumda altın dişli erkekler, kadınlar görürdüm. Bazılarının altın dolgu yaptırdığını bazılarının da sağlam dişlerini söktürüp yerine altın diş yaptırdıklarını duyardım. Altın zenginliğin ve gösterişin sembollerinden biriydi, hâlâ da öyle. Parmağında yüzükler, kolunda bilezikler… Kendimi bildim bileli değerli takılar bana çekici gelmemiştir. Ama bir arkadaşımın bebeği olduğunda, düğünde, doğum günlerinde yerine göre çeyrek altın, yarım altın, tam altın ya da altın takı hediye etmişliğim olmuştur. Bundan böyle asla! Bu hediyelerimin Doğa’ya verdiği zararı bugüne kadar hiç sorgulamamıştım. Kazdağı katliamı, bu davranışımı sorgulamama yol açtı. Tıpkı 70’li yıllarda bilinçsizce kürk giydiğim gibi. Kürkün nereden geldiğini ve nasıl elde edildiğini sorgulamak aklıma bile gelmemişti o yıllarda. Kanlı elmasların da nereden geldiğini sorgulamıyordu kimseler o yıllarda. Farkındalık yoktu. Bugün kürk giymeyi ve elmas takı takmayı kendi adıma mümkünü olmayan utanç verici bir davranış olarak algılıyorum. Bana ayıp geliyor. Bundan böyle altın almak ve altın takı kullanmak da ayıplarım arasına girdi. Artık talebimle arzı kışkırtanlardan olmak istemiyorum. Çünkü Kazdağları’nda yapılan katliamda dünya vatandaşı olarak benim de sorumluluğum olduğunu düşünüyorum. Altın takı alan, altın hediye alan, altına yatırım yapan herkesin sorumluluğu var. Satın aldığın her şeye onay vermiş oluyorsun. Eğer hiç kimse altın takı almasaydı, altın […]
Sütten Daha Fazlası: Biyolojik Gerçekler
Bebek beslenmesi üzerine yapılan tartışmalar temelden hatalı; çünkü bu tartışmalar emzirmenin bebeğin büyümesi ve gelişimi için besin vermekten ibaret olduğu varsayımına dayanıyor. Bu bağlamda aynı ya da benzer besin değerlerini taşıyan başka gıdalar varken emzirmenin neden önemli olduğu sorulabilir. Emzirmenin “faydalarını” sıralamanın ötesine geçip bebek beslenmesini nadiren derinlemesine ele alsak da, aslında emzirmeyle ilgili bilinmesi gereken çok fazla gerçek var. Öğrenilmiş emme/İçgüdüsel emme Emzirmek, bebekler için biyolojik bir normdur. Yeni doğanları çoğu zaman güçsüz ve yardıma muhtaç olarak görsek de, sağlıklı bir bebek anestetik ilaç etkisi altında olmadığı sürece kendisini besleyebilmek için gerekli reflekslerle donatılmıştır. Annenin karın bölgesine yerleştirildiğinde yeni doğan genellikle “memeye emeklemek” adı verilen refleksle yavaş yavaş memeye doğru hareket eder; koku, görme, tatma ve dokunma duyularını kullanarak meme ucunun yerini belirler ve memeyi kavrayarak emmeye başlar. Doğumdaki müdahalelerle çoğu zaman engellenebilen memeye emekleme doğal bir davranıştır. Emmeyi de kapsayan bu içgüdüsel reflekslerin kaynağı merkezi sinir sistemidir ve bebek büyüdükçe bu reflekslerin bazıları kaybolur, bazıları da benimsenir. Emme içgüdüsü, bebeğin içgüdüsel olarak dudaklarının ya da ağız tavanının değdiği her şeyi emmesi anlamına gelir; bu da bebeğin başarılı bir biçimde beslenmesini kolaylaştırmaya yardımcı olur. Ancak bu refleks –bebeklerinin giysi yakalarını, yanaklarını ya da burunları emdiğini fark eden birçok ebeveynin […]
Güvenmek Eski Hortlakları Hortlatabilir
Güvenmek bize bilinçsiz korkularımızı ve geçmişte birine güvenip de kandırıldığımız, elden düşme anılarımızı anımsatabilir. Yediğimiz kazıklar ve uğradığımız ihanetler yüzünden güvenmeyi ve başkaları tarafından incitilmeyi birbiriyle bağdaştırırız. Şu anda hissettiğimiz bilinçli güven geçmişin bilinçsiz bağdaştırmalarını da beraberinde getirir. Üstelik şimdi bunları gerçek gibi hissederiz. Bu, özellikle de birine yeni âşık olduğumuzda, sahip olabileceğimiz oldukça önemli bir psikolojik bilgidir. Niçin kaygılandığımızı merak ederiz. Bu basit bir etki ve tepki durumu olabilir. Güvenmek, bunun geçmişte nasıl da acı çekmemize sebep olduğuyla ilgili hatıralarımızı tetikleyen etkidir. Yeni deneyim eski örüntüyü anımsatır. Güvenimizin hiçe sayıldığı geçmiş deneyimler bizde travma sonrası izler bırakır. Şu anda bize köstek olan güven deneyimimizden ziyade ona verdiğimiz donup kalma tepkisidir. Zaman durur ve geçmiş şimdiyi sekteye uğratır. Travma terapisi, yaşamımızın başında maruz kaldığımız istismardan kaynaklanan stres tepkimizin üstesinden gelmek için bedenimizin nasıl bir kaynak olabileceğini gösteriyor. Bunu, yaşamış olduğumuz gerçekleri küçümseyerek değil, onlarla kurduğumuz ilişkiyi yeniden şekillendirerek gerçekleştiririz. Hayat öykümüzü yeni baştan yazamayız ama beynimizi yeniden yapılandırabiliriz. Bunu bütün anılarımızı güvenme yeteneğimizi hasara uğratabilen duygusal yükten arındırıp bozulmamış hale getirerek gerçekleştirebiliriz ancak. Bu gibi hasarlar yetişkinler arasındaki ilişkilerde yakınlık, bağlanma ve özellikle de güvenme korkusu olarak gösterir kendini. Travma üzerine eğilen terapi anlatımlarımızı bütünlememize yardımcı olabilir, böylece artık bu […]
Affetmek
Toplumumuzda şöyle bir inanç var: “Affetmek Allah’a mahsustur.” Hâlbuki affetmemek, kin gütmek, nefret etmek insanı yoran, gün gün bitiren, varlığından ve kendinden alan duygular. Affetmemek insanın önce kendini sonra başkalarını cezalandırması. Ama en büyük cezayı kendimize kesiyoruz. Kinin, nefretin, öfkenin içimizi ilmik ilmik işlemesine, bir süre sonra da hayatımızı ele geçirmesine izin vermiş oluyoruz. O istemediğimiz insanların yaşamımıza hükmettiğinin bile farkında olmuyoruz. Varsa yoksa bize acı çektirenler, yanlış yapanlar, hayatımıza huzursuzluk getirenler… Hâlbuki bu hayatı böyle yaşama kararını kendimiz vermişiz. Huzursuzluğu hayatımıza sokan biziz. Farkında olmadan kendi hayatımızı eksiltmişiz. Yaşamımızda ne kadar kin duyduğumuz, öfke beslediğimiz, kızdığımız insan varsa ve bu insanları ne kadar sık hatırlıyorsak, onları hayatımızın merkezine yerleştirmiş, en önemli konularımız yapmışız. Çünkü bizi çok yaralamışlardır. Belki onları her gün görmek zorunda da olabiliriz. Bu bize daha da acı verir ve öfkemizi besleyicidir. Konuşmayı seviyorsak ve biraz da agresif yapıdaysak, sohbetlerimizin baş mimarı, tartışmaların kaynağı olurlar sayemizde. Duygularımızı bastırıyorsak, konuşmaz kendi içimizi kanatır, yaralarız. İçinde öfkesini, kızgınlığını canlı tutan insanın hem kendini hem de başkalarını sevmesi güçtür. Kendini ve çevresindekileri sevgiden yoksun bırakabilir. İçimizde beslediğimiz öfke bedenimizde dolanır durur. Hayatımızı yeşillendiren, renklendiren, sevgiye yer açan affetmeyi seçebiliriz. Onları affederek yaşadığımız yıkıcı olayların etkisinden çıkabiliriz. Yaşamımızda daha çok sevgiye […]
Aklımızı Kullanıp Öfkeden Faydalanmak
Spiritüel baypas kozmolojisinde öfke ağır bir yüktür, negatif bir yüktür, sevgiyle aydınlık içinde yaşamaktan çok ama çok uzaktır. Spiritüel olarak ileri seviyeye ulaşmış kişilerin ifade etmeyeceği veya açığa çıkarmayacağı bir şeydir. Açık açık öfkelenmek spiritüel olarak yanlış bir şey olarak değerlendiriliyor birçok çevrede. Hatta bazılarında öfke bir engel veya saflığı bozan şey olarak görülüyor (pek çok Budist öğretilerinde böyledir mesela). Bu görüşe göre öfke saldırganlıktan, düşmanca bir tepkiden başka bir şey değil; daha “iyi” bir hale mesela şefkate, merhamete dönüştürülmesi gerekir. Ama aslında öfke ve merhamet bir arada var olurlar; öfke katılmış merhamet zıtlıkların birleşimi değildir. Meditasyon yapan pek çok kişi öfke dahil “hastalıklı” durumlarının bir hal çaresine bakmak için çaba harcıyor. Ama bu durumların üstünü örttüklerinin, bu durumlarını karanlığa gömdüklerinin farkında değiller. Bastırılan duygular, biz spiritüel olduk diye yok olmaz! Doğrusunu isterseniz, daha da kötü bir hal alırlar. Bastırılan öfke hâlâ oradadır ve ne kadar mülayim bakarsak bakalım, su yüzüne çıkacaktır. Öfkelerini ifade ederken aşırıya kaçanları en yumuşak, en nazik tavrımızla yargılamak da öfkenin açığa çıkmış halidir. Bu yargılama çok yumuşak bir şekilde, kibarca veya mantıklı bir şekilde dile getirilebilir gerçeği yargılayışımızı daha az eleştirel ya da daha az utandırıcı bir şey yapmaz. Nasıl ifade edersek edelim sonuçta karşımızdakini […]
Sen Kendine Bak!
Son zamanlarda aldığım bireysel gelişim eğitimleri sayesinde birçok yol ve yöntem keşfetmiş olmama ve bunların birçoğunu uygulamama rağmen bana yapılan bir eleştiri sonrasında duygularımı ve kişisine göre verdiğim tepkilerimi kontrol etmekte hâlâ zorlandığımı fark ettim. Her ne kadar çoğunlukla ağzımdan “teşekkür ederim” çıksa da; “bunu bana söylerken acaba kendisi uyguluyor mu?” diye sormadan sessiz kalma çabası gerçekten çok yorucu. Peki, sırf eleştiri almamak adına verdiğim çabaya ne demeli? Yoğun bir hazırlık süreci, didik didik düşünceler, konuşmadan önce bütün kelimelerimi seçmiş olma ve her şeyin kitabına uygun, planlı yapılması… Tüm bunların benden alıp götürdüğü ise; girişimcilik ruhumun zedelenmesi, stres kaynaklı rahatsızlıklar, sürekli gergin olarak önce kendime ve sonra etrafıma negatif enerji yayıyor olmam ve en önemlisi tüm bu uğraşlarla zamanımı kalitesiz kullanmam… Kimin hangi eleştirisini engelleyebilirsin? Binlerce görüş, binlerce düşünce ve deneyim. Ayrıca bu eleştiri yapacak insanlar her yerde ve herkes olabilir. Hangi birine hazırlık yapabilirsin? Tabii ki tüm bu çabaların sonunda yapılan bir eleştiriye gösterdiğim az da olsa (!) bir kibirle “sen kendine bak!” görüşü bence gayet beklenen düzeyde. Ben ki neleri düşünerek hazırlık yapmışım sen hâlâ eksik var diyorsun! “Benim kusurlarımı yüzüme vuruyorsun”! Eleştiri ve bendeki etkileri üzerinde mücadele etmek istemiyorum artık. Bu nedenle geçmişten farklı olarak bu sefer […]
Tabuların Yaşamımıza Etkisi
Her birimiz gerçekten çok özel ve özgün insanlarız. Birçoğumuz varlığımızın en güzel yıllarını; belki de tabulardan, bize ait olmayan öğrenilmiş inançlardan dolayı azap içerisinde geçirdik ya da geçiriyoruz. Bu tabulardan dolayı, aile ve toplum baskısını üzerimizde hissediyor ve bir süre sonra bu katı kuralları kendi doğrularımız olarak kabul ediyoruz. Farkında olmadan kendi kendimizin en büyük düşmanı oluveriyoruz. Bilinçli bir şekilde kabul etmediğimiz tabuların baskısını her daim hissederek suçluluk ve utanç içerisinde yaşıyoruz; hayatımızı ne istediğimiz gibi yaşayabiliyor ne de tat alabiliyoruz. Kimi zaman bu inanç ve tabular, hayatımızın en güzel doyumunu verebilecek deneyimlerden tamamıyla mahrum kalmamıza dahi sebep olabiliyor. Kendi ceza hâkimimiz olup; bireyselliğimizden, özümüzden ya da özgürlüğümüzden bizi yoksun bırakabilecek türlü türlü cezaları kendimize veriyoruz. Çoğu zaman kendimize karşı çok acımasız olabiliyoruz. Bu öğrenilmiş inançların yeni inançlarla değiştirilmesi elzemdir. Sadece her birimizin değil, gelecek kuşakların yaşamını da olumlu yönde etkileyebilecek önemdedir. Neden zorunluluk olarak görüyorum? Çünkü bu öğrenilmiş katı inançların hepsi epigenetik yolla kazanılmış bilgilerdir ve gelecek nesillere aktarımı olur. Bu da şuan yaşayan her bir insanın çevresinden öğrendiği bilgilere, kendi taşıdıklarını da ekleyerek kendi çocuklarına aktaracağını kanıtlıyor. Yaşamımızı biz belirliyoruz. Taşıdığımız inançları yeni inançlarla değiştirdiğimizde, hem kendimize çizdiğimiz yaşam haritamızı, hem de gelecek nesillerin yaşamlarını bütünüyle değiştirebiliriz. Bu […]
Yeni Bir Alışkanlığı Kazanmanın Önündeki İki Engel
Bu iki engel; Parlak Obje Sendromu ile Battı Balık Yan Gider Sendromudur. Parlak Obje Sendromu Bir şeye başlamışken yarım bırakıp, daha ilginç olan yeni bir şeye mi başlıyorsun? Sürekli yeni projeler üretip, her seferinde heyecanlanıyor, sonra bu heyecan geçiyor ve yerini yeni bir projeye mi bırakıyor? Projeden projeye koşuyor, sıra uygulamaya, hayata geçirmeye gelince heyecanını yitiriyor musun? Kazanmaya çalıştığımız alışkanlıklarımızı sürdüremememizin bir nedeni de çoğu insanın “Parlak Obje Sendromu”ndan mustarip olmasıdır. Bir şeye ilgi duyuyor, belki iki hafta kadar uyguluyorsun. Ama sonra motivasyonunu yitiriyor ve daha yeni ve daha ilginç gelen bir şeye mi yöneliyorsun? O zaman sen de ‘Parlak Obje Sendromu’ hastalığından (!) mustaripsin. Uzmanlar her davranışın, her duygu durumunun, arkasına bir “sendrom” ya da “bozukluğu” sözcüğünü yapıştırmaya meraklılar. Böylece her durum bir hastalığa dönüşüyor ve tıbbileşiyor. Oysa ‘Parlak Obje Sendromu’ denilen şey, amaçlarını ertelemenin bir çeşidi. Sabırsızlığın, her şeyin kolayca olmasını istemenin bir başka dışa vurum hali. Bu davranış, bir çocuğun ya da bir evcil hayvanın parlak, ışıltılı, renkli bir objeyi uzaktan fark edip ona yönelmesi ama objeye ulaştığında ilgisini kaybetmesine benzediği için Parlak Obje Sendromu olarak adlandırılıyor. Parlaklık azaldıkça, objeye ilgi de azalıyor. Bu nedenle her sene birkaç yeni diyet ortaya çıkıyor, yeni egzersizler moda oluyor, her […]
3 Haziran 2019 İkizler Burcunda Yeni Ay
Bilmemek Ayıp Değil, Öğrenmemek Ayıp: 3 Haziran günü İkizler burcunda yeniay gerçekleşiyor. Yeniay haritasının yükseleni Başak burcu. Hem İkizler burcunun hem de Başak burcunun yönetici gezegeni ise retrolarıyla nam salmış olan Merkür! Bu da demek oluyor ki Mayıs ayının son günleri ve Haziran ayı boyunca Merkür konularını bolca yaşayacağız. O halde, bir ay boyunca gündemimizde olabilecek Merkür konuları nelermiş, bir bakalım: İletişim, haberleşme, eğitim, ticaret, ticaret yolları, köprüler, medya, öğrenciler, öğretmenler, yazarlar, kılavuzlar, seçim yapmak, karar vermek, hesaplama yapmak, düşünmek, analiz etmek, sahtecilik ve dolandırıcılık. Şimdi, daha önemli olan nokta ise bu konuları nasıl yaşayacağımız: • Eksik bilgiyle yola çıkmak yarı yolda bırakabilir • Yanlış hesaplar Bağdat’tan dönebilir • Yeni olana adım atmakta cesaret eksikliği olabilir • Yapılan seçimlerde kalıcılık ve istikrar olması için daha fazla çaba gerekebilir • Yeni eğitim fırsatları doğabilir • Yeni anlaşma ve sözleşmeler düzenlenebilir • Boş konuşanın ipliği pazara çıkabilir • Doğru bilinen yanlışlar açığa çıkabilir • İhtiyaç duyulan bilgi ve belgelere ulaşılabilir Kendimizi zihinsel olarak kuşatılmış hissetsek de düşüncelerimizi ifade etme ihtiyacımızın artacağı bir yeniay olacak. Elbette Merkür devredeyken ifade ve iletişim becerisinin her zamankinden daha da önemli olduğunu söylemek isterim. Sorun çözerken kullanılacak iletişim becerisi, sonrasında doğabilecek aksaklıkların da önüne geçecektir. Bilgi ve […]
Hangisi Daha Tanıdık
Her gün yürüdüğümüz, geçtiğimiz yollarda çevremizin ne kadar farkındayız? Ne kadarını görüyoruz, duyuyoruz? Her sabah yanından geçtiğim binalarda asılı duran pembe, mor ve yeşil renkli saksılardaki kırmızı sardunyaları, geç budanmış dut ağacının umut veren yeni filizlenmiş yaprakları, göknar ağacının patlattığı yeni sürgünleri, mor salkımların eşsiz güzel kokusu tatlı bir huzur veriyor. Ne kadar yaşadığımız cennet güzeli doğanın bilincindeyiz ve onunla bütünüz? Hep, şunu yapayım, bunu alayım ya da şuna sahip olayım derdi içindeyiz. Peki ya sonra elde ettiğimiz doyum ne kadar sürüyor? Bu hedeflere odaklandığımızda, anda günümüzü yaşayabiliyor, hakkını verebiliyor muyuz? Kaçımız kuşların melodisine kendini bırakıp, keyifle sokaklarda yürüyor ya da oturduğu yerde dinliyor ve o ahengi hissedebiliyor? Gözleriniz bağlanmış, kulaklarınız kapatılmış şekilde küçük bir odada bir süreliğine yaşadığınızı, inzivaya çekildiğinizi düşünün! Seslerden, görüntülerden, çevrenizde olup bitenlerden habersiz hayatınızı idame ettirdiğinizi hayal edin. Düşüncesi bile bana ürkütücü geliyor. Buna rağmen, çoğumuz böyle yaşıyoruz. Çevremizdeki güzelliklere kapalı bir hayat sürüyor ve kendimizi dünya güzelliklerinden –cennette yaşamaktan- yoksun bırakıyoruz. Şimdi bir anda görüyor ve duyuyor olduğunuzu, özgürce istediğiniz yere gidebildiğinizi hayal edin! Ne hissedersiniz ya da nasıl yaşamak istersiniz? Büyük şehirlerin kalabalığının içinde etrafımızda o kadar çok uyaran var ki, farkında olmadan zihnimiz her bir detayı kaydediyor. Ne kadar kaos varsa o […]
UYAN
Dünya’ya geldiğinde; etrafındaki tüm kadınlar ona buruk gözlerle bakıyordu. “Allah çirkin talihi versin.” “Allah iyilerle karşılaştırsın.” En hüzünlü söylenen ise; “Allah bahtını açık etsin”di. Tüm kadınların kendi bahtını sorguladığı o an… Ben çektim o çekmesin dediği o an… Toplumun örgün eğitim “düzeyi” zorunlu olarak önceki yıllara göre artmış olmasına rağmen; kültürel eğitim düzeyi maalesef gerilemekte olup, halen toplumsal inançlarımızla hayatımızı şekillendiriyor ve bunu fark etmiyoruz bile. Hele bir de kadın olarak bu toplumun bir parçası iseniz; neredeyse ölünceye kadar birileri kendi inançları doğrultusunda sizi yönetiyor. Kendi hayatınızdaki etkinliğinizi zaman içerisinde kaybediyor, edilgenliği normal kabul ediyorsunuz. Bu yazıyı buraya kadar okusam; “söylenenlerin benimle ilgisi yok” diyebilirim. Bakalım, belki de ilgisi yoktur… Şehirli, meslek sahibi, iki yabancı dil bilen, modern görünümlü bir kadının doğumundan orta yaşlarına kadar yaşamına bir ayna tutalım. Doğumu sırasında erkek olmadığını öğrenen anne babasının hayal kırıklığını içinde yıllarca hissedip; kendisine baktıkları ve hatta okuttukları için hayatı boyunca minnet duyması sonucu yaşlılıklarında tüm bakımlarını üstlenmesi kendi gelecek hedefinin bir parçası mı? Aynı istek erkek kardeşinde de var mı? Namusunu koruma güdüsüyle daha küçük yaşlardan itibaren oturma şekli, kıyafet tarzı, gülüşü, saçı, makyajı, eve giriş çıkış saati sınırlandırılmış olmasına rağmen başına gelen tüm kötülükler söz dinlememekten gelmiş ve hak etmiştir. […]
Gece Memeden Kesmek mi, Kesmemek mi?
Gece memeden kesmek bebeğin daha iyi uyumasını sağlar mı? Pek çok insan buna inanır. Davranış teorisine dayanarak uyku konusunda tavsiyelerde bulunanlar ebeveynlerin gece süt vererek “bebeği ödüllendirmemesi” gerektiğini öne sürmektedir. Bebeğin süt yüzünden uyandığını ima ederler. Bu saf ve dar bir bakış açısıdır. Daha evvel de gördüğümüz gibi, bebeklerin gece pek çok defa uyanması normaldir. Aslında, çoklu uyku döngüleri bunun tam tersini gerektirdiği için, “deliksiz uyumaları” mümkün değildir. Tıpkı yetişkinler gibi, bebeklerin de geceleri pek çok defa uyanması biyolojik bir olgudur. Burada asıl mesele, bebeğin ebeveyninin müdahalesi olmadan yeni bir uyku döngüsüne girip giremediğidir. Bebekler geceleri süt istedikleri için uyanmazlar, bir uyku döngüsünü tamamladıkları için uyanırlar. Bu döngünün sonunda daha uyanık hale geldikleri zaman acıktıklarını veya susadıklarını hissedebilir ve beslenmek için ağlayabilirler. Bu midelerinin küçük ve özellikle tek besin kaynaklarının süt olduğu ilk aylarda yaygındır. Bebekler büyüyüp bir yaşlarına yaklaştıkça beslenme ihtiyacı duymadan uyku döngüleri arasında geçiş yapmaları daha olası hale gelir. Gece beslemesi yüzünden bebeklerin uyandığı varsayımının saflığı, bebeklerin bazen uyku döngüleri arasında geçiş yapmak için neden ebeveynlerinin yardımına ihtiyaç duyduğunu gerçekten bilmediğimizde yatmaktadır. Ağlayarak ebeveynlerini çağıran bütün bebekler aç değildir. Aslında aç olanların oranı, bebeğin ilk yılının ikinci yarısında muhtemelen pek çok insanın düşündüğünden daha düşüktür. Gerçek şu […]
Gerçek Sorumluluk
Kalp, İç Sesler, Mesuliyet Spiritüel baypas genellikle çarpık bir sorumluluk duygusu olarak ortaya çıkar. Bu çarpık duyguyla hep kendi kendimizi yargılarız. Bu çarpık duygu hissettiklerimize, davranışlarımıza daha dengeli açık bir yaklaşım göstermemizi engeller. Bu durumda sorumluluk duygusunu suçluluk ile karıştırırız. Kendimizi ve başkalarını neredeyse göremeyecek hale geliriz. Kör edici spiritüellik gözlüğü gözümüzde hedefimiz haline getirdiğimiz kişiyi bile pek umursamayız. Sorumluluk bizi genişleterek, güçlü kılarken suçluluk bizi büzer, zayıflatır. Sorumluluk almak bizi güçlendirir, suçluluk ise içimizdeki yargıcı. Sorumluluk almak yakınlaşmayı arttırır; suçluluk ise yakınlaşmaya ket vurur, engeller. Suçlamakla meşgulken sevgiden, şefkatten, merhametten yoksunuzdur. Durumumuzu duygusal mahkeme salonunda daracık odalarda karanlığa mahkûm ederiz. Kendimizi suçluyorsak şüpheli davranışımız üzerine yoğunlaşır, kendimizi suçluluk ile şişler sıkıca üstümüzü örteriz. Kendimizi büzer, karanlıkta tutarız. ister başkasına ister kendimize yönelik olsun suçlamanın yüreği yoktur, ne kadar spiritüel bir şekilde dile getirilirse getirilsin. Suçluluk duygumuz öyle gelişir ki kendi elimizle kendi ellerimize ahlak zabıtalarının kelepçesini takarız. O zaman da suçluluk ile kınama vicdan maskesi takarak nöbetleşe görev yapar. Kendi kendimizin gerçek sorumluluğunu anlamak hiç de kolay bir şey değildir. Gerçek sorumluluk yürek ister ama aşırı duygusallıkla pelteleşmiş, mazeret üreten bir yürek değil. Diyelim ki sizi kırdım, incittim. Bu durumda üzerime düşen görev kendimi cezalandırmadan, paspas yapmadan veya kendimi […]
Hayat Sana Teşekkür Ediyorum
“Sahip olduklarına şükretmeyi bilmeyenin, kaybettiklerine isyan etme hakkı yoktur.” Mevlana Bugün bir kez daha insan evladının ne kadar vefasız olabileceğini kendimde gördüm. Aslında kendime doğrudan bu etiketi yapıştırarak haksızlık etmek istemiyorum ancak hayatımdan sahip olduklarımın değerini daha fazla düşünmeye ihtiyacım olduğunu görüyorum. Dünyadaki nüfusun yaklaşık üçte biri yoksulluk içinde yaşamını sürdürüyor. Sadece çatışmalar ve felaketler nedeniyle 2017 yılında uluslararası yardıma ihtiyaç duyan insanların sayısı 200 milyonu geçti. Milyonlarca insan çeşitli sağlık sorunlarıyla yaşamlarını sürdürürken, ben bir kez daha ne kadar şanslı olduğumu görüyorum. Nefes alabiliyorum hem de derin kocaman nefesler… Adım atabiliyorum hem de saatlerce, yoruluncaya kadar… Görebiliyorum hem de çok uzaklardaki dağların zirvelerindeki erimemiş karları veya bir yeşil şişenin üstündeki 4 farklı yeşili… Kızımın neşeli sesini duyabiliyorum; tozlu, çocuk kokan kafasını koklayabiliyorum, öpebiliyorum. Yazları çadırda ihtiyaçtan değil keyfimden kalıyorum, keyfime göre yaşıyorum. İhtiyaçlarımı karşılayabilecek ve hatta biraz da şımarıklık yapabilecek kazanca sahibim. O kadar sağlıklıyım ki nezle olduğumda dünyanın en büyük hastalığını geçirdiğimi zannedebiliyorum. Yaşamımı ve yaşadıklarımı idrak edebiliyorum! Dans etmek, şarkı söylemek, yazı yazmak, resim yapmak konusunda yetenekliyim. Çabuk öğreniyorum, öğrendiklerimi uzun bir süre unutmayacak kadar kuvvetli bir hafızaya sahibim ve hayatıma geçirebilecek kadar kararlı ve iradeliyim. Ve tüm bu saydıklarımı her şeye rağmen yaşayabileceğim özgür bir ülkenin […]
Kişi misin? Birey misin?
Öncelikle kısaca “kişi” ve “birey” farkına değinmek istiyorum. Dünyamızda bugün sekiz milyar kişi yaşıyor. Peki, kaç birey yaşıyor acaba? Bu sekiz milyar kişinin kaçı birey olabilmiştir? Ne yazık ki sadece yüzde 2’si… Bu nedenle “kişisel gelişim” ve “bireysel gelişim” birbirinden farklıdır. Kişisel gelişim, karşımıza çıkan zorluklarla baş edebilme yetisini geliştirmekle yani “yapmak”la ilgilidir. Bireysel gelişim ise hem karşımıza çıkan zorluklarla baş edebilme yetisini geliştirmek, hem de olumlu özellikleri bünyesine katmakla, yani “hem yapmak hem olmak’la” ilgilidir. Her birimizin kodlarında yaşam yolculuğunu birey olarak sürdürmek gibi bir amaç vardır. Zihnimizde çok net olarak tanımlanmamış olsa da bilinçaltımızda güçlü bir istek olarak vardır birey olma arzusu. Bu arzu, doğamızda var olan bir olgu. istediğimiz zaman görünmez olabilmek, zihnimizden geçen şeylerin anında gerçeğe dönüşmesi, olağanüstü yeteneklere sahip olmak gibi çocukluk hayallerimizin içinde bile gizlenmiştir güçlü bir birey olma arzusu. Ama ne yazık ki çoğu insanın bu arzusu gerçeğe dönüşmeden sadece bir arzu olarak kalır ve yaşlılık dönemine kadar uzanır. Yani çoğu insan çocukluktan doğrudan yaşlılığa geçer. Yetişkin olamamış ama yaş almış ne çok yaşlı çocuk var şu dünyada. Birey Alışkanlıklarının Mimarıdır, Kişi Alışkanlıklarının Kurbanıdır Hiçbir şey yapmasak da belli bir fiziksel olgunluğa ulaştığımızda doğa bizi fiziksel boyutta yetişkin kılıyor. Her birimiz on sekiz […]
İSYAN
Hep bir ağızdan bağırış çağırış isyan ediyorlardı.Yeter artık, bıktık, şu saygısızlığa bak, nankör (!) Hücrelerinin birbirleriyle anlaşmazlıkları yoktu aslında, sorun Sevim’i ikna edememekti. İçlerinden biri çıktı ve bir konuşma yapmak istediğini söyledi. Diğerleri kabul etti ve sessizce dinlemeye başladılar: “Derdimiz şudur ki; yıllardır yaptığımız tüm uyumlu çalışmalar, emekler takdir görmüyor, üstelik çalışmalarımızı devam ettirebilmemiz için ihtiyacını duyduğumuz besinler uzun bir süredir sağlanamıyor. Yıllardır bitmeyen öfkesi ve olumsuz düşünceleri üzerimize kara bulut gibi çöktü. İhtiyaçlarımızla alakalı kaslara bilgi verdik. Ama Sevim’ in bu kaslarıyla daha önce hiç iletişime geçmediği ve onların uyarılarını tanımadığı bilgisini aldık. Beyne gerekli bilgilendirmeyi sürekli yapıyoruz ancak Sevim’ i bir türlü ikna edemediğini, artık bizimle ilgili konularda bütün iletişim kanallarının kapalı olduğunu söylemiş. Yani sesimizi artık duyuramıyoruz! Acil bir önlem almazsak; varlığımızı sürdüremeyeceğiz.” Herkes endişe içinde moralleri bozuk dinlemeyi sürdürüyordu. “Yine de her şey bitmiş değil ve hâlâ bir şansımız var” dedi konuşmacı. Diğer hücreler meraklandı ve “Anlat her şeye razıyız” dediler. “Beynin dikkatini üzerimize çekebilirsek, Sevim’i sert bir dille ikna edebilir diye düşünüyoruz. Ancak bu çetin bir savaş anlamına geliyor, bir kısmımızı kaybedebiliriz, bir kısmımız da dönüşüme uğrayabilir. Ancak savaş bittiğinde büyük bir kısmımız varlığını bir süre daha devam ettirecektir” dedi. “Peki, bu savaşa rağmen Sevim’i […]
Yükselen Burç Neyi İfade Eder ?
Astroloji denince ilk akla gelen güneş burcudur, yükselenler genelde ihmal edilir. Oysaki yükselen burç hayata bakışımızı, kendimizi dış dünyaya yansıtma şeklimizi gösterir. Bununla birlikte ilişkilerimizle ilgili de önemli ipuçları barındırır. Yükselen burcumuzu doğru analiz etmek nelerin gölge yön, nelerin aydınlık yön olduğunu tespit etmemizi sağlar. Şimdi bu bilgiler ışığında yükselen burçları genel olarak tanıyalım. Yükselen Koç: Hayatı savaş alanı olarak görür, mücadeleci ve rekabetçidir. Bilinçli olarak savaşacağı, mücadele edeceği alanlar seçmezse gölge yön agresif, yıkıcı olabilir. Yükselen Boğa: Hayatı güzelliklerin, güvenli alanın, huzurun, keyfin tesis edilmesi gereken yer olarak görür. Tüm bunları üretmek ve sürdürmek yükselen boğa için önemlidir. Ancak, mevcut durumu kıyasıya korumak, tembellik, değişimden korkmak gölge yönlerdir. Yükselen İkizler: Hayatı öğrenme, öğretme ve iletişim arenası olarak görür. Öğretmek için bilgiye, sağlıklı bir iletişim için ise dinleme ihtiyacı vardır. Bunlar karşılanmadığında alaycılık, sabırsızlık, anlamama ve anlaşılamama gibi gölge yönler ortaya çıkar. Yükselen Yengeç: Hayatı duygusal ihtiyaçların doyurulması gereken bir yer olarak görür. Bu yüzden de öncelikle kendi duygusal ihtiyaçlarını fark etmesi gerekir. Aksi durumda işkolik olmak, bağımlı ilişkiler geliştirmek gibi gölge yönler ortaya çıkabilir. Yükselen Aslan: Hayatı bir sahnedir ve artık yetenekleri gösterme zamanıdır. Sahnedeki insan alkış bekler ancak, alkış kaygısı ile hareket edilirse gölge yön devreye girer ve […]
Ben Bu Sorumluluğu Yanlış Anlamışım!
Hayatım boyunca ne kadar gelişkin bir sorumluluk duygum olduğu ile övünürdüm. Aileme karşı sorumluyum, sık sık arar hal hatır sorarım, haftada bir ziyaretlerine giderim. Çocuğuma karşı sorumluyum; ödevlerini, gelişimini takip ederim, uygun kurslar bulurum, okulunda veli toplantılarına katılırım, öğretmeninin kontak kişisi benimdir, bakıcısını koordine ederim, kılık kıyafet, her şeyi benden sorulur. Eşime, eşimin ailesine ve akrabalarına karşı sorumluyumdur; eşimi kendi ailesine ve akrabalarına ziyarete gitmemiz için teşvik ederim, onun arkadaşlarına karşı sorumluyum; sevmesem de kırılmasınlar diye mutlaka görüşürüm. Arkadaşlarıma, müdürlerime, çalışanlarıma, işyerinde kaptanı olduğum takıma karşı sorumluyum… derken liste uzayıp gidiyor. Hatta bir gün hiç unutmam, yaptığım işi tarif ederken şöyle ifade etmiştim: İşim beni çok yoruyor olsa da “sorumluluk alma ihtiyacımı” fazlasıyla karşılıyor. Ben bu işi bırakıp başka bir işe atılsam yine tüm sorumluluğu üzerime alıp en iyisini ve en olması gerektiği gibi yapacağım ve tabii çok yorulacağım. Bu birçok insanın yapamadığı övünülecek bir özellikti bana göre, ta ki kendimi tükenmişliğin ortasında buluncaya kadar… Sorumluluk almamalı mıyım? İnsanlar sorumluluklarını yerine getirmediğinde kim iyi bir ebeveyn, kim iyi bir eş, kim iyi bir yönetici olabilir ki? Ve ben sorumluluklarımı yerine getiremeyecek kadar güçsüz, kırılgan bir insan mıyım? Eğer bunları yapamıyorsam benim bu dünyada işim nedir? Bu soruların kafamı kurcaladığı dönemde […]
Kaygı (Anksiyete)
Besleyici davranışsal döngüler: Rahatlık arayışı Davranış sorunları çoğunlukla üzüldüğümüz zaman rahatlamak istediğimiz olgusuyla açıklanır –bu kadar basit. Rahatlama arayışında olmak her zaman kötü bir şey değildir ama bazen yaptıklarımız geri teper ve durumları daha da kötüleştirir. Sakınmak ve kaçmak Tehlikede olduğumuza inandığımız zaman doğal olarak verdiğimiz tepki ondan kaçmaktır. Eğer bu bizi gerçek tehlikeden uzaklaştırırsa kısa vadede rahatlatıcı ve faydalıdır fakat gerçekten tehlikeli olmayan durumlardan sakınmak ve kaçmak sadece korkumuzu besler, çünkü bizim baş edebileceğimizi öğrenmemizi engeller. Okula gitmekten korkan ve bu yüzden evde ders alan bir çocuk okulun güvenli bir yer olabileceğini hiçbir zaman öğrenemez; kapalı bir alanda olmakla başa çıkamayacağını öngördüğü için uçmaktan kaçınan bir adam nasıl baş edeceğini öğrenme şansını hiç bulamaz; otoyolda araba kullanmaktan sakınan bir kadın ana yollarda araba sürmek için gerekli beceriye sahip olduğunu hiçbir zaman öğrenemez… Herhalde konuyu anladınız. Sakınmak ve kaçmak çok açık veya gizli biçimde olabilir: Açık sakınma ve kaçma: Bunları görmek kolaydır. Korkutucu bir alışveriş merkezine asla gitmeyen veya sadece içeri girip hemen dışarı kaçan kişi gibi. Gizli sakınma: Bunu saptamak zordur, çünkü kişi korkularıyla yüzleşiyor gibi görünür ama bunu sadece bir “koltuk değneğinin” yardımıyla yapar, bu da onu nasıl baş edeceğini öğrenmekten alıkoyar. Mesela Steve alışveriş merkezlerini kullanır ama […]
Oto Pilot
Güne Başlarken; Sabah 06.20 saat çalsın, uyan. Sabah olduğunu anladığın an bir hayal kırıklığı kaplasın içini. Uflayarak yataktan kalk. Saatin sinir bozucu alarmını kapat. Offf oda buz gibi, hava hâlâ aydınlanmamış. Tuvalete gir, telefonunu aç… Mailler, facebook, Instagram. Saat 22.00 de tavuk gibi yatmışken sen, millet âlemlere akmış. Tuvalette oturduğun yerden izle onları, saat olmuş 06.35. Hemen kalk toparlan, dişini fırçala. Düşün düşün düşün bugün hangi toplantılarım vardı, ne giymeliyim? Saat 06.40 olmuş. 06:45’te çıkmam lazım, hadi hadi hadi nerde bu kazak; dışarıda kar, yağmur var mı? Hangi botları giysem, bu pantolona kırmızı spor montum uymuyor, uzun siyahı giyeyim, ay çantam kahverengi kaldı. Al çantanı çabuk içindekileri diğerine aktar, uff saat kaç? Eyvah (!) şimdi de telefonumu bulamıyorum? Saat kaç, saat kaç? Hah buldum tuvalette kalmış. Al çabuk şu telefonu saat 46 geçiyor. Giy botunu çık evden. Koş koş koş servise yetişmeliyim. Güm güm güm (!) (merdivenlerden gelen ses). Evin köşesini dön, ayyy servis çoktan gelmiş, beni bekliyor. Koş çabuk milleti bekletme. Servisin kapısı açılır ve ben binerim koşar adımlarla nefes nefese, huuuhhhhh! Taşikardimi düşürmeye çalışırken gözlerim kapanır. 45 dakika motor sesi, trafik ışıkları, fren-gaz mışıl mışıl rahat bir uyku çek bakalım şimdi. Sevimli Bir Gün; Servis yanaşır ana […]
Robo Sapiens
“Bir türün kendine bunu yapabildiğine inanamıyorum. Bir üste evrilemediği için yok olanları gördük. İklimle, doğayla, farklı yaşam biçimleriyle ya da zamanla başa çıkamayıp soyu tükenenleri. Ancak ilk kez bu tür üst yaşam formundan, alt bir forma üstelik kendi yarattığı teknolojiyle dönüşüyor. Çok ilginç”. Evrenin her köşesinden konsey üyeleri şaşkındı. Dünya adındaki minik ve güzel gezegeni binlerce yıldır inceliyorduk. Homo sapiens dışındaki tüm canlıların uyum ve hayranlık verici bir iş birliği içinde yaşadıkları; rengarenk, cıvıl cıvıl bir gökcismiydi Dünya. Homo sapiens, evrendeki neredeyse tüm Tür bilimcilerin hayretle izledikleri yaratıktı. 200.000 yıl önce sıradan, ilkel ve zayıf bir tür olmasına rağmen bir şekilde soyunu devam ettirmeyi başarmış; özellikle son 50.000 yılda geçirdiği hızlı evrimle kendini tüm dünyanın efendisi ilan etmişti. Saldırganlıkları, bencillikleri ve yayılmacılıkları bizi dehşete düşürse de onları aynı zamanda hayranlıkla izliyorduk. Olağanüstü yapılar inşa ettiler. Babil’in Asma Bahçeleri, piramitler, şehirler, tapınaklar, köprüler. Sabırla ve başlarda yeterli teknolojileri olmamasına rağmen şaşılacak mühendislik becerileri geliştirip, estetiği ve sanatı birleştirdiler. Öyle heykeller, resimler, eserler yaptılar ki; Dünya’ya gidip görebilmek için birbiriyle yarışıyordu Bilimciler. Asıl öyle bir şey vardı ki; evrende sadece bu ilkel tür yapabiliyordu: Müzik. Nasıl olur da o kadar üst tür yapamazken, Homo Sapiens müzik yapmayı başarabildi? Binlerce yıl araştırdık. Sadece […]
Üç Çeşit Biriktirici, Atmayı Beceremeyen İnsan Türü
Sekiz yılı aşkın bir süredir Danshari yöntemi hakkında seminerler düzenliyorum. Karşılaştığım bütün o atmayı beceremeyen –ve evleri tam bir çöplüğe dönmüş- insanlar sayesinde üç çeşit biriktirici belirledim. Elbette herkesin durumu farklı olduğundan bu herkes için geçerli olmamakla birlikte, çoğunuz bu kategorilerden birini kendinize uygun bulabilirisiniz. Kendinize objektif bir gözle bakın ve hangi kategoriye daha fazla eğiliminiz olduğunu görün. Gerçeklerden kaçma: Çok meşgulsünüz ve evde kalıp objeleri elemeye veya düzenlemeye vaktiniz yok. Eviniz en büyük tatminsizlik nedeniniz. Gerçekte çok meşgul olduğunuz için evde kalmıyor değilsiniz, aslında evde kalmak istemediğiniz için kendinize sürekli meşguliyet yaratıyorsunuz. Pek çok durumda asıl neden budur. Bu bir kısır döngüdür: evinizde ne kadar az zaman geçirirseniz eviniz o kadar dağınık olur ve eviniz ne kadar dağınıksa evinizde o kadar az vakit geçirmek istersiniz. Geçmişe çok fazla bağlı olma: Geçmişten gelen ve şu an hiçbir şekilde işinize yaramayan şeyleri biriktirme eğilimindesiniz. Gelecek kuşaklara bırakmak amacıyla eski fotoğraf albümlerini veya madalyaları saklıyorsunuz. Bu biriktiricilerin çoğu geçmişteki mutlu dönemlere takıntılarını gizlemeye çalışırlar. Gerçekle yüzleşmekte zorlanıyorsunuz. Bu kategorideki kişiler bazen gerçeklerden kaçma kategorisine de girebilirler. Gelecek kaygısı: Gelecekte olabilecek şeylere duyduğunuz kaygı yüzünden objelere yatırım yapıyorsunuz. Bu kategorideki kişilerin bir özelliği ölçüsüz miktarda günlük ihtiyaç maddeleri – örneğin kâğıt mendil gibi- […]
Kadın ve Erkek
Beyni çalışan kadını sevmeyen erkek aslında kadın sevmiyordur. Sıradan erkek, güzel kadını zeki kadına tercih eder. Çünkü görme yetisi zihin yetisinden daha gelişkindir. Zeki erkekse zeki kadından hoşlanır ve zeki kadını güzel bulur. Tarih boyunca teknolojiyi geliştiren erkek, uygarlığı geliştiren kadın olmuştur. Kadınların ezildiği, aşağılandığı toplumlar uygarlık açısından geri kalmaya mahkûm olmuştur. Uygar insan, bilinç seviyesi gelişkin insandır. Bilinçlendikçe İNSANLAŞIRIZ. Toplumların gelişkinlik seviyesi kadına verdiği değer ve saygıyla ölçülür. “Cinsiyet eşitliği olmaksızın insanlığın gerçek dönüşümü mümkün olamaz. Kadın ve erkek arasındaki ilişki, insan deneyimi için öylesine temel bir ilişkidir ki, erkek egemen anlayıştan eşit partner ilişkisine geçiş, insanlığın uyum ve dengeli bir yaşam kurma potansiyeli için temel yapıtaşını oluşturur. Cinsiyet eşitliği insanlığın evrimi için bir lüks değil, ön koşuldur.” Bu sözleri Geleceği Hatırlamak kitabımdan alıntıladım. Bu eşitlikle birlikte erkeğin kadın üzerinde kurduğu hâkimiyet, ezen/ezilen ilişkisine dayanan ilkel toplumsal düzen sona erer. Bu eşitlikle birlikte kadınlar erkek egemen dünyada erkek gibi davranarak, erkek kurallarıyla oynayarak bir konuma gelme ihtiyacı duymaz. Kadın olmanın gücünü ve hazzını özgürce ifade eden kadınların erkeklerle el ele yürüdüğü bir dünyada, insanlığın gerçek liderlik, yaratıcılık ve bilgelik potansiyeli ortaya çıkar. Günümüz dünyasında sosyo-kültürel boyutta geri kalmış toplumlar ile gelişkin toplumların kadın- erkek eşitliği seviyelerine bakın. Bir toplumun uygarlık seviyesini […]
Yaralı Şifacı Chiron
Chiron, on sekiz şubat günü balık burcundaki seyahatini tamamlayıp koç burcuna geçiş yaptı. Chiron’un 2027 yılına kadar sürecek bu koç burcu seyahatinin bizlere etkilerini anlamak için öncelikle bu “Yaralı Şifacı”yı bir tanıyalım. Mitolojide Chiron, zamanın tanrısı Satürn’ün peri Philyra ile gizli ilişkisinden doğan çocuğudur. Yarı at yarı insan görünümlü doğan Chiron, çirkin olduğu için annesi ve babası tarafından kabul görmez ve terk edilir. Bir gün müziğin, sanatın tanrısı Apollo Chiron’u bulur ve ona bir nevi üvey babalık yapar. Chiron’u her konuda eğitir ve artık Chiron Olimpos’da iyi bir hoca olarak nam salar. Bir gün yakını tarafından yanlışlıkla yaralanır. Bacağındaki bu yara için uzun süre şifa arar ama bulamaz. Bu dinmeyen acıdan kurtulmak için ölümsüzlükten vazgeçer ve bir fani olur. Bu mitolojik hikayeden de anlaşılacağı üzere Chiron, derinlerdeki yaramızı iyileştirmek için çıktığımız yolda nasıl bir şifacıya, uzmana dönüştüğümüzü anlatır. Chiron, koç burcu seyahatinde ise, özellikle 2011 yılından bu yana, sorunlarımıza çözüm aramak için çıktığımız yolda edindiklerimizle ışık tutma zamanının geldiğini söylüyor. Birey olmanın önündeki engellerin artık daha net görüleceğine, bu engelleri aşmak için danışmanlık hizmetlerinden daha fazla faydalanılabileceğine işaret ediyor. Her astrolojik göstergede olduğu gibi Chiron’un da hem aydınlık hem karanlık yönleri vardır. Birey olmanın önündeki engelleri aşmak, destek almak, toplumsal […]
Koşulsuz Sevgi
Lap lap, lap lap…Tuhaf hışırtılarla birlikte duyduğum ilk sesler. Henüz hiçbir şey görmediğim halde, karanlıkta olduğumuzu hissediyorum. Daha önce olmadığımın, varlığımın az önce başladığını bildiğim gibi. Yanımda kimse yok ama tek başıma değilim. O seslerin, sıcaklığın ve tüm hissettiklerimin aslında birlikte olduğumuz varlığa ait olduğunu biliyorum. Ondan farklıyım ama sanki o ve ben bir bütünün parçasıyız. İki ayrı bedende tek bir varlık… Şu anda uyuyor. Birazdan uyanacağını hissediyorum çünkü çişi geldi. Komik de bir rüya görüyor, kıkırdadı. Uyandığında ışığı, renkleri, her şeyi ilk defa onun gözleriyle görüyorum. Korkunç, zırlayan bir sesle sıçrayarak uyandığı için mutlu değil. Daha fazla uyumak istiyor ama kalkması gerek. Yanında bir adam yatıyor. Uyurken hep onu seyrediyor ve sevdiğini hissediyorum. Ben de adamı çok seviyorum. Ne çok duygu yaşıyor bütün gün. Hepsini ben de hissediyorum, öğreniyorum. O mutluyken ben de mutluyum, üzgünken ben de üzgün. Korku, öfke, endişe, huzur, aşk, coşku bunları tanıyorum artık. Yediğinin, içtiğinin tadı bile hep bende. Epeydir beraberiz onunla. Henüz zaman bilincim yok ama defalarca uyudu, uyandı ve defalarca karanlık oldu, aydınlık oldu. O, benim varlığımı ancak bugün öğrendi. Önce şaşırdı, galiba beklemiyormuş beni. Sonra oturdu, ağladı. Endişeli çünkü çocuk büyütmek çok zormuş. Çok üzgün. Beni istemiyor. Yanında yatan […]
Arka Bahçenizdeki Ambulans
Doğru şeyler için endişelen… Sorun aramaktan vazgeç… Neyi kontrol edebileceğini anla… Doktorunu dinle, komşunu değil…………Hiçbir şey yapmamaya razı ol. Sağlığımızı korumak konusuna takmış bir halde geldi Barnaby bir çarşamba sabahı toplantımıza. Malum mikrop olayı. İki küçük çocuğu var çünkü. Aile bireylerinden biri mikrobu alır sonra ötekine verir, o da diğerine; bu döngü böylece uzun süre devam eder. Anaokuluna giden çocukları olan anne babalar bunu çok iyi bilir. “Hasta olmaya zamanım yok!” dedi, yoğun insanların kaygısını yansıtıyordu. Hastalık (büyük, küçük) elimizde olmayan kötü bir talihsizlik olarak görünür. Kırk beş yaşında incecik bir kadınla tanıştığımı; maratonlar koşmuş, hiç sigara içmemiş kadına ileri evre akciğer kanseri teşhisi konduğunu anlattım Barnaby’e. fiok edici bir şeydi bu, aynı zamanda tesadüftü. Nasıl açıklanabilirdi ki bu? Evet, bunu açıklamanın bir yolu var muhakkak; araştırmacılar hastalığın temelinde yatan genetik, biyolojik faktörleri sürekli gün ışığına çıkarmaya devam ediyor. Ancak bilim bu konuya tamamıyla hâkim olana kadar biz de hastalığın rastgele vurmasından korkacağız galiba. Sigara içmeyen sağlıklı bir insan kanser mi oluyor? Kontrol edilemez görünen kötü şansı nasıl engelleyebilirsiniz? Hastalıkların bilinmeyen nedenlerine baktığımızda insanların havada uçuşan “tohumlardan” hastalandığını düşünen Romalı şair Lucretius’tan veya insan bedenindeki dört sıvının dengesizliğini sorumlu tutan Hipokrates’ten fazla öteye gidememişiz gibi görünüyor. Çinli eski doktorların bazıları […]
Özgüven mi? Kendine Güven mi?
İletişim becerileri özgüvenle doğrudan ilişkilidir ve özgüveni geliştirmenin en iyi yollarından biri iletişim becerilerini geliştirmektir. Kendi ihtiyaçlarınızı, duygularınızı, beklentilerinizi dürüstçe tanımlayabildiğiniz ölçüde; kendi iç dünyanızla gerçekten ilişkide olduğunuz ölçüde sağlıklı iletişim kurarsınız. Bununla birlikte sadece ne istediğinizi bilmeniz de yeterli değildir; ne istediğinizi başkalarına net bir şekilde anlatabilmeniz gerekir. İletişim becerilerimizi geliştirmenin yolu, tıpkı yaşam sanatını becerebilmek gibi kendimizi tanımaktan geçiyor. Kendimizi anladığımız ölçüde başkalarını anlayabiliriz ve kendimizi net bir biçimde anlatabiliriz. İletişim, sadece teknik değildir. Evet, iletişim adı altında teknik öğreten kitaplar ve eğitimler var ama iletişimin ruhu olmazsa, teknik tek başına bir işe yaramaz. Bu kitapta sizinle iletişimin ruhunu paylaşmaya çalışacağım. Çünkü iletişimi doğal ve etkili hale getiren, sıcak ve samimi kılan ruhtur. İletişimde anlayışı ve doğru anlaşılmayı sağlayan ruhtur. Ancak ruhunu anladığımızda iletişimde ustalaşabiliriz. Sadece anladığımız bir şeye anlam verebiliriz. Anlamadığımız bir şeyin boşluğunu ise anladığımız bir şeylerle doldurmaya çalışırız. Yanlış anlaşılmalar işte böyle ortaya çıkar. Sorunlarımız da. Özgüveni yüksek birinin konuşmasıyla, özgüveni düşük birinin konuşması arasındaki farkı hepimiz biliriz. Sesin tokluğunda bile büyük fark vardır. Özgüvenin yüksekliği, kişinin kendisini tanımasıyla; değerli ve yeterli görmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle başkalarıyla iletişimin temelinde kendimizle iletişim kurma becerisi yatar. Kendisini tanımayan kişinin başkasını tanıması ve anlaması ne kadar mümkün […]
Çiftlerde Yaşanan İlişki Sorunları
İletişim konusunda faydalı bir genel kural asla konuşan kişinin ne kastettiğini ondan daha iyi bildiğinizi varsaymamaktır ! Eğer şüphe duyarsanız açıklamasını isteyin. İyi sözel iletişim hepimizin bazen yetersiz kaldığı bir şeydir fakat bu insan etkileşiminin temelidir – onsuz çok kafa karıştıran bir dünyada yaşardık.Çiftlerin iletişim kurarken uygulamaları gereken birkaç basit kural vardır. İyi Sözel İletişimin Kuralları • Kısa ve öz konuşun. Bir cümlede çok şeyden ziyade az şey söylemek daha iyidir ve sonra eşinizin ortaya konulan husus hakkında yanıt verebilmesi için bir ara vermeniz gerekir. • Sık sık ara verin. Bu eşinize yanıt verme şansı verir. Monologlar iyi ilişki kurmaya katkıda bulunmaz. ‹yi iletişim genellikle yanıt olasılığına yer bırakır. • Olumlu olun. “Bana hep köstek oluyorsun” (olumsuz ve eleştirel) ifadesi ile alternatif “Her zaman benimle hemfikir olmasan da bana destek olmanı isterim” (bir yardım talebi) ifadesi arasında dünya kadar fark vardır. • Olumsuz bir şey söyleseniz de lafınızı her zaman olumlu bir ifadeyle bitirin. Bu söylenen olumlu bir şeyin ardından hemen eleştirel bir sözün geldiği “sonunda bir iğnelemeyle biten” konuşmalardan uzak durmayı gerektirir. Burada püf noktası bu “iğnelemeyle biten” sözü olumlu bir şekilde sonlanan bir ifadeye dönüştürmektir. Böylece “Şimdi çaba gösteriyorsun ama uzun zamandır çok huysuzdun” (iyi başlayıp iğnelemeyle son […]
Yanlışı Silmek
“Hep silgim, kalemimden önce tükendi” demiş, merhum Oğuz Atay, “kendi doğrularımı yazmak yerine, başkalarının yanlışlarını sildim”. Bu söz, dipten vurdu beni. Oğuz Atay’ı, üniversitede öğrencilik yıllarımda aldığım seçmeli “Bilimin İnsancıl Yönü” dersinde okuduğum ve efsane mühendis Prof. Dr. Mustafa İnan’ın hayatını anlattığı “Bir Bilim Adamının Romanı” kitabı ile tanımıştım. Keşke Oğuz Atay’ı daha çok okuyup, bu farkındalığı daha önce yaşasa idim. Çocuklarım da dâhil, yakın ilişkide olduğum insanların yanlışlarını silmek yerine, kendi doğrularımı anlatmaya ve onları motive etmeye odaklanırdım. En azından bundan sonra “keşke!” dememek için, bundan böyle kendi doğrularımı yazmayı ve yaşamayı seçiyorum. Yukarıdaki paragrafı kendi kişisel sayfamda yayınladım ve bir arkadaşım bunun üzerine; “Kim ne derse desin veya demesin her zaman doğrularımızı yaşamalıyız gibi geliyor bana da. Fakaaat, hep iç içe, yan yana olduğumuz güruhun yanlışlarını nasıl görmezden geleceğiz bunu bilemiyorum” diye bir soru sordu, bana. Ona verdiğim yanıt ise şöyle oldu: Görmezden gelmeyeceğiz, o geribildirime hazır olduğu zaman bildireceğiz, onun kendi hatasını sadece kendinin silmesine izin vereceğiz. Yazmak istediğimizi de yazacağız, o yazdığımızı ister okur, ister bakar geçer. Sözlük anlamıyla “sürü” ya da güruh, kendisine biçilen rolü yaşar ve de öyle düşünür. Yaşadığı şekilde düşünür yani. Düşünceleri, duygularını; duyguları, davranışlarını; davranışları alışkanlıklarını belirler. Bizi de en çok […]
Sanat İnsan Hayatında Ne İşe Yarıyor?
Bir tavus kuşunu neden hayranlıkla seyrederiz? Hele kuyruğunu tüm haşmetiyle açtığında? O rengârenk güzelliğin amacı erkek tavus kuşunun dişiyi kendine çekmek istemesi ve genlerini aktarma arzusu değil mi? Her türde canlının kendisini tür içindeki rakiplerine göre avantajlı kılabilmesi için bazı özelliklerini öne çıkarma çabası vardır. Peki biz Homo sapienslerde durum ne? Bizim tavus kuşları gibi parlak kuyruklarımız yok. Ama dişi insanda da erkek insanda da kendisine en uygun eşi, en kaliteli gen taşıyan partneri çekme arzusu güdülerinde vardır. Dünyanın her yerinde ve her çağdaki insan toplulukları kendi toplumlarında kültür ve sanat geliştirmiştir. Peki, neden? Sanatın, artistik yaratıcılığın insanın varoluşu için yararı ne? Sanat eserlerinin insan denen türün varlığını sürdürebilmesine katkısı var mı? “Beyindeki Fil” kitabının yazarı Kevin Simler’ e göre artistik ya da müzikal yeteneğimiz ve zekâmızı kullanma tarzımız tıpkı tavus kuşunun kuyruğu gibi potansiyel eşi kendimize çekebilmek için bize avantaj sağlayan bir boyutumuz olabilir. Kültür ve sanata olan sevgimiz sadece tür içi yarışmada kendimize üstünlük ağlamakla kalmıyor, zekâmızı da geliştiriyor olabilir. Kültür ve sanat yeteneklerimizi geliştirmemiz bizi tür içi rakiplerimize göre daha değerli ve çekici kılıyor olabilir. Nat Geo kanalında Deha: Picasso dizisini izlerken bunları sorgulamaktan kendimi alamadım. Üzerinde düşünülecek bir konu. Siz ne düşünüyorsunuz? Sevgiyle hoşça olun. Nil […]
Satürn’ün 2019 Mesajı
Hedef Koy! İnisiyatif Al! Ahlaklı Ol! Sorumluluk Al! Satürn, astrolojik açıdan en büyük “kötücül” gezegen olarak kabul edilir. Sınırlanma, kısıtlanma, engellenme, depresyon, yapılandırma, sorumluluk alma gibi deneyimlerin altında büyük ölçüde Satürn’ün parmağı vardır. Bu zorlanmaların hangi konularda yaşanacağını anlamak için Satürn’ün hangi burçta seyahat ettiğine bakmak lazım. Satürn 20 Aralık 2017 itibariyle Yay burcundaki 3 yıllık yolculuğunu bitirip yöneticisi olduğu Oğlak burcuna geçiş yapmıştı. Bu 3 yıllık Yay yolculuğu boyunca yaşattığı zorluklar ile “evrenle, insanlıkla ilgili yeni bilgiler edinmeyi” “sınırlayıcı zihinsel, psikolojik, kültürel tutumlardan özgürleşmeyi” öğretmeye çalıştı. Aslında bir nevi ezber bozdu! Oğlak burcunda başlayan seyahati ile de bizleri (özellikle 2015-2016-2017 yıllarında) yaşanan acı ve zorlukları damıtıp, kristalize edip, bu malzemelerle yeni bir gelecek inşa etmeye zorlayacak. Satürn 2018 boyunca hayatlarımızda kariyer, aile, prestij konularında seçim yapmaya zorladı. 2019’’da bu baskısı daha da artacak gibi görünüyor. Büyük zamanın yöneticisi Satürn, toplumsal bir burç olan Oğlak’ta ilerlerken bütüne, insanlığa katkı sağlayacak hedefler koymak gerektiğinin de altını çiziyor. Özetle Satürn, tüm kısıtlamalara rağmen 2019’da gelinen noktanın ve duyguların sorumluluğunu almayı; hem kişisel hem de bütüne katkı sağlayan hedefler koymayı; hedefe, sabırla etik yollarla ilerlemeyi; gerektiğinde inisiyatif alabilmeyi zorlayarak da olsa öğretmeye çalışacak! Bu bağlamlarda esnek olan, sorumluluk alan daha az zorlanacaktır. Işık […]
Yeni Yıl Tebessümü
Yeni yıla gülerek girmek iyidir. Gülmeniz için eski bir yazımı güncelleyerek paylaşıyorum. İşte kararlarını uygulamaya geçiremeyen birinin geçmiş kararlarını değerlendirmesi ve bu kez kesinlikle uygulayabileceği yeni yıl kararları: GEÇMİŞ KARARLARIMI DEĞERLENDİRİYORUM Kararım 2013: Yılda en az 20 kitap okuyacağım. 2014: Yılda en az 10 kitap okuyacağım. 2015: Bu yıl 5 kitap okuyacağım. 2016: “Güven Duygusu” kitabını bu sene bitireceğim. 2017: Bu yıl her gün bir gazete okuyacağım. 2018: Bu yıl Pazar günleri gazeteyi baştan sona okuyacağım. 2019: Bu yıl Pazar günleri internetten gazete okuyacağım. Kararım 2013: 60 kiloya ineceğim. 2014: 65 kiloya inene kadar yediklerime dikkat edeceğim. 2015: 70 kiloya inene kadar katı rejim yapacağım. 2016: Bu yıl kilomu koruyacağım. 75 kilomun üzerine bir gram bile almayacağım. 2017: Haftada 5 gün egzersiz yapacağım. 2018: Haftada 3 gün egzersiz yapacağım. 2019: Haftada 1 gün egzersiz yapmaya çalışacağım. Kararım 2013:Paramı gereksiz yere harcamayacağım. 2014: Kredi kartı borcumu sıfırlayacağım. 2015: Kredi kartı borcumu sıfırlayacağım. 2016: Kredi kartı borcumun yarısını ödeyeceğim. 2017: Kredi kartı borcumu ödemek için aldığım borcu ödeyeceğim. 2018: Aldığım borcu ödemek için aldığım borcu ödeyeceğim. Evimi ipotekten kurtaracağım. 2019: Başka bir ülkeye kaçma planları yapacağım. YENİ YIL KARARLARIM Aşağıdaki kuralları bu yıl kesinlikle uygulayacağıma söz veriyorum. Artık yeni yıl kararları almayacağım. […]
Hissettiğin Duygu Minnet mi Vefa mı?
Yeni yılda her birinize, hayatınıza yeni girecek insanlar arasında minnet duyacağınız ve size minnet duyacak kimse olmamasını ama vefa duyacağınız ve size vefa duyacak olan çok sayıda insan olmasını diliyorum. Çoğu insan minnet ve vefa duygusunun aynı şey olduğunu sanır. Workshoplarda minnet ile vefa arasındaki fark birçok katılımcı tarafından sorulduğu için eski bir yazımı yeniden paylaşıyorum sizlerle. MİNNET duygusu ego’nun duygusudur; tehlikelidir ve çoğu kez zarar vericidir, hem duyana hem duyulana. Minnet duygusu değer bilmez. Minnet, vefasızdır. Minnet duymak, gelişimine, bugünkü sen olmana destek vermiş, senin üzerinde emeği olan kişilere karşı hissettiğin BORÇLULUK duygusudur. Sana emek veren kişilerden yararlandığın sürece onlara belki geçici bir “minnet sevgisi(!)” duyarsın. Yani kendini borçlu hissedersin; kişinin desteğinden yararlandığın ve almaya devam ettiğin sürece belki kendini pek rahatsız hissetmezsin ama alacağını aldıktan sonra, artık o kişinin desteğine, yardımlarına ihtiyaç duymadığına kanaat getirdiğinde ya da destek artık istediğin gibi gelmediğinde minnet sevgisi (!), ezikliğe, öfkeye hatta nefrete dönüşebilir. Minnet duygusunun altında yatan ve yüzleşmekten kaçınılan gerçek, kişinin kendisini değersiz hissetmesi ve bu desteğe gerçek anlamda kendisini layık görmemesidir. Kişi belki düşünsel anlamda her türlü desteği hak ettiğine kendisini inandırır ama içten içe kendisini bu desteğe layık görmez. Kişi, kendisine verilen ele karşı hissettiği borçlu olmak duygusunun […]
Gerdek
Sabahın köründe çalan telefonun sesiyle yataktan fırladım. Suna’nın aklına estiği anda yaptığı her zamanki aramalardan biriydi. Sevgilisiyle kavga etmiş, tek tatil günüm olan Pazar sabahı saat 8’de benimle dertleşmeye karar vermişti. Cevap vermemeyi düşünsem de kırılmasını istemiyordum. 30 dakika boyunca anlattı, ağladı, bağırdı, içini döktüğü için kendini artık çok iyi hissettiğini söyledi ve nihayet telefonu kapadı. Uykum tamamen kaçtı. İçimden hem daha geç bir saatte aramayı akıl edemediği için Suna’ya kızıyordum, hem de buna izin verdiğim için kendime. Neyse ki aylardır hayalini kurduğum bir masaj randevum vardı. ‘Keyifli bir kahvaltı ve ardından masaj. Yaşasın!’ diye düşünürken kapı çaldı. Erkek arkadaşım “harika bir sürpriz” yapmış ve öğleden sonra görüşmeye karar vermemize rağmen erkenden çıkıp gelmişti. Aylarca hayalini kurduğum ve tavlamak için bin bir takla attığım adama tabii ki “hayır!” diyemezdim. Görüşmeye başlayalı ancak birkaç hafta olmuştu. Nasıl olsa haftaya Pazar tekrar tatil olacaktı ve ben masajımı erteleyebilirdim. Akşamın ne kadar çabuk olduğunu düşündüm. Her tatil günü gibi, bu sefer de hiçbir şey benim planladığım gibi gitmemişti. Dün de annem aramış, amcamları yemeğe çağırdığını ve yardıma ihtiyacı olduğunu söylemişti. Elbette ki kıramamıştım. Hem ona yardım etmeliydim hem de uzun zamandır görmediğim akrabalarımı görmeliydim. Evden çıkmak üzereyken telefonum çaldı. Arayan temizlik malzemeleri satan […]
2019’a Girerken Uranüs’ün Mesajı
“Kader yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergâh bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatın hâkimisin ne de hayat karşısında çaresizsin.” (Şems-i Tebriz). İşte bu dönemeç ve sapaklarda, inisiyatif alıp kullanabilmemize yardımcı olan enstrümanlardan biri de astrolojidir. Şimdi astrolojinin rehberliğinde zamanda yolculuğa çıkıp son 8 yılımızı anlayıp, önümüzdeki 8 yıla ışık tutalım. Bu genel bakış için özgürlüğün, farklılığın devrimin gezegeni Uranüs’e başvuracağız. Uranüs bir burçta ortalama 8 yıl kalıyor ve hangi burçtaysa o burçla ilgili tüm insanlığa deneyimler yaşatıyor. Şu anda Uranüs koç burcunda. Ancak 2019 Mart ayında boğa burcuna geçecek. Peki, bu ne anlama geliyor? Uranüs’ün hem toplumsal hem de bireysel düzlemde güçlü değişim etkisi var. Önce bütüne etkisine bakalım. Uranüs en son 1935- 1941 yıllarında boğa burcunda seyahat etmişti. O dönemde insanlık henüz Birinci Dünya Savaşı’nın yaralarını saramamıştı. 1929 ekonomik buhranının etkisi devam ediyordu ki İkinci Dünya Savaşı başladı! Tüm bu yaşananlar, boğa burcunda seyahat eden Uranüs’ün işaret ettiği değişimleri getirdi. Yeni üretim ve ticaret modelleri, ülkelerin sınırlarında değişim, zayıflayan kurum ve süreçlerin yıkılması, göç, kadının hayatın her alanındaki yerinin yeniden tanımlanması gibi köklü değişimlerdi bunlar. Şimdi yine benzer bir dönemdeyiz. 2017’nin ikinci yarısında bu etki başladı. Tarım sektöründe, çiftçilikte, demografik dağılımda, para […]
Hayatta Başarılı Olmak
Başarıyı nasıl tanımlarsak tanımlayalım, aslında istediğimiz, başarılı olmanın bizde yaratacağı duygulardır. Gerçek başarı, duygu boyutunda kendimizi yönetebilmektir. Hissetmek istediğimiz duyguları istediğimiz anda yaratabilme yeteneğini kazanmaktır başarılı olmak. • Sonuç: Önce ne istediğimizi bilmek önemli. Nereye varmak istediğimizi bilmiyorsak, rotası olmayan rüzgar nereye eserse oraya savrulan gemiye benzeriz. Almak istediğimiz sonuç nedir? • İsabetli algılamak: Gittiğimiz yol, bizi hedefimize yaklaştırıyor mu? Tüm duyularımız açık olduğunda isabetli algılama yeteneğimiz güçlenir. Farkındalık ne tür tepkiler aldığımızı bize anında feedback olarak sunar. Feedback, seçimlerimizin kişiler, olaylar, sonuçlar üzerindeki etkisini bize ayna olarak gösteren mekanizmadır. Suçlama çerçevesinden bakan kişi aynada gördüklerini beğenmediğinde ya kendisini, ya aynayı (başkalarını) suçlayarak mazeret üretir. NLP çerçevesinde ise aynada gördüklerimizin sorumluluğunun kendimize ait olduğunu biliriz -beğensek de beğenmesek de. İsabetli algılıyor muyuz? • Esneklik: İstediğimiz amaca ulaşana kadar, peyniri bulana kadar değişik tünelleri denemeyi göze alacak kadar esnek miyiz? Nil Gün ”NLP Zihninizi Kullanma Kılavuzu”
Metamorfoz
Kaçıncı yaşamım hatırlayamıyorum artık ama biliyorum ki her ruh gibi ilk kez bir bedende var oluşum homo sapiens adındaki en ilkel yaşam formu olarak başladı. Binlerce formda sürecek Yaşam Döngüsü’nün en büyük sınavıdır İNSAN olabilmek. Homo sapiens, tüm canlıların nefret ettiği en yırtıcı, en hastalıklı, en tuhaf türdür. Ne zaman İNSAN olmayı başarırsanız yani Ruh’u, saf sevgiye dönüştürebilirseniz sonraki yaşamınızda bir üst formda doğmayı hak etmişsinizdir. O zamana kadar bir insanımsı (homo sapiens) olarak defalarca başka bedenlerde tekrar tekrar hayata gelirsiniz. İkinci yaşam formum olan Tarla Faresi’ne dönüşebilmem için yüzlerce kez homo sapiens olarak doğdum ve öldüm. Zaten homo sapiens’ten sonrası kolay. Her deneyimin kendine göre zorlukları olsa da mutlusunuzdur. Homo sapiens dışında hiçbir canlı diğerine zulmetmez, tecavüz etmez, sadece sevmediği için kötülük yapmaz. Karnını doyurabilmek için avlanır. Yerleşim alanını, sürüsünü ve hayatını korumak için mücadele eder. Doğadaki her şeyin kıymetini bilir. Hiçbir şeyi israf etmez, kirletmez, açgözlülük yapmaz. Aç kaldığı gün bile sabırlı ve şükran doludur. Heyecanla son döngüme yaklaşıyorum. Sanırım dönüşmem gereken elli kadar form kaldı. Bu defa bir kelebek olarak can buldum. En çok istediğim bedenlerden biri. Aslında en az yedi, sekiz kez kelebek olarak yaşama gelebilmek için çabaladım. Kiminde yumurta iken rüzgâr savurdu, büyümek için uygun […]
Karnenin Sağ Tarafı
Neye değer verdiğimiz, neyi önemli saydığımız, neyi dikkate almadığımız, neyi “mış” gibi yaptığımız, neyin üstünü örttüğümüz; neyi görmezden geldiğimiz temel eğitimdeki öğretmenlerimizin ölçme değerlendirme yaparken, ne kadar öznel ya da nesnel davrandıkları ile doğrudan ilintili. Karnenin sol tarafında yer alan yeterlilikle ilgili derslerdeki başarıyı değerlendirirken gösterdiğimiz özeni, karnenin sağında yer alan; davranış, tutum, duyarlılık, uyum, dayanışma, dürüstlük, açıklık gibi değerlerin değerlendirilmesinde göstermediğimiz için bunları yaşıyor ve çelişkiye şaşırıyoruz. Aslında ne ekersek onu biçiyoruz. Tutum ve davranış bozukluğu içinde olan bir öğrenciye “geçer” davranış notu verdiğimizde, çocuğun ya da gencin bilinçaltına ya “davranış pek de önemli değil, sen yeterliliğe odaklan” ya da “sen sorunlu birisin ama ben bunu görmezden geliyorum, sana kıyak çekiyorum, seni kolluyorum” mesajı vermiş oluyoruz. Bu, bir öğrenim hayatı boyunca yinelene yinelene pekişiyor. Bu genç büyüdüğünde de, moral/ahlaki değerleri pek de önemsemiyor. Ondan sonra başlıyoruz sormaya; nüfusunun yüzde bilmem kaçı Müslüman, çoğunluğu dindar olan, ilkokuldan başlayarak liseyi bitirene kadar sürekli din kültürü dersi alan bu toplumda, nasıl bu kadar yolsuzluk, adam kayırma, kollama, diğerini ötekileştirme, baskı, yıldırma, zor kullanma ve hatta cinayetler olabiliyor? İşte bu yüzden oluyor, karnenin sağ tarafını baştan savdığımız için… Nasıl Yaklaşmalı? Karne sözcüğü Fransızcadan dilimize geçmiş olup, değerlendirme, durum tespiti anlamına geliyor. Eğitim Bilimi […]
Öz Büyücüsü
“Gökkuşağının ötesinde, mavi kuşlar uçar ve düşlediğin hayaller bir gün gerçekten gerçekleşir”. Oz Büyücüsü filminin unutulmaz şarkısıdır: Somewhere Over The Rainbow. Masalda kendine bir kalp arayan Teneke Adam’ın, zeki olmak isteyen Korkuluk’un, cesarete muhtaç Aslan’ın ve evininin yolunu kaybeden Dorothy’nin tesadüflerle bir araya gelmeleri ve aradıklarını kendilerine verebilecek kişi olan Oz Büyücüsü’nü bulmak için yaptıkları serüven anlatılır. Masalın sonuna gelindiğinde Oz Büyücüsü’nün bir şarlatan olduğunu (gerçekte güçlerinin olmadığını) öğrenirler. Ancak yolculukları sırasında öyle zorlukları, başarıyla atlatırlar ki Korkuluk aslında ne kadar zeki olduğunu, Aslan başından beri cesaretin kendi içinde olduğunu fark eder, Dorothy ise dostlarının yardımıyla evine döner. Teneke Adam’ın “Artık bir kalbim olduğunu biliyorum, çünkü kırıldı” sözleri, masalın ne demek istediğini bize fazlasıyla anlatır. Aslında istedikleri her şeye sahiptirler ve ihtiyaçları olan tek şey “bilmek”tir. Tıpkı biz insanlar gibi. Sevgi isteriz, aşk isteriz; kendimizi sevmeyi bilmeden. Şefkat isteriz, kendimizi affetmeden. Anlayış bekleriz, kendimizi yargılamayı, suçlamayı bitirmeden. Bilge olmak isteriz, bildiğimizi içimize işlemeden. Akıl versinler isteriz, Öz’de, ihtiyaç duyduğumuz her şeye sahip olduğumuzun farkında olmadan. Özetle; kendimize vermediklerimizi başkalarından bekleriz. Oysa gerçek büyücü, Öz Büyücü, kendini tanıyandır. Cesurla korkak arasındaki farkı bilir ve korkularına rağmen adım atar. O özsorumluluk, özdisiplin, özgüven sahibidir. İlhamı kendinde bulan ve Yol’u olandır. Hayal […]
Mucize Çocuk
Jung, doğal çocuğa mucize çocuk der. Doğal çocuk, hayatın ilk iki yılı olan narsistik dönemde, anne ile ilişkisinde sevilmeye layık olduğunu ve sevildiğini hisseden çocuktur. Bu dönemde umut ve güven ihtiyacı karşılanmadığı takdirde çocuk, hayatın ve çevresinin ona sunduğu koşullara adapte olur. Adapte olmuş çocuk ise yaralı çocuktur. Hayatın ilk iki yılı, bakılmaya, ilgiye, korunmaya en muhtaç, yaralanmaya en açık olduğumuz dönemdir. Bir bebek gerçekten mucizedir. Bir çocuk odaya girdiğinde odaya canlılık dolar. Bebeğinizin mucize çocukluğunun özelliklerini yazarken, akrostiş yazarak eğleniyorum. Meraklı. Çocuk her şeye merakla bakar, dokunur, tadar, koklar. Her şeyi keşfetmeye çalışır. Hayatı böyle öğrenmeye başlar. Çocuk ağzına zararlı, pis ya da yenilmemesi gereken bir şeyi götürdüğünde, siz çığlık çığlığa bağırarak onu elinden alırsanız, çocuğa yeni şeyler denemekten korkmasını öğretirsiniz. Merak duygusunu köreltirsiniz. Yapılacak şey: Sakince o maddeyi elinden alıp, çocuğun dikkatini başka bir şeye yöneltmektir. Tabii, öncelikle etraftaki tehlikeleri mümkün olduğunca ortadan kaldırmayı ihmal etmeden. Uyumlu. Çocuk yaşamın doğasıyla uyumludur. Kendi doğasıyla uyumludur. Bu uyum içinde her şeyin doğal akışına güvenir. Kendisini kimseyle kıyaslamaz. Çünkü eşsiz, benzersiz ve özgün olduğunu içgüdüsel olarak bilir. Ama kardeşleriyle, başkalarıyla kıyaslanmaya başlandığında, kendisini yeterince “iyi” görmemeye başlar. Bu da onu doğal çocuk olmaktan çıkarıp, muhtaç olduğu ilgi, sevgi, onay, kabul, şefkat […]
Şıllık
Sabah kalkar kalkmaz başlamıştı yine: “Geç kalmak üzeresin. Madem kalkmayacaktın neden alarmı 7’ye kurdun? Tam dört kere erteledin. Kahvaltı yapmana zaman kalmadı. Bugün de bilmem kaç kalori olan poğaçadan yemek zorundasın. Haline bak. Günden güne kilo alıyorsun, popon kocaman oldu” diye söylendi acımasızlıkla. “Yeter! Başladın gene sabah sabah” dedim. Ona uzun uzadıya cevap vermemeyi öğrenmiştim çünkü karşılığı misliyle gelirdi. Usanmadan eleştirirdi, yargılardı. Bazen o kadar canım yanardı ki, hıçkırıklara boğulurdum. O gene de şefkat duymazdı ama aslında benim iyiliğimi düşündüğünü biliyordum. “Bir duş al en azından, yüzün de çok soluk adeta ceset gibisin. Biraz makyaj yap. Bu arada ‘duygu ifadesi çizgilerin’ fazla derinleşmiş, kırışmışsın yani” dedi alayla. “Ha ha ha! Çok komik” derken aslında haklı olduğunun farkındaydım. Sorumsuzluğumun, tembelliğimin, beceriksizliğimin ve pek çok şeyin yanına bir de ‘yıllar’ ekleniyordu. “Sunumu da aklından geçir. Yeterince hazır olmadığının farkındasın değil mi? Hani erken kalkıp, son bir kez gözden geçirecektin? Onun yerine yarım saat daha geç kalktın.” Kızgınlığım; çaresizliğe ve kendime acımaya dönüşüyordu. Durmadan kendimi savunuyordum: “Çok yorgunum ve biliyorsun sevdiğim adamdan ayrılalı henüz bir hafta oldu. Birazcık sevecen, anlayışlı, şefkatli olamaz mısın? İnsanım sonuçta!” Dudaklarım titremeye başlamıştı ancak ağlamayı göze alamazdım. Şiş gözlerle giremezdim toplantıya. Hem berbat görünürdüm hem de zayıf düştüğümü […]
İdeal Partner
İlk öpüşte prense dönüştüremese de kurbağasını, bıkıp usanmadan öpmeye devam eder. Zaman ilerledikçe umudu azalsa da ömür boyu aynı kurbağayı öpmeye devam eden o kadar çok kadın vardır ki. Bazıları farklı kurbağa dener; ama sonuç aynıdır çünkü kurbağalar sadece masal dünyasında prenslere dönüşür. Kendi kıstırılmış hayatlarını genişletmenin bir yoludur biraz da bu; ideal bir partner mutluluğun ilacıdır. Kendisini mutlu edecek birini aramak, kendisini kurtaracak prens aramaktan farksızdır. İki anlayış da mutluluğu dışarıda arar. Kadınların kurbağalara tahammül etmesinin nedeni, kendisini kurbağaya layık görmesidir. Zaten küçüklükten itibaren erkeklerden daha değersiz olduğu bilinçaltının derinliklerine kazınmıştır. Çocukluğunda annesi tavuğun budunu erkek kardeşiyle babasına verirken, kendisine derisiyle gerisini layık görmüştür. Kadın, ilişkinin başlarında erkeğin kurbağalığını görse bile zaman içinde değişeceğini umar. Kendiliğinden değişmediğini gördüğünde değiştirmek için uğraşır. Kurbağalar kurbağalığından memnunsa yapılacak bir şey yoktur. ÖĞRENİLMİŞ ACİZLİK Mutluluğunun sorumluluğunu almayan kişinin işi şansa kalmıştır. Onun ne kadar mutlu ya da mutsuz olacağına başkaları karar verir. Gönülsüzce de olsa kaderine boyun eğer. Çoğunlukla istemediği bir hayatı yaşamak zorunda kalır. Bu, tıpkı suyun altında yaşamaya benzer. Oksijensiz kaldığında başını çıkarıp biraz hava aldıktan sonra tekrar suya dalmak gibi bir şey… Belki kimse ona, başını suyun altında tutmak zorundasın, dememiştir ama o bunu daha çocukluğunda öğrenir ve kendisine biçilmiş […]
İyileşmeyecek Hastalık Yoktur
Ürik asidin vücuttan atılmasını sağlayan temizleme işlemleri. Bu işlemler osteoporoz, gut hastalığı, kronik romatizma, safrakesesi ve böbrek taşları, kansızlık, bazı nörolojik rahatsızlıklar, şeker hastalığı, şişmanlık, yüksek tansiyon, gastrit ve karaciğer rahatsızlıklarına karşı kullanılabilir. Zehirli ürik asidi vücudumuzdan atmak için en iyi yöntem düzenli limon suyu tüketimidir. Bu tedavi yöntemi, kronik romatizma durumunda sık sık tavsiye edildiği gibi iklimi farklı bir yere gitmeyi gerektirmez. Görece ucuz bir tedavidir ve olağanüstü sonuçlar elde edilmesini sağlar. Bütün ihtiyacınız, bildiğimiz limondur. Tercihan ince kabuklu olanları seçin çünkü bunlar daha sulu olurlar. Taze limon suyu, havayla temas edip gün ışığına maruz kaldığında bileşimini hızlı bir şekilde değiştirir. Bu nedenle limonu önceden değil, kullanacağınız zaman sıkmalısınız. Özellikle ekşiyi sevmeyenlerde, fazla limon tüketmenin mideyi rahatsız edeceği gibi genel bir yargı var. Sindirim sisteminde gerçekleşen fizyolojik işlemleri kavradığımız takdirde, bu tür endişelerin çok yersiz olduğunu kolayca anlayabiliriz. Limon suyu, daha ağzımızdayken, enzimlerin etkisiyle tatlılaşır. Midemize giden sitrik ve askorbik asitler, mide sıvısında bulunan hidroklorik aside kıyasla çok daha zayıftır. Dolayısıyla, midemizi kaplayan mukozaya herhangi bir zarar vermeleri söz konusu bile değildir. Tam tersine, gastrit ya da ülserden mustarip kişiler limon tedavisinden genellikle fayda görürler. Limon suyu C vitamini, mikroelementler ve hormonlar bakımından zengindir. Çözülemez tuzların ve sümüksü maddelerin vücudumuzdan etkili bir […]
Kocama (Yeniden) Aşık Olmak
Evlilikte olumluluk peşinde olmaya – ve “mutlu beyinlerimizi” ahenk içinde işletmeye İnce ve yakışıklı kocama teşekkür etmeyi öğrenişime Onca yılın ardından bir evliliğin daha iyiye gidebilmesine şükran duyuyorum. Şükran dolu yaşama yılımı tasarlarken daha olumlu bir yaklaşım isteyen bir numaralı konunun evliliğim olduğuna karar vermiştim. Kâğıt üzerinde yuvamda şükran duyacağım birçok şey olduğunu biliyordum. Kocam yakışıklı, zekiydi, ben de bulaşıkları yıkamayı dert etmiyordum. Zach ve Matt adında iki harika çocuğumuz, Connecticut kırsalında güzel bir evimiz vardı. Hepimiz sağlıklıydık, birbirimizi seviyorduk. Birlikte gülüyor, dağlarda yürüyüşlere çıkıyor, kıyıda hayranlıkla günbatımlarını seyrediyorduk. Ama bir de gündelik yaşam vardı ki doğru bakış açısını tutturmak zordu. Psikologlar buna “alışmak” diyor. Bir şeyin – eş, ev, pırıl pırıl yeni bir araba- varlığına alışır, ardından gözümüze ilkten neden öyle özel görünmüş olduğunu unuturuz. Beyin taramaları, bir şeye tepkimizin onuncu kez gördüğümüzde ilk görüşümüzden ne kadar farklı olduğunu gösteriyor. Fransız romancı Marcel Proust gerçek keşif yolculuğunun “yeni manzaralar aramada değil, yeni gözlerle bakmada olduğunu” söylemişti. O yeni gözleri yatağımı, şakalarımı, banka hesabımı paylaştığım adama doğrultmanın zamanı geldiğini görmüştüm. İlk düşüncem günlüğümün ilk birkaç notunu evliliğime ayırarak her gece kocamın varlığına şükran duyacak en az bir şey yazmak oldu. Ama ilişkimiz üzerinde bir etki tasarlıyorsam şükranımı günlükte ifade etmekle kalmamalıydım. Gerçekleştirdiğim ve Today […]
”Eroin” 6. Bölüm İnsan Başarıyı Yaratır Başarı da İnsanı.
Bu kitap, yalnızca bir kişinin bile ilk uyuşturucu “ikramına” “HAYIR!” demesini sağlarsa amacına ulaşmış olacaktır. Eğer herhangi bir uyuşturucuyla bir süredir flört ediyorsanız (henüz bağımlı hale gelmemiş olsanız bile), Adsız Narkotikler’in toplantılarına mutlaka katılın. Orada sizin geleceğinizi yaşamış olan birçok güzel insanla tanışacaksınız. Ve geleceğinizi kendinizin yönlendirdiğinizi göreceksiniz. Farklı bir “gelecek” seçimi yapmak “ŞİMDİ” elinizde. Uyuşturucu batağının en dibinde bile olsanız, birçok hastane ve cezaevi deneyimleriniz bile olsa… hâlâ yaşıyorsunuz! Yalnızca ölüm farklı bir gelecek seçimini imkânsız kılar. Eroini on iki yıl önce bırakmış olan Füraye’nin söylediklerine kulak verin: “Eroini çok kez bırakmaya çalışmıştım ama her defasında geri dönmüştüm. Eroin yüzünden ailemden kalan büyük bir mirası tükettim. Cezaevine düştüm, hastanelerde defalarca tedavi gördüm. Hiçbiri beni eroinden koparamadı. Çünkü maddenin benden güçlü olduğuna inanıyordum. On iki yıl önce ilk kez yaşamımın sorumluluğunun bana ait olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Bir anda karar verdim: Ben maddeden daha güçlüydüm. Maddeye gücü veren bendim. Düşüncemi değiştirdim… Karar verdim… İSTEDİM… BIRAKTIM. Hastanesiz, ilaçsız, yardımsız. Başarı tümüyle bana ait.” Daha önce çok kez kaymış olabilirsiniz ama bu kez başarabilirsiniz. Çünkü siz de Füraye gibi maddeden daha güçlüsünüz. Yeter ki bunu bilin! Düşünce maddeye hükmeder. Düşünce maddeden güçlüdür. Düşüncenizi değiştirin! Karar verin! İsteyin! Bırakın! Füraye gibi; Türkiye’de ve dünyada […]
”Eroin” 5. Bölüm Ölümle Dans Etmek
Eroin bağımlılığı tesadüfen olmaz. Aslında kişi eroini kullanmadan önce de bağımlıdır: kişilere, kumara, alkole, esrara, sekse, sigaraya, aktivitelere ya da eğlenceye. Bağımlılığın her türünün ortak özelliği maddenin, kişinin ya da aktivitenin yaşamında başrol oynamasının olmazsa olmaz olduğuna inanmasıdır. O kişi olmazsa yaşayamam; sekssiz yaşayamam; alkolsüz bir hayat düşünemem; başarı için günde on altı saat çalışmam gerekir vb. Kabul etmek gerekir ki günümüz toplumu bağımlı bir toplum. O çok meşgul işadamının/kadınının, o çok çalışkan öğrencinin, o çok seksi güzel kadının, o çok güçlü görünen yakışıklı maço erkeğin, o kendi halinde bir köşede içi içini yiyen masum genç kızın, o gittiği her partiye hayat veren delikanlının iç dünyasına inildiğinde kocaman bir boşluk görülür: sevgisizlik. Timur beş senedir eroini bırakmış bir genç. Şu anda iyi bir işte çalışıyor. Her gün de Adsız Narkotikler toplantısına katılıyor. Defalarca kaymasına (uyuşturucuya yeniden başlamasına) rağmen şimdi kararlı görünüyor. Göğüs ve karın bölgesinde geniş bir daire çizerek, “Şuramda kocaman bir delik vardı. O deliği doldurmaya çalışıyordum” diyor. “Deliği alkolle, haplarla, kokainle, LSD ile ya da eroin ile doldurmam fark etmiyordu. Yeter ki o boşluğun acısını duymayayım. Aldığım şeyin isminin önemi yoktu, geçici de olsa yeter ki deliği kapatsın.” Ne yazık ki son yıllarda, eroin satıcıları gençlerin karşısına her […]
Bedenin Bilgeliği (PİKİ)
İnançlarını Değiştirdiğinde Hayatın Değişir. Özdeşleştiğin inançlarından özgürleştiğinde düşüncenin yaratıcılık fonksiyonu devreye girer. Evren, bizim inançlarımızla ve algılamalarımızla sınırlı değildir. Ama bizim anlayışımız genişleyerek evrenin sınırsızlığına ulaşacak potansiyele sahiptir. Hayatımız da öyle. Bizi kısıtlayan, sabote eden inançlarımızla hayatımızın ne kadar zengin olabileceğinin farkına varmıyoruz. Alışkanlıklar inanç ve algılamalarımızın kendi kendisini besleyen döngüleridir. Bütünsel Kinesiyoloji (PiKi), iradenin ve pozitif düşüncenin ötesinde bir inanç değiştirme(k) sistemidir. Bireysel gelişimin hızını artıran bir uygulamadır. Bireylere uygulanabilen, gruplara öğretilebilen, kolaylıkla hayata geçirilebilen bir sistemdir. Realitemizi “inançlarımızla” inşa ediyoruz. Bilinçaltı inançlar, bilinçaltı programlarını oluşturuyor. Tıpkı bilgisayardaki software gibi. Bu çekirdek inançlar ana rahmine düştüğümüz andan itibaren altı yaşına kadar oluşuyor. Yani altı yıl artı dokuz ay. Bu inançların filtrelerinden hayatı ve kendimizi algılıyoruz. Bu algılarımızla davranışlarımızı oluşturuyoruz. Değiştirmek istediğimiz davranışları sadece afirmasyonlarla, pozitif düşünceyle ve iradeyle değiştiremememizin nedeni, bu inançların programlarının bizim bilinçli isteklerimizle uyum içinde olmamasından kaynaklanıyor. Bilinçaltı programımız, irademizin gücüne daima galip geliyor. Çünkü kendince bizi “değişimin tehlikelerinden” korumaya çalışıyor. Çoğu insanın bilinçaltı programlamasında özdeğer, özsaygı, sağlık, kilo, ilişkiler, özgüven, kariyer ve maddi bolluk gibi konularda kendisini sınırlayıcı inançlar yer alır. Bizi sabote eden inançların ne olduğunu bilirsek bunları değiştirmek de mümkün olur. Nil Gün Bütünsel Kinesiyoloji (PİKİ)
”Eroin” 4. Bölüm Uyuşmuş Duygular
Sadece doktor Bob değil, birçok insan da yasal ilaçlarla uyuşturucu dünyasına adım atıyor. Turgay, ellili yaşlarda bir morfinman ve kanser. Bir devlet kuruluşunda çalışıyor. Şehirden uzak, açık arazilerde çalışmak zorunda kaldığı bir işi var. Kuruluş, bu tür işi yapan elemanlarına gece uykusuz kalmamaları için Diazem veriyor. Turgay, on altı yıl boyunca sürekli her türlü hapı kullandığı halde, bağımlı olduğunu aklına bile getirmiyor. Yasal ilaçların da bağımlılık yaptığını bilmiyor ki. Geceleri iş arkadaşlarıyla birlikte hapla beraber alkol de alıyor. 1992 yılında kanser teşhisiyle birlikte doktor, Turgay’a altı aylık ömrü kaldığını söylüyor. Turgay, ölüm korkusuyla alkolü bırakıyor ama bu kez tek başına hapların yetersiz kaldığını fark ediyor. “Hapsız duramadığım için, Akineton, Diazem, Novalgine gibi ağrı kesici ne varsa alıyordum” diyor. Kemoterapinin yanı sıra doktorlar ona MST denilen morfin hapı, morfin sülfat ve morfin HCL de veriyor. Turgay bu kez de morfin bağımlısı oluyor. “Yasal olarak on beş günde bir hastaneden morfin ihtiyacımı karşılıyor ama iki günde bitiriyordum. Sonra doktor doktor dolaşıp, değişik isimler altında morfin reçeteleri yazdırıyordum. Parasız kaldığımda bir akşamda dört devlet hastanesinin acil servisini dolaşıyor kendime iğne yaptırıyordum. Acilde yapılan iğneler sigorta defterine hiçbir zaman işlenmez. Sağlık ocaklarında nöbetçi doktorlar kırmızı reçete yazabildikleri için onları da kullanıyordum. Kanser de olsam, […]
”Eroin” 3. Bölüm Kişiliğin Erozyonu
Eroinin öldürücü tutkusunu komedyen Larry Young şöyle tarif ediyor: “Biliyorum genç öleceğim ama Tanrıyla öpüşmek gibi bir şey bu.” İşte bu bir anlık “Tanrıyla öpüşmek” uğruna eroin cehenneminde yaşamlarını yakan gençlerin sayısı dudak uçuklatacak rakamlarda geziyor. Araştırmalarım sırasında on bir yaşında eroin bağımlısı olmuş gençlerle de tanıştım, kırk yaşında eroine başlamış orta yaşlılarla da, altmış beş yaşında eroinle tanışmış bugün yetmiş yaşında olan bir kadınla da… Bu insanların çoğu zeki, iyi tahsilli, orta ve zengin sosyal sınıf ailelere mensuptu. Elvan kırk üç yaşında Amerika’da işletme üzerine mastır yapmış, üç çocuklu, boşanmış bir kadın. Çocukluk ve gençlik yılları babasının mesleki konumundan dolayı değişik ülkelerde geçmiş, birkaç dili anadili gibi biliyor. Elvan on senedir eroin bağımlısı ve halen kullanmayı sürdürüyor. On yedi yaşındaki çocuğu esrara başlamış bile. En küçük çocuğu da potansiyel bir eroinman. Çünkü Elvan hamileliği boyunca da eroin almış. Elvan birkaç kez hastanede iki kez de hapiste yatmış. Günde altı yedi gram gibi çok yüksek miktarda eroin kullanıyor. Vücudu, iğnelerden dolayı cılk yara içinde. Artık iğne yapacak damar kalmadığı için bugünlerde eroini yine burundan alıyor. “Ben bu zıkkımı kullandıktan yedi sene sonra ne yaptığımı anladım. Ama bütün sistemimi ele geçirmişti artık. Eroinin başlangıçta en çekici yönü, çağımızın hastalığı olan can […]
”Eroin” 2. Bölüm Bana Bir Şey Olmaz
Eroinin balayı dönemi çekicidir. Vücudun doğal morfini olan endorfin (mutluluk hormonu) salgısının üzerine dışarıdan bir de yapay “mutluluk” ilacı olan eroin eklendiğinde kişi doğal olarak kendisini olağanüstü mutlu hissedecektir. Eroini çekici kılan da budur; özellikle doyumsuz gençler için. Zaten gençlerin hangisi doyumlu ki? Kendini güçlü, üstün, radikal, evrensel hissetme duygusu kimi çekmez ki? On sekiz yaşında ya da elli sekiz yaşındaki kişi bu üstün ve farklı olma açlığını bir şekilde tatmin etmeye çalışmıyor mu? Eroin ne de “kolay” bir yol! Her insan hem toplumda onay görmek ve herkes gibi olmak hem de farklı, özgün ve üstün olmak ister. Tıpkı; “İçimde doyumsuzluk yaşıyordum. Karşıma eroinin çıkması bir tesadüf, şimdi düşünüyorum da ne çıkarsa çıksın aslında kendimden kaçmak istiyordum.” diyen Rahmi gibi. Rahmi’yi toplum boyunduruğu altına alamamıştı ama eroin çok kolay köleleştirmişti. Otoriter babasının ve toplumun köleliğinden eroinin köleliğine geçmişti. Nejat ise kendisiyle tanıştığımda henüz bir günlük “temiz”di. (Eroinmanlar eroin almadıkları her günü temiz olarak nitelendiriyorlar.) Hastaneden yeni çıkmıştı. Daha önce altı kez Amatem’de tedavi görmüştü. Cezaevinde gördüğü “tedavi”lerin sayısını ise o bile hatırlamıyor. Bu kez, eroini bırakmaya kararlı olduğunu söylüyor. “Neden kararlısın?” diye soruyorum. “Çünkü mal bulamıyorum. Kanallarımı kaybettim (kanalları hapisteymiş) ve para yetiştiremiyorum” diye üç neden sayıyor. Kanal, uyuşturucu dilinde […]
NLP Nedir?
Her insan içinde var olan potansiyeli, yetenekleri, gücü kullanabilme şansına(!) erişmek ister, en azından erişmek istediğini söyler parmağını oynatmak için çaba göstermese de. Kişinin NLP denilen büyülü yöntemi öğrenmesi ve uygulaması ise yaşamını şans ve tesadüflere bırakmak yerine, kendi istediği biçimde yaratma ve inşa etmeyi seçmesi yani kendi yaşamının sorumluluğunu üstlenmesi anlamına gelir. Neuro-Linguistic Programming sözcüklerinin baş harfleriyle anılan NLP’yi Duyu-Dil Programlaması olarak çevirebiliriz. NLP hem bilimdir, hem sanattır. NLP bilimdir. Bilim nesnel deneyimlerin sistematik doğasını inceler. NLP öznel deneyimlerin sistematik doğasını inceler. Her birimiz özgün bireyler olsak da, iç dünyamızda olup bitenlerin dış dünyamıza yansımaları farklı farklı olsa da, içsel oluşumun basamakları harika bir sistemin işleyişiyle gerçekleşir. Tıpkı, hiçbirimizin diğeriyle tıpa tıp aynı olmamasına rağmen, hepimizin anne rahmine düştüğümüzden itibaren, doğana kadar aynı oluşum sürecinden geçmemiz gibi. NLP sanattır. Sanat insanın yeteneklerini ve yaratıcılığını kullanarak, iç dünyasının renklerini, müziğini, duygularını en estetik bir sunuşla ifade etme ve başkalarına aktarabilme gücüdür. NLP, insanın “kendisinin en iyi versiyonu olabilme” sanatıdır, içsel ve dışsal başarının uyumlu ve dengeli bir biçimde ifade bulduğu bir yaşam sanatı. Düşünce, duygu ve davranışlarımız birlikte çalışarak yaşam deneyimlerimizi yaratır. Çoğu zaman bu deneyimleri bilinçsizce yaratırız. Robotlaşan düşünceler, dondurulmuş ya da bastırılmış duygular ve otomatik davranışlarla yaratılan yaşam […]
Sahte Cennetten Gerçek Cehenneme ”Eroin”
Otuz iki yaşında bir Anadolu çocuğu olan Rahmi dokuz çocuklu bir ailenin en küçüğü. Çocukluğu ve ilk gençliği dindar bir ağa olan otoriter babasının egemenliği altında geçiyor. On dokuz yaşında üniversiteye gitmek üzere İstanbul’a geliyor. Yirmi yaşına kadar içki bile içmeden “tertemiz” kalıyor. Yirmi yaşında, başka bir üniversitede okuyan genç bir kızla tanışıyor. Rahmi, ilk cinsel deneyimini bu genç kızla yaşıyor; ilk eroinini de… Rahmi’nin ailesinden gelen bol paranın rahatlığıyla iki sevgili birlikte yaşamaya başlıyor. Birlikte yaşamlarının daha ilk günü genç kız, aynanın üzerinde iki çizik şeklinde hazırlamış olduğu tozu Rahmi’yle paylaşıyor. Tozun esrar olduğunu söylüyor. İstanbul’un ve kadın olgusunun büyüsüne kapılmış Rahmi esrarın neye benzediğini bile bilmiyor ama sevgilisinin baskısı karşısında erkekliğinden ödün vermemek için tozu burnuna çekiyor. Ohh! Büyük rahatlama. Gerçi ilk çekişinde kusuyor ama kusmanın hemen ardından gelen rahatlığı Rahmi “orgazm ötesi” olarak tarif ediyor. Gam da keder de kalmıyor. “Dünyanın en büyük sakinleştiricisi bu olsa gerek” diye düşünüyor. “Esrar” içerek baba otoritesine karşı çıkmanın hazzını da yaşıyor. Üç ay boyunca genç çift her gün tozu çekiyor. Ve tüm dertlerinden arınıyor. Eroini Esrar Sanmıştı Rahmi, ne esrar sandığı şeyin eroin olduğunu biliyor ne de sevgilisinin, ailesine kan davası güden düşman ailenin kiraladığı uyuşturucu bağımlısı bir zavallı […]
Çocuk Toplumlar
Tarih, inatçı bir öğretmen gibi dersi öğretene kadar, bıkmadan usanmadan tekrar eder. Çocuk, sorumluluk taşımaz, sadece ister. Sorumsuz ama özgür olmak ister. Yaptığının, ettiğinin sorumluluğunu almak istemez. Onaylanmayan bir şey yaptığında, sorumlu diğer çocuklar ya da koşullardır. Her olaya bir mazereti vardır. Yetişkin, olumlu ya da olumsuz, yaptığı şeyin sorumluluğunu alır. Çünkü güç ondadır, soruna çözüm üretebilme gücü ve sorumluluğu vardır. Hatasını kabul eder ve hatadan ders çıkarır. Çıkarmadığında benzer durumlarla karşılaşacağını bilir. Hatayı tekrar ettiğinde farkına varır ve sağlam bir ders çıkarır. Tekrar etmeyi terk ettikçe de gelişir, ilerler. Çocuk toplumlar da çocuklara benzerler. Yaptıklarından ders almazlar. Sorumlu hep başkalarıdır ve hep başkaları olacaktır. Yaptıklarının sorumluluğunu almayı gerektirdiği için, ‘büyümek’ onlara zor gelir. Çocuk kalmak, mazeretlere sığınmak ve dış koşulları, dış güçleri sorumlu tutmak, zahmetsiz bir iştir. Bu durumda da ‘belirleyici’ olan ‘sorumlu’ tutarak gücünü aktardığı dış güçlerdir. Sorumluluğu alıp, büyümeye karar vermediği sürece de, suçlamaya devam edecek, hep mazeretlere sığınacaktır. Bir de çocuk toplumlar, masallara, destanlara bayılırlar; dini, tarihi, mitolojik… Büyümeyi seçen çocuklar veya yetişkinliğe geçmeyi seçen ergenler misali; büyümeyi, gelişmeyi, dönüşmeyi seçen toplumlar da çocukluktan kurtulmayı seçmişlerdir. Çocuk kalmakta direnen toplumunsa, kendisi gibi çocuk kalmayı seçen, diğer suçlayıcı toplumlardan başka çocuk arkadaşları kalmayacaktır, etrafında. Etrafındaki çocuk toplumlar […]
Çocuklar Aslında Neye İhtiyaç Duyar?
Çocuğunuzun sizden en çok ne istediğini düşünüyorsunuz? Son çıkan iPhone? Yeni ayakkabılar, özel tasarım giysiler? Disneyland’a gezi?
Sigarayı Azaltarak Bırakamazsınız
MADDE BAĞIMLILIĞI BİR “İNKÂR HASTALIĞI”DIR Yeni aldıkları kanepeye daha ilk gününde bir sigara yanığı kondurmayı başarmıştı Sedat. Eşi bas bas bağırıyordu: “Evde üzerinde sigara yanığı olmayan hiçbir şey bırakmadın. Bıktım senin şu sigarandan. Bize ve çocuklarına acımıyorsan, kendine acı.” “Atın ölümü arpadan olsun” sözü dilinden düşmeyen Sedat, zehirli “arpa”sının aynı havayı soluyan ailesini de zehirlediğini düşünmüyordu. Madde bağımlıları bencil olur. Sedat sigaranın sağlığa hiç de abartıldığı kadar zararlı olmadığını savunuyor. Yirmi beş yıldır sigara içtiği halde sağlığının iyi olduğunu, sigara öksürüğüne bile sahip olmadığını söylüyor. Sedat’ın “sağlığımda bir sorun yok” demesi, gökdelenin tepesinden düşen insanın yirmi beşinci katın hizasına geldiğinde, “şimdilik iyiyim, henüz bir sakatlık yok” demesine benziyor. Gerçi daha geçen hafta araba kullanırken sigarasını yakmak için gözünü bir an yoldan ayırdığında geçirdiği kaza sağlığına çok zararlı olabilirdi ama o sayılmazdı! Evde olduğu gibi, araba kullanırken kaç kez koltuklara sigaranın ateşini düşürmüş, bir yandan direksiyon hâkimiyetini kaybetmemeye dikkat ederken, diğer yandan da ateşi bulup söndürmeye çalışmıştı. Ama sağlığına henüz bu da kalıcı bir zarar vermemişti! Sigara bağımlıları tıpkı Sedat gibi, öksürmüyorlarsa ve henüz ölmemişlerse sigaranın onlara zarar vermediğini düşünür. Sigaranın bazı insanlara zarar verip bazılarına vermediğini sanırlar. Kendileri hep zarar görmeyen gruba dâhildir. Öksürük, sigaranın ciğerlere verdiği zararının had safhada […]
Bırakmanın Bedeli Kilolar mı?
“YA SİGARA YA KİLOLAR” MI? Sigarayı bıraktıktan sonra bir ayda beş kilo aldığını söyleyen Elvan, hemen yeniden sigara içmeye başladığını belirtiyor. Sigara içen kişiler, özellikle kadınlar, sigarayı bıraktıklarında kilo almaktan korkuyor. Alınan kiloların, sigarayı bırakmanın bedeli olduğu düşünülüyor. En azından bu, sigaraya yenik düşmenin utancını örten geçerli bir neden olarak ileri sürülüyor. Bu nedenle sigaraya yeniden başlayan çok insan var. Genellikle, sigara içerken de fazla kilolarıyla “savaşan” bu kişiler birkaç ekstra kilo daha almaktansa, sigarayla mezara gitmeyi tercih ediyorlar. İnsanlar asla sigara yüzünden öleceklerini akıllarına getirmezler. Zaten ölüm nedeni hanesine “sigara” yazılmış bir ölüm belgesi de yoktur. Şu anda hâlâ yaşıyor olduğu için, ölüm sigara içen insana uzak gelir. Feryal sigarayı bıraktıktan sonra hiç kilo almadı. Çünkü sigaranın ağzında yarattığı boşluğu abur cuburla doldurmadı. Sigara içmek “ağzı meşgul etmek” ihtiyacından kaynaklanmaz. Ağız sadece nikotini beyne ulaştırmak için kullandığımız bir araçtır. Kokain bağımlısının burnuna kokain yerine pudra şekeri çekerek, bağımlılığını yenmeye çalışmasını komik bulursunuz değil mi? Çünkü kokainmanın sorunu “burnu meşgul etmek ihtiyacı” değildir. Peki nikotin bağımlısının ağzına sigara yerine yiyecek koyarak bağımlılığını yenmeye çalışmasını da komik bulmak gerekmez mi? Sigara yerine yiyeceği koymak el-ağız alışkanlığını kırmanızı engellediği gibi, istemediğiniz kiloları da çabucak almanıza yol açar. Sigara iştah kesici olarak bilinir. […]
BEN
‘’ Sana vadedebileceğim tek şey gerçek. Fazlası değil “ dedi Morpheus. Kırmızı hap Neo’yu tavşan deliğinden çıkarıp, harikalar diyarına götürür ya da mavi hapı seçip her zamanki hayata devam edebilir. İşte “farkındalık” budur: Hapı yutmak, kırmızı olanından. “O” ne kadar şaşkınlık verici, ne kadar güzel, ne kadar korkutucu, heyecanlı, ürkütücü, karanlık, aydınlık, acı, tatlı, siyah, beyaz, baş döndürücü, mide bulandırıcı, zorlaştıran, kolaylaştıran, ittiren, durduran, ağlatan, güldüren, anlamlandıran, anlamsızlaştıran, ilerleten, vazgeçiren, doğru, yanlış, iyi, kötü bana dair ne varsa. Kısaca BEN… Bir yola çıktım sonunu bilmeden; başında ise yolu bilmeden. Kimi zaman sezgilerimi unuttum, kimi zaman aklımı. Bilgiyi çıkartırken beynimden, duygularımı düşürmüşüm kalbimden. Geri gittim, bir bir topladım huzuru, öfkeyi, coşkuyu, hüznü, kızgınlığı, cesareti, nicesini… Tamamlandım derken bakmışım ki birbirlerine girmişler. Hiç kolay olmadı kavgayı bitirmek. Eksik hissettim kendimi. Oysaki kalbimde sevgi; kafamda bilgi ve akıl. Bende olmayan ne? Oturdum yolda kocaman bir kayaya. Gözlerimi kapadım. Ne duydum, ne gördüm, ne dokundum. Yol’u düşündüm sadece. Yarenim olur mu bir ara? Hangi diyarlara giderim? Kimleri tanırım? Ne serüvenler yaşarım? Üç gözlü devi görür müyüm? Tavşanın peşinden gidersem Alice’le tanışır mıyım? Kaç günde devr-i alem yaparım? Eksik parçamı gördüm sonunda: Hayal gücü. “İyi de, ben bunu nasıl kullanacağım” diye sordum kendime? Ağlayan sesler […]
Sigarayı Bırakamamak İrade Zayıflığı mıdır?
DÜŞÜNCELERİN VE SÖZLERİN GÜCÜ Sigara bağımlıları sigaranın çok yönlü zararlarını anlatan yazıları, istatistikleri görmezden gelmekte ustadır. Sigaranın en kötü yanı sağlığa ve cüzdana verdiği zarar değil, insanda yarattığı psikolojik etkidir. Sigarayı bırakamamayı “irade zayıflığı” olarak algılayan bağımlı, iradesinin zayıf olduğunu itiraf etmek yerine sigara içmeyi sürdürebilmek için akla gelebilecek her türlü açıklamayı yapar. Çoğu insanın, günde üç paket sigara içen ve seksen yaşına kadar yaşamış bir tanıdığı vardır. Bu, sigaranın hiç de söylendiği kadar zararlı olmadığının bir kanıtı olarak algılanır. Kimse, o tanıdığın sigara içmeseydi belki yüz on yaşına kadar yaşayacağını aklına bile getirmez. Çocuğumuzun sigarayla ilişkisi ilk gençlik yıllarında başlar ve onunla “aramızda” duygusal bir bağımlılık oluşur. Sigara bizi uyarır, sigara bizi sakinleştirir. Endişeli olduğumuzda güven verir, yalnızlığımıza arkadaşlık eder. Kızgın olduğumuzda rahatlatır, canımız sıkıldığında oyalar, yorgun olduğumuzda enerji verir. Zaten duygusal bağımlılık, ihtiyacımız olan şeyleri verdiğine inandığımız nesnelere karşı oluşur. Bağımlılık “nesnemiz” âşık olduğumuzu sandığımız bir insan da olabilir, sigara da. Bütün bağımlılar gibi sigara bağımlıları da maddenin uyarıcı ya da rahatlatıcı etkisi olmaksızın yaşamla yüzleşmekten kaçınır. Madde olmazsa, duygusal acılarla, stresle, çaresizlikleriyle, hayal kırıklıklarıyla, hatta coşkularıyla nasıl baş edeceklerini bilemezler. Sigarayı bırakmış nice kişi, stresle, üzüntüyle ya da yaşadığı herhangi bir duyguyla başa çıkacak kadar kendini güçlü […]
YOL
İçimde kopanı yazayım derken her zaman olduğu gibi şarkılara sığındım. Zülfü Livaneli ilham oldu bu upuzun gecede. “Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.” Ufak bir değişiklikle “kendimi sevmekle” başladı her şey. Kendimi hayatımın merkezine koydum ve Ben’i eksiklerimle, fazlalarımla koşulsuz sevdim. İşimde, tüm ilişkilerimde, kısacası hayatımın her alanında zevk’e odaklandım. Tutkularımı yazdım defterime ve özgüvenle yürüdüm yolumda. Kimi zaman düştüm, kanayan yaralarımı sevgiyle, şefkatle sardım. Kimi zaman uçtum yıldızlara, başarının coşkusuyla bir martı kadar özgür; ancak İkarus gibi insan olduğumu unutup, kanatlarımı kaybetmeden. Kendim de dahil herkese dürüst davranmayı seçtim. Seçimlerimin sorumluğunu üstüme aldım ama onların herkesin seçimi olmadığını kabul ederek. Yolcuyu değil, yolu düşünerek devam ettim Halil Cibran gibi özcesaretimle. “… Çünkü doğru yol, özakıl sahiplerinin yoludur. Göğsüne yüreğinden başka muska takma. Akıl kılavuzun, iman sermayen, amel azığın, sevgi yakıtın, ahlak karakterin, edep aksesuarın, merhamet sıfatın, şeref ve izzet adın olsun.” “… Vahim olan yolcunun, yolsuz olmasıdır; yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal.” Bazen herkesle, bazen de herkese rağmen devam ettim Yol’a. Belki de tek başıma, yüreğimde özsaygımla. BETÜL VAROL
Sigara Alışkanlığı Bir Madde Bağımlılığıdır
İçinizdeki Canavarı Öldürün Metin büyük bir şirketin genel müdürü. Katıldığı iş toplantısı uzadıkça Metin’in gerginliği ve sinirliliği artıyor. Dikkatini bir türlü konuşulanlara yoğunlaştıramıyor. Gittikçe artan huzursuzluğa dayanamayarak toplantı odasını hızla terk ediyor. Koşar adımlarla terasa çıkan Metin cebinden bir kutu çıkarıyor. Kutunun içinden bir kereye mahsus, kullanılıp atılan küçük beyaz “şırıngalardan” birini çıkarıp ağzına dayıyor. Şırınganın içindeki maddeyi yakarak duman haline getiriyor ve kendi bedenine ağızdan zerk ediyor. Oh! Birkaç saniye içinde Metin’in gerginliğinden, huzursuzluğundan eser kalmıyor. Artık rahatlamış bir şekilde toplantı odasına geri dönebilir. Metin bir madde bağımlısı. Kullandığı maddeyi uyanık olduğu zaman diliminde her yirmi-kırk dakikada bir almak zorunda. Bir nedenle maddesini almadığında yoksunluk krizine giriyor Metin. Can, henüz on dokuz yaşında bir delikanlı ve madde bağımlısı. Kullandığı maddeyi alabilmek için annesinin cebinden para aşırmak zorunda. Ailesi Can’ın madde bağımlısı olduğunu bilmiyor. Kendisi de! Can, bağımlı olduğu maddeden günde otuz doz alma ihtiyacı duyacak kadar tolerans geliştirmiş. Nermin, otuz sekiz yaşında bir doktor. Madde bağımlısı hastalarına madde kullanmayı yasaklıyor. Ama hocanın verdiği talkım örneği, kendisi günde on beş yirmi kez salkımı yutuyor. Ve Nermin zayıflık olarak düşündüğü bu bağımlılığından utanç duyuyor. Süheyla orta yaşı çoktan geride bırakmış bir sosyete kadını. Bir elinde cımbız, bir elinde ayna; yüzünde gittikçe […]
Ulu Manitu!
Yeterince kitap okumuştu, artık yazmak da istiyordu. İmlasını daha da geliştirmeliydi, bu yüzden ‘belki de konuşmakla başlamalı’ diye düşündü. Okuduğu kitaplar hakkında, okuduklarının kendinde oluşturduğu düşünce ve inançlar hakkında, belki daha sonra yazacakları hakkında. Aslında “yazacakları” gibi yuvarlak sözcükler yerine ‘yazacağı kitap’ gibi daha net şeyler söylemek ya da yazmak istiyordu içinden, daha da ötesi “yazacağı kitaplar” demeyi arzu ediyordu. Evrene güzel mesajlar vermesi gerektiğini duymuş, inanmış ve hatta deneyimlemeye başlamıştı bile. Hatta daha güzel olmasının yanında daha net, daha anlaşılır, daha doğru da olmalıydı. Hani eskilerin “efradını cami, ağyarını mani” dedikleri cinsten olmalıydı mesajlar. ‘Mesajlar’ sözcüğünü yazarken bile, kendini sürekli frenlemek isteyen inançların hala içinde var olduğunu bir kez daha deneyimleyerek fark etti. İçindeki “kıtlık bilinci”, azla idare etmelisin, o yüzden isterken de, hayal ederken de, azla yetinmelisin, diyordu sürekli. Değiştirmeliydi bu kıtlık bilincini. Yazıyı yazarken bile ‘acaba ipin ucunu kaçırıyor muyum?’ diye düşündü, ya zaman yetmezse, ya gereksiz ayrıntıya girersem, ya toparlayamazsam, diyordu bir taraftan. ‘Ya hu, dostum! sen kendi başına yazıyorsun, kendinle bile sohbet ederken bu kadar kısıtlamakendini, zaman bol, hayal alemi geniş, evren sınırsız, rahat ol, huzurlu ol ki , ol ki yaradan gücün ortaya çıkabilsin. Durdu üç derin nefes aldı burnundan, ağzından boşalttı, hazırdı, yazmaya başladı: Ne diyorduk? Evrene net […]
Asla Benim Başıma Gelmez
Şu anda apartmanınızda yaşayan altı aileden biri alkolizmden etkileniyor. Köprü altı türü alkolikler, alkol bağımlılarının yalnızca yüzde üçünü teşkil ediyor. Diğerleri ev kadınları, sporcular, doktorlar, politikacılar, TV yıldızları, fabrika işçileri, profesörler, memurlar, patronlar… Yani herkes. Çoğu insan alkolizmin ne olduğunu bilmiyor. Çünkü kimi alkol bağımlısı her gün içiyor, kimi ayda bir körkütük olana kadar içiyor. Kimi alkol bağımlısı sadece bira içiyor, kimi viski. Kimi alkol bağımlısı on beş yaşında, kimi altmış. Bu ailelerin içinde çocuklar büyüyor. Bu çocukların yüzde altmış yetmişi de büyüdüklerinde alkol bağımlısı oluyor. Alkolizm nesilden nesle aktarılan bir bağımlılıktır; genetik olarak da ortam olarak da. Alkolizmin ailelerde beş nesil hüküm sürdüğü söyleniyor yani alkol bağımlısı bir aileden gelen sonraki dört nesil içmese bile beşinci nesilde alkolizm yine kendini gösterebiliyor. Araştırmalar, alkol bağımlısı çocuklarının alkol bağımlısı olma ya da alkolik biriyle evlenme olasılığının yüksek olduğunu gösteriyor. Bu olmasa bile çocuklarda duygusal ve psikolojik sorunlara mutlaka rastlanıyor. Bu tür çocuklar duygularını belirlemekte ve ifade etmekte güçlük çekiyor. Kimi çok katı ve kontrolcü oluyor, kimi başkalarına aşırı derecede bağımlı. Yaşamlarında korku ve suçluluk duygusu hâkim olan bu çocuklarda depresyon, aşırı kilo, yakınlık kuramama sıklıkla görülüyor. Bu insanlar çocukluk döneminde her çocuğun ihtiyaç duyduğu sevgi, yardım ve desteği alkolik aile ortamında […]
Bebeğin Doğar Doğmaz Ağlaması Gerekli mi?
Bir okur, bana başlıkta gördüğünüz soruyu yöneltti. Ben de şu soruyu sorayım. Bebeklerin nefes almaları için ağlamaya ihtiyaçları var mı? Ağlamadan da nefes alabilirler mi? Bebeğin doğar doğmaz ayaklarından tutularak baş aşağı çevrildiği ve doktorun poposuna attığı şaplakla avazı çıktığı kadar ağlamasının normal ve gerekli kabul edildiği bir resim vardır çoğumuzun zihninde. Çocuğun ağlaması, nefes aldığının delili olarak görülür. Bebeğin ağlamasının annesini güldürdüğü tek ağlama sesidir bu. İnsan mutluluktan da mutsuzluktan da ağlayabilen bir varlıktır. Yeni doğan bebeğin mutluluktan ağladığını söyleyemeyeceğimize göre, ağlama nedeninin ilk nefesini almasından dolayı değil, şaplağın ve pozisyonun verdiği rahatsızlıktan da olabileceğini de düşünebiliriz.. Siz baş aşağı tutularak poponuza şaplak vurulduğunu hayal edin. Hiç mutlu olmazdınız, bu çaresiz durumunuzu bağırarak protesto ederdiniz değil mi? Bu tür uygulamaların bebeğe hiç de “dünyaya hoş geldin” mesajı vermediği ortada. Düşünsenize, ilk hissettiğiniz dokunuş, ilk ten teması… bir şaplak. Bebeğin doğar doğmaz hayatında ilk deneyimlediği şeyin şaplaklı “şiddet” olması epey stresli olmalı. BÜTÜN BEBEKLER AĞLIYOR MU? Hayır! Doğar doğmaz ilk nefesini alan bütün bebekler ağlamıyor. Sadece ilk hava ciğerlerine dolduğunda sadece bir iki saniye süren hafif bir viyak sesi çıkarıyor, o kadar. Oysa doğar doğmaz birkaç saniye içinde annesiyle ten teması yaşamayan, annesine hemen kavuşamayan bütün bebekler ağlıyor. 1980’li yılların […]
Üstesinden Gelmek Dizisinin 16. Kitabı Çıktı.
Haziran ayında çıkan UYKU ve UYKUSUZLUK SORUNLARI kitabıyla birlikte Ekim 2016’da yayımlamaya başladığımız Üstesinden Gelmek Dizisi on altıncı kitabına geldi. Son yıllarda Britanya’da yayımlanmakta olan ve büyük ilgi gören bu diziden birkaç kitap daha inceliyoruz. Belki önümüzdeki aylarda bu kitaplar da çıkabilir ama şimdiye kadar çıkardığımız on altı kitap beklediğimiz ilgiyi görüyor ve gerçekten de bunu hak ettiğini söylemeliyiz. Britanya’da bu dizinin kitapları otuz beşin üzerinde ve sadece Depresyon kitabının bugüne kadar 200 binden fazla satıldığını belirtirsek nasıl bir ilgi gördüğü anlaşılmış olur. Bu diziden bizim yayımladığımız kitapların da çoğu yeni baskılar yapıyor ve gerek sağlık alanında gerekse akademik dünyada ilgi ve dikkat çekiyor. Hem doğrudan hastalarla yüz yüze olan hekimler hem de akademik uzmanların işbirliğiyle ve tümüyle bilimsel bir temelde hazırlanan bu kitaplar Bilişsel Davranış Terapisi (BDT) adıyla bilinen tedavi yaklaşımını etraflıca tanıtmak ve anlatmakla kalmıyor; aynı zamanda çeşitli nedenlerle hekime, sağlık kuruluşlarına gitmekten uzak duran ve fakat çeşitli psikolojik sorunlardan muzdarip olanların BDT’yi kullanmasına yardımcı oluyor, hatta doğrudan BDT’yi kullanımlarına sunuyor. Yani insanlar bu kitaplar aracılığıyla tedavi oluyorlar; kitaplarda aktarılan yaşanmış örnekleri inceliyor, önerilen pratik yöntemleri uyguluyor ve egzersizleri yapıyor ve sonuçta da dertlerine derman buluyorlar. Panik atak ve agorafobiden stres ve depresyona, mükemmeliyetçilikten anksiyete ve obsesif kompulsif […]
Derin Affediş
Uzaklarda,doğuda bir kasabada buldum, pembe yanaklı bebeği. Çoktan yarım asır bitmiş, unutulmuş. Kucakladım, gözlerine baktım baktım… Bağrıma bastım. Kıvır kıvır saçları, meraklı bakışlarıyla küçük bir kız, taaa İskeçe’de çıktı karşıma. Gözlerine baktım baktım… Elinden tuttum. Van’dan, Ankara’dan yeniyetmeliğimizi aldık kolumuza hep beraber, zehir zemberek hüzünleri, kırgınlıkları terk ettik. Affedince derin, gönülden; anne baba olduk birbirimize, neşeye,sevince dolandık. Her uzun yol bir adımla başlarmış; yeniden, bir daha hayata sevdalandık. Teşekkürler KURALDIŞI Teşekkürler Kuraldışı Dostları ! Mücella Kubilay (Derin Affediş Eğitimi sonrası yazılmıştır.)
Her Çocuk İyi Bir Tohumdur
Bahçenize bir bitki ektiğinizde, köklerinin boyunu ölçmek için onu her gün topraktan ayırmamak daha hayırlı olur…
Uyku ve Uykusuzluk Sorunları
Uykusuzluk çeken insanların anlaşılmadıklarını hissetmeleri az görülen bir durum değildir.İyi uyuyan biri için uyku konusunda karmaşık bir şey yoktur, onun için anlayamazlar ve ne önereceklerini bilemezler. Bu onların duygularınızı paylaşmayacağı anlamına gelmez. Herkesin ara sıra bunun ne berbat bir deneyim olduğunu bilecek kadar kötü uyuduğu geceler olmuştur. Fakat doktorlar da genellikle ne önereceklerini bilmezler. Uykusuzluk çeken insanlar çoğunlukla bununla birlikte yaşamaları gerektiğini hissederler. Bazen depresyonda olabilecekleri öne sürülür ve bu bazen doğrudur. Bazen uykusuzluk onun ne olmadığıyla tanımlanır. Örneğin, “Depresyonda olduğunuzu sanmıyorum” veya “Uyku apneniz olduğunu sanmıyorum” diyerek sizin durumunuzun sadece başka bir şey –muhtemelen zaten bildiğiniz “uykusuzluk” denilen başka bir şey- olduğunu ifade etmek gibi. Burada sinik olmaya çalışmıyorum. Sadece zaman zaman duyduklarımı iletiyorum. Fakat söylediklerimde bir düzeltme yapmama izin verin. Bence doktorlar dirençli uykusuzluk hakkında tavsiye verecekleri zaman işleri olağanüstü zorlaşıyor. Doktorların ikilemi şu: onlar genellikle etkili bir tedavisini bilmedikleri dirençli bir şikâyeti olan sıkıntılı insanlarla karşı karşıya kalıyorlar. Geleneksel olarak, doktorlar uykusuzluk için ilaç reçete ederler. Ne var ki uyku hapları dirençli uykusuzluk için değil, sadece kısa süreli uykusuzluk için salık verilir ve bu hapları, vücutları ilaçların içindeki kimyasal maddeleri daha yavaş parçalayan yaşlılara verme konusunda çekinceler vardır. Bütün bu sözde “hipnotik” ilaçların yararlılığı uzun vadede ispatlanmamıştır, […]
Erken Doğan Bebekler
Bebeğiniz erken doğduysa onun sağlıklı gelişimi için çok şey yapabilirsiniz. 1977 yılında perinatal psikolog Dr. Ruth Rice, günlük dokunma seanslarının erken doğan bebekler üzerindeki etkisini araştırdı. Erken doğan bölümündeki bebekler iki gruba ayrıldı. Deney grubundaki bebeklerin, bütün beden masajı için alt bezleri dahil bütün giysileri çıkarıldı. 28 gün boyunca her gün minik bedenlerine anneleri tarafından her biri on dakika olmak üzere günde dört kez masaj yapıldı. Masajın sonunda beş dakika boyunca anneleri onları kollarında salladı ve sımsıkı kucaklandılar. Masaj yaparken ve kucaklanırken anne bebeğiyle mümkün olduğunca çok göz kontağı kurdu.Kontrol grubuna ise her zamanki rutin hastane bakımı verildi; tabii ki masajsız ve sarılmasız. Dört ayın sonunda (kontrol grubundaki bebeklere göre) deney grubundaki bebekler, hem genel gelişimlerinde hem zihinsel gelişimlerinde hızlı ilerleme göstermişlerdi. Nörolojik gelişimleri ise açık ara öndeydi. Kilo artışı da günde 26 gram daha fazla oluyordu. Ve bu artış daha beşinci günde başlamıştı. Ayrıca, deney grubundaki bebekler birbirleriyle de daha ilgiliydiler.Bu araştırmadan sonra Dr.Rice ilk bilimsel masaj programını geliştirdi. Türkiye’de uygulanıyor mu bilmiyorum ama “Rice Bebek Duyusal Motor Uyarısı” adı verilen bu program bugün erken doğan ünitelerinde yaygınca uygulanıyor. Manzaralı Rahim Antropolog Ashley Montagu, bebek “manzaralı rahim” beklentisiyle dünyaya gelir, der. Erken doğan, gelişim için dokunulmaya, ritme, basınca ihtiyaç […]
Yitik
Her şeyinin tam olduğunu düşündüğün halde, Anlamsızca boşluğunu hissettiğin şey; Aslında, Yitirdiğin kendinsin. Kendince çok şeyler görüp, geçirmişsin, Oysa şu an bir yönden, Çocukluğundan da gerisin. Erse de başın göğe, Yetse de gücün çok şeye, Akıl erdiremezsin bir türlü, Sol göğüs çaprazında Hissettiğin eksiğe. Giderken alıp başını, çaresiz. Gidemezsin, Gitmek istemezsin ardından, O senden habersiz, O içinden gidenin. Zira engeldir, aranızda, O kendini bilmez, O baş döndürücü kibrin. Değerin, kerametinle menkul, Sevgin sanki sadaka, Tavan da yapsa ‘kendi’ne güvenin, İltifatı-ı muhtelif’lerden sari, Belki de yer ile yeksandır, ‘Öz’üne olan güvenin. İstediğin kadar kaç, Yettiğin kadar kovala, En fersah eriştiğin mesafede, Karşına aldığındır aslında, ‘O’ dediğin ‘ben’liğin. Dikme başını öyle yukarı, Esse de kavak yelleri, bazı bazı; Eğil, kalk, dön, bak, Dön, bak, sarıl baştan, Şah damarından da yakındır, zira, Uzak sandığın gençliğin. Var farkına farkındalığın, Hatırla önemine binaen, Yaşamda yitirsen de her şeyini, Başlayabilmen için yeniden. Kim olduğunu, Nereden geldiğini, Nereye ait, Neredeyken özgün, Nasılken ‘özgür’ olduğunu, Emin ol, en iyi sen bilirsin. Olmak istersen daha da emin; Bak yeniden, ara, bul, yarat, Ne yap, ne et, eyle, Dön; Sor, yitirdiğin kendine, O bilir. Neyi nerede unuttuğunu, Yanlış yollar tuttuğunu, Nereyi eksik ördüğünü, Nasıl da yanlış gördüğünü, Aslında kendi defterini, […]
Özönem ve Özen
Kendini önemli bulan insan, diğer insanlara da önem verir. Onların söylediklerini dikkatle dinler, yazdıklarını dikkatlice okur, taleplerine özenle karşılık verir. Kendine/özüne önem vermeyen kişi, hayatı sallapati yaşar, eleştirileri dikkate almaz, geçiştirir; dinlerken de, okurken de, yazarken de, konuşurken de özensizdir. Sosyal medyada beğendiğimiz bir yazıyı gerçekten satır satır okuyarak, anlayarak, ulaştırmak istediği mesajı anlayarak mı okuyor, değerlendiriyor ve beğeniyoruz; yoksa, “hadi hatırı kalmasın” diye mi beğen düğmesine tıklıyoruz? Belki yazıyı sonuna kadar okumadan, o an ilgimizi çeken kısmından ötürü böyle yapıyoruz. Belki yazıdaki bir paragraf ilgimizi çekiyor ve yakınlarımızın bundan haberdar olması için elimiz ‘paylaş’ düğmesine gidiveriyor. Sonra, sanalda paylaştığımız o bilgi ile ilgili olarak gerçek hayatta karşılaştığımız bir arkadaşımız bize şöyle sorabiliyor;- hani geçenlerde paylaştığın o yazıdaki şu tanımlamayı anlayamadım, açıklarsan sevinirim. Biz de;-Hangi yazıydı? Haa şeyy..ya da -Öyle mi yapmışım? hatırlayamadım şimdi? gibi cevaplar vermek zorunda kalabiliyoruz. Yazıyı okumadaki özensizlik, hem paylaşıma, hem gelen talebe karşılık verdiğimiz cevaba yansıyor. Sonuçta hem muhataplarımıza, hem kendimize özensiz davranmış oluyoruz. Kendimizi özen gösterilmeye değmeyecek kadar önemsiz hissedebiliyoruz. Sonunda da, ne onlar, ne de biz tam anlamıyla mutlu olabiliyoruz. Halbuki; muhatabımızı biraz daha özen ve dikkatle dinlesek, yazdıklarını satır satır dikkatle ve ne anlatmak istediğine odaklanarak okusak, fazladan birkaç dakikamızı alacak belki ama, daha […]
Ataç’ı Bozun!
Ataç’ı Bozun! “…aslında ataç olduğunuz kişi gerçekten kişinin kendisi değildir. Ataç olduğunuz şey, o kişiyle yaşadığınız deneyimler ve sizde yarattığı titreşimlerdir.” İngilizce’de “attachment” diye bir sözcük vardır. Tam tercümesi o kadar zordur ki, duruma ve koşula göre kullanmak gerekir. Zira bir yandan bağlılılık, bağımlılık anlamına gelir; bir yandan üzerinize yapışan şey anlamına, diğer yandan omuzlarınızdaki yük anlamına dahi gelebilir. Bundan sonra bu hale Ataç Olma hali diyelim. Hayat bazen tam bir eziyet, çile haline gelebilir. Bunun baş nedeni ise tatminsizliktir. Tatminsizizdir çünkü gerçek anlamıyla etrafımızda olan bitenin doğasını anlayabilmiş değilizdir. Bunun nedeni ise evrende var olan her şeyin birbirine bağlı oluşunu idrak edemeyişimizdir. Her şeyden ayrı ve farklı tuttuğumuz ve varlığına inandığımız bir “BEN” vardır ve bu Ben’e olan inanış iki ayrı sebep daha doğurur. Kendimizin diğer şeylerden ayrı olduğu inancı beraberinde ataç olduğumuz, bağlandığımız, bağımlılık haline getirdiğimiz, tutunduğumuz, bel bağladığımız, yapışıp kaldığımız ya da üzerimize yapışıp kalmasına izin verdiğimiz şeyi getirir. Ya da tam tersi ayrılığı, ötekileştirmeyi, nefreti ve uzak durmayı… Eziyet çekmemek ise elimizdedir. Hayatı eziyet haline dönüştüren bağlılık ve ayrılığın yanılgı ve cehaletinden kendimizi kurtarabilirsek, o zaman herkesin ağzına sakız ettiği Nirvana’ya ulaşabiliriz. Eğer “ataç olma” hayatı tatminsiz duruma sokuyorsa, o zaman “ataçı bozma” hayatı tatminkâr hale […]
Hediye ‘An’da Saklı
Dinlemeyi biliyor muyuz? Aktif dinleye-biliyor muyuz? Dinlemeden bilmek mümkün mü? Bilerek dinlemek ne demek? Dinlerken ağzımız dolu ise karşımızdakini duyamıyoruz. Konuşacağımız şeye odaklıysak karşımızdakini dinleyemiyoruz. Karşımızdakinin anlattığı şeyle ilgili daha önceden ezber bir bilgimiz varsa, aynı şeyleri söyleyecek sanabiliyor ve aktif olarak dinlemeyebiliyoruz. Aktif dinleme nedir? Aktif dinleme öncelikle görsel, işitsel, kinestetik olarak orada ve o anda olmayı gerektirir. O anda bedenimiz orada ama zihnimiz başka yerde ise, bedenimiz orada ama zihnimiz anlatılanla değil, başka şeyle meşgulse, bedenimiz orada ama gözümüz başka şeye bakıyorsa, bedenimiz orada, gözümüz anlatıcıya bakıyor ama kulağımız çevredeki diğer seslerle ilgili ise aktif olarak dinlemiyoruz demektir. Aktif dinlemenin ilk şartı, bedensel ve zihinsel olarak orada olmaktır. İkinci şartı anda olmaktır. An sözcüğü bir süreci, bir çizgiyi değil; bir hali, bir noktayı belirtir. Anda olur ve aktif dinlersek an-larız. Anladığımız şeyi de ileride kolaylıkla hatırlar, anı-larız. Anlamak sözcüğünün İngilizcesi ‘understand’, ‘altında-durmak’ anlamına gelir. Bunun anlamı, dur ve dinle, anda ol ki anlayasın. ‘An’ sözcüğünün İngilizcesi ‘present’, aynı zamanda ‘hediye’ demek. Ancak anda olduğumuzda anlatılanın içindeki hediyeyi alabiliriz. Andan koptuğumuzda ya geçmişe takılırız ya da geleceğe tutunuruz. Anın hediyesi de elimizden kayar gider. Sonra bir bakarız ellerimiz boş. Anlamsız bir sohbet olmuş. Sohbete ilk oturduğumuzda ne halde isek, […]
Bebeğinizle Bağ Kurmak Geciktiğinde
Bebeğin hayatının ilk saati en önemli olmak üzere özellikle ilk dokuz ay anneden ayrılmaması, gelişimi için kritik önem taşıyor.
Hayatı “Anneden” Öğrenmek
Sevmek için çok şey var. -Tibet Kabadayı Anneciğim, okuldan döndüğümde seni görünce çok iyi hissediyorum. En çok yanaklarını seviyorum. Öpülüyor. Yüzünü ve ellerini de çok seviyorum. Ellerin her şeyi tutuyor. Bacaklarını da çok seviyorum. Onlar seni yürütüyor. Omuzlarını ve sırtını da çok seviyorum. Onlarla beni taşıyorsun. Kahkahanı seviyorum çünkü o zaman komik oluyorum. Eğleniyorsun. Başkalarının tatlılıklarını fark edelim. -Nazım Soydan Annem sevginin pek çok şekilde ifade edilebildiğini söylüyor. Başkalarına sevgimizi göstermek için boya kalemlerindeki renkler kadar çok yol olduğunu söylüyor. Bunu düşününce şunları buldum: Bugün çekmeceden temiz bir bluz alıyorsam, birisi onu benim için sevgiyle yıkadığındandır. Ütülemiş bile olabilirler. Susadığımda buzdolabında süt ya da meyve suyu oluyor, çünkü birileri alışverişe gidecek kadar beni seviyor. Bir arkadaşım telefon ettiğinde annem gelip haber veriyor, bu kadar küçük bir şey bile çok sevecen bir hareket. Her insan senin öğretmenindir. -Rüzgar Kaya Annenin, hayatındaki herkesin çok özel olduğunu sana hiç hatırlatması gerekti mi? Bazen kız kardeşimi hiç sevmiyorum. Keşke hiç doğmasaydı dediğim bile oldu. Sonra bunu dilediğim için gerçekten korktum. Bu senin başına geldi mi hiç? Tam lazım olduğu anda saç fırçamı kırdığında ya da en sevdiğim kalemlerimi aldığında, özel olduğunu hatırlaması biraz güç oluyor. Annem, her birimizin Tanrı için çok özel olduğunu, bunun […]
Rüyalar, Tesadüfler, Hayaller
“Sadece bir rüya” ya da “sadece bir tesadüf” veya “sadece bir hayal” dediğiniz olmuştur mutlaka. Ama sözünü ettiğiniz şeyler gerçekten “sadece” o kadar mıydı? Bunlardan ibaret miydi? Üç eşsiz güç: Rüyalar, tesadüfler, hayaller… Bunlardan gelen mesajları kullanmaya karar verdiğimizde olağanüstü rehberlik, şifa ve enerji kaynaklarıyla bağlantı kurmaya başlarız. Ayrıca iki dünyanın vatandaşı oluruz. Günlük hayatın hayhuyunda telaştan, stresten, başkalarının beklenti ya da plan programına göre yaşamaktan daha derindeki anlamıyla bağlantımızı yitiririz. O anki düşünüş ve oluş seviyemizde çözülemeyen sorunlarla çevrilir etrafımız. Olayların gizli düzenini kavrayamayız. Derindeki gerçekliğe ulaşma ve oradan olağan dünyaya armağanlar getirme sanatı olan sihre yabancılaşırız. En kötüsü de kim olduğumuzu unuturuz. Çeşitli listelerde ve özgeçmişlerde yazanın ötesinde nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi bilmeyiz. Yaşamlarımızın daha derin bir amacı olabileceğini, daha büyük bir hikayenin bir parçası olabileceğimiz hatırlamayız. Rüyalar, tesadüfler ve hayaller yoluyla, görünen dünyanın ötesinde bir dünyanın var olduğunu, kimliğimize ve kim olacağımıza yeniden uyandığımız yerin orası olduğunu hatırlamaya başları. O dünyaya yeniden uyanmak siyah beyaz yaşadıktan sonra renkleri keşfetmek gibidir. O dünya aslında bizim üç boyutlu gerçekliğimizin içinde salındığı çok boyutlu evrendir. Bilim o dünyanın orada olduğunu biliyor ve oradaki fiziksel duyular dünyamızda meydana gelecek olan tüm olayların gizli kaynağı olabilir. Üç eşsiz güç aracılığıyla yaratıcı yaşamın […]
Çocuğunuzu Resimlerinden Keşfedin
“7 yaşındaki Defne, en küçükleri birkaç aylık olan dört çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu. Babası kısa süre önce evi terk etmiş. Defne bu gidişten pek etkilenmiş görünmüyor; gel gelelim o zamana kadar parlak olan notları dibe vurmuş. Defne, serbest konulu çok hoş bir resim çizmiş: Bir evin etrafındaki çiçekler, ağaçlar, çayırlar, kuşlar ve kuş yavrularıyla oldukça uyumlu pastoral bir sahne. Daha iyisi hayal edilemez, parıltılı renkler güzel, mavi, bulutsuz bir göğün altında birbirlerine geçiyor… Daha dikkatli baktığımızda, bazı ayrıntılar bu sükûnet ve yumuşaklık izlenimini kırmaya başlıyor: Kelebeklerden biri ikiye ayrılmış, bir kanadı kırmızı diğeri sarı; ev sanki kendi içine kapanmış gibi, duvarlar ve çatıdaki ikişer çizgiyle belli edilmiş; kuşların yuvası ağacın ucunda dengesiz bir halde; mavi kuşun (yavruların annesi?) ve yavru kuşların kanatlarının kenarları siyah. Defne o kadar büyük bir sıkıntı içinde ki neşeli bir pastoral sahneyi bile sıkıntısını ifade etme aracı olarak kullanıyor. Sorun oluşturan şeyleri siyahla çevrelemesine veya ikişer çizgiyle belli etmesine bakılırsa Defne, tüm enerjisini yas tutmaya sevk etmiş. Derinden incindiği halde güçlü karakterinin etkisiyle tüm enerjisini bu durumu gizlemek için sarf ettiğini ve okuldaki başarısını ikinci plana ittiğini görebiliyoruz.” Sizin çocuğunuzun resimleri ne anlatıyor? Psikologların çocuğu daha iyi tanımak ve kişiliğini değerlendirmek için başvurduğu yöntemler (oyunlar, […]
Dört Anlaşma’nın Yazarından BİLGELİK EL KİTABI
Kızım Audrey yedi yaşına geldiğinde masal kitabı almak üzere onu semtimizdeki kitapçıya götürmüştüm. Çocuk kitapları bölümüne yürürken babamın kitabı Dört Anlaşma’yı fark ettim. “Kitapevimizin Seçtikleri” rafında dikkat çekici bir şekilde sergilenmişti. Gülümsedim, gurur ve sevinçle baktım kitaba ve ilk yayımlanışı üzerinden geçen bunca yılın ardından insanlara hâlâ hitap etmesini hem hayret hem de hayranlıkla karşıladım. İlk çıktığında kitabevlerinde aradığımı hatırlıyorum, hiçbirinde bulamamıştım. Birkaç ay boyunca çeşitli dükkanlara baktım, hepsinden de elim boş çıkmıştım. Şimdi tuhaf gelebilir ama o vakitler günün birinde herkesin göreceği şekilde raflarda yer aldığını görür müyüm diye merak ediyordum. Yayımlandıktan bir yıl sonra kitaba ilk kez Berkeley, California’da bir kitapevinde rastladım. Öyle sevinmiştim ki, yüzüme yerleşen gülümseme birkaç saat boyunca silinmedi. Babamın son birkaç yılda yaptığı yolculuğa hatırlayınca Audrey’ye dönüp, “Büyükbabanın öğüdünü almak ya da onunla bağlantı kurmak istersen tatlım” dedim, “o da çok uzaklarda olursa, her zaman bir kitapçı ya da kütüphaneye gidip onu bulabilirsin. Yaşam ve sevgiye dair ne biliyorsa kitaplarının sayfalarında seninle paylaşacaktır; sana yardımcı olmak üzere hep orada olacaktır.” Bunu söyleyebilmek çok güzeldi, ailemizin kuşaklar boyu paylaştığı sözlü gelenek hâlâ yaşıyordu ve çocuklarım da dahil, yardım isteyen herkes için oracıktaydı. Bir yandan da, babamın bilgeliğinde kitaplarına aktarabildiğinden fazlasının olduğunu biliyordum. O anda günün […]
Feng Shui Annesi
Doğum sadece bebek yapmakla ilgili bir şey değildir. Aynı zamanda kendine güvenen, içindeki güce inanan sağlam, yetkin ve kabiliyetli anneler yapmakla ilgilidir. Barbara Karz Rothman Annelik yolculuğu ile Feng Shui’nin ne alakası var? Nedir bu terimin anlamı? Feng Shui (‘‘feng şui” diye okunur) eski bir Çin felsefesidir. İnsanların çevre ile uyumunu konu alır. Doğa, içinde yaşadığımız fiziksel ortam dahil, gözle görülmez bir enerjiyle –çi, diğer bir değişle yaşam gücüyle – canlıdır fikri Feng Shui’nin temelidir. Bu kitapta Feng Shui kavramı fiziksel ortamın ötesinde bir alanı, zihinsel ve ruhsal ortamınızın ve tüm bunlarla birlikte canlı olan yaşam enerjinizin onurlandırıldığı bir hayatı kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Feng Shui Annesi isimli kitabım, hayatınızdaki üç temel alanda –fiziksel, zihinsel ve ruhsal alanlarda- hareket halindeki enerjiyi nasıl besleyeceğiniz ve nasıl dengeleyeceğiniz konusunda destek sunuyor. Böylelikle doğuma ve anneliğe doğru daha dengeli, daha güçlü, daha sakin bir yolculuk yapmanıza yardımcı olmayı hedefliyor. Ayrıca bu enerjinin dengesi bozulduğunda tekrar dengeyi yakalamak için neler yapacağınızı da öğreneceksiniz. İşte budur Feng Shui Annesi olmak; varoluşunuzun bütün alanlarında akan dengeli ve uyumlu yaşam enerjisine sahip olmanın nasıl bir his olduğunu ve bu enerjiden uzaklaştığında tekrar akışı yakalamayı bilmektir. Feng Shui Annesi Feng Shui’nin Beş Elementini Nasıl İfade Eder? Feng Shui felsefesi […]
Bu Bahar Herhangi Bir Şey Diktiniz mi?
Kışın renkleri birer birer siliniyor, bahara özgü cesur renkler çiçekler aracılığıyla orada burada karşımıza çıkıyor. Balkonlar, bahçeler, ağaçlar, kaldırım kenarları, sokaklar… Baharın çağrısını duyan kulak veren herkes, küçücük metrekarelerde bile olsa, saksılarına bir şeyler ekme hevesinde. Emeklerimizin eseri olacak canlıları yetiştirme içgüdümüzü görmezden gelmeyip ruhumuzu doyuracak “toprak terapisine” daha çok zaman ayırdığımızda şifalı bir şey yapmış, toprağın sihirli iletişimine kapımızı açmış oluyoruz… Düşünün bir: Yaşamı anlatmak için tohum diyoruz, cenneti anlatırken “bahçe” diyoruz, az önce yediğimiz meyvenin çekirdeğinde gizlenen bir hayat faaliyeti olmasına “mucize” diyoruz. Peyzaj mimarı Tülay Oran, emeklerinizin eseri olacak canlıları saksılarınızda, bahçelerinizde veya pencere önlerinde yetiştirirken bilmeniz gereken püf noktalarını anlattı. Sevginizi ve ilginizi eksik etmeyeceğiniz bahçelerinizi düzenlerken bu bilgileri aklınızda tutsanız iyi olur. Buyurun okumaya: Ekim, dikim işleri ne zaman başlar? Cemreler düştü, soğuklar bitti. Kısacası toprak dikim ve ekim işlerine hazır hale geldi. Çiçek marketler, pazarlar, seralar rengarenk çiçeklerle doldu. Size tavsiyem, seçiminizi yaparken balkon bahçe veya terasınızın güneş ve gölge durumunu göz ardı etmemeniz. Peki, tohumlar? Türüne göre değişir ama genel olarak şubat-mart ayları diyebiliriz. İçinde bulunduğumuz Nisan ayı içerisinde Zinnia, kadife çiçeği, kosmos gibi iri tohumlu bitkileri hazırlamış olduğunuz çiçek tarhlarına serpiştirin. Üzerini ince bir toprak tabakası ile örtüp yağmurlama yöntemi ile sulayın. […]
Üstat
Bir zamanlar bir üstat varmış. İnsanlar konuşmasını dinlemek için toplanmış. Söyledikleri harikulade imiş, sevgi sözcükleri ona kulak veren herkesin ta yüreğine işlemiş. Kalabalığın arasında bir adam, Üstadın ağzından çıkan her sözcüğü dinlemiş. Gönlü yüce olduğu kadar alçakgönüllüymüş de. Üstadın sözleri bu adamı öylesine derinden etkilemiş ki onu evine davet etmek istemiş. Üstat konuşmasını bitirdiğinde kalabalığın içinden geçerek karşısına çıkan adam gözlerinin içine bakarak “Meşgul olduğunu, herkesin senin ilgini istediğini biliyorum” demiş, “Biliyorum, sözlerimi dinleyecek pek zamanın yok. Ama yüreğim öylesine açık, sana duyduğum sevgi öyle büyük ki seni evime çağrmak, senin için en güzel yemekleri hazırlamak istiyorum. Çağrımı kabul etmeni beklemiyorum ama içimdekileri sana bildirmeden edemedim.” Adamın gözlerinin ta içine bakmış Üstat, yüzü gülüşlerin en güzeliyle aydınlanmış ve “Hazırlığnı yap” demiş, “Evine geleceğim.” Bu sözcüklerin adamın yüreğinde yarattığ sevinç çok büyükmüş. Üstada hizmet etmek, sevgisini dile getirmek için zamanın geçmesini sabırsızlıkla beklemiş. Yaşamının en önemli günüymüş bu; Üstat evinde, onunla birlikte olacakmış ya. Yiyeceklerin, şarapların en iyisini almış, Üstada armağan edeceği giysilerin en güzellerini seçmiş. Sonra hazırlıklarını tamamlayıp Üstadı ağrlamak için evine koşmuş. Bütün evi temizlemiş, yemeklerin en lezizlerini pişirmiş, güzel mi güzel bir sofra kurmuş. Üstat çok geçmeden orada olacağ için yüreği sevinç doluymuş. Kapısı çalındığnda kaygı içinde beklemekteymiş […]
Kendinle Zorun Ne?
Hayatınızı belirleyen ağzınızdan çıkan değildir; en güçlüsü kendinize fısıldadığınızdır. -ROBERT KIYOSAKI Kendimizle savaşmaya, didişmeye son vermek yaralarımızı iyileştirmenin ve yüreğimizi dünyaya açmanın anahtarıdır. Ancak silahlarımızı bırakmak ve kendi varlığımızı sevmeyi öğrenmek hayatta karşılaştığımız en büyük sınav olabilir. Yargılama ve eleştirinin iç sesi susmak bilmeyebilir ve bizi gerçeğin bu olduğuna acı verici bir biçimde ikna edebilir. Romancı Anne Lamott’un ifadesiyle, “Zihniniz tek başınıza girmekten çekindiğiniz tekinsiz bir semt olarak kalabilir.” İçinize bakmaya başladığınızda ne görüyorsunuz? Kendinize karşı ne kadar cezalandırıcı olduğunuzu. Zaaf ve güvensizlikleriniz karşısında ne kadar acımasız, olduğunuzu. Söylediğiniz, yaptığınız her şey konusunda ne kadar yargılayıcı olduğunuzu. Yeni bir şeye girişecek olduğunuzda daha başından kusursuz olmak gibi akıldışı bir beklentiye girdiğinizi. Bir şeyleri öğrenirken hata yapmak ve kargaşa ortasında kalmak gibi olağan durumlar karşısında kendinizi haşince hırpaladığınızı. İçinizdeki eleştirmenin hayatınızı perişan ettiğini…. Tüm bunlara odaklanmayı sürdürecek olursanız kendinizi umutsuz, öfkeli, değersiz ve depresif hissetmeye devam edeceksiniz. Nokta. Bugünden itibaren önünüze koyduğunuz gerçekleştirilmesi imkânsız standartları kökünden sökme sürecine koyulmanız gerekiyor. İçsel eleştirmenin saldırılarından daha az etkilenmelisiniz. Bunun yöntemleri var. Nasıl olacağını kitabımda açıkladığım araç ve teknikler size gösterecek. İşte size kitaptaki onlarca uygulamadan sadece biri: UYGULAMA İyi Tarafından Bakmak Halka açık bir yerde oturup beş dakika boyunca etrafınıza bakın ve hoşlanmadığınız, […]
Muhtemelen Dünyanın En Farklı Çocuk Kitabı
Kış Kitabı’yla başlayan wimmel serimiz, Bahar Kitabı’yla devam ediyor. “Bir buluş” olarak nitelendirilen bu kitaplar yıllardır tüm dünyada o kadar çok talep görüyor ve tavsiye ediliyor ki, Türkiyeli okurlar da bu hayranlığı paylaşarak bu “ilginç” kitapları bir şekilde yurtdışından bulup getirtti ve yıllarca evlerinin baş köşesinde tuttu. Evet, wimmel kitaplarının en büyük özelliklerinden bir tanesi rafa kalkmamaları! Şimdi güzel bir haber daha: Artık bu kitaplar Türkiye’deki her kitapçıda bulunuyor! Peki Wimmel Ne Demek? Almanca wimmel kelimesi “bol olmak, kaynamak” olarak çevrilebilir. Bu nedenle wimmelbuch, yoğun resimli bir bolluk kitabıdır. Popülerliği nedeniyle bu terim son yıllarda bir markaya dönüşmüş, wimmel olarak nitelendirilmeyecek kitaplar bu başlıkla sunulmaya başlamıştır. Karakterin çokluğuna ve bitmez tükenmez zengin materyal, bir derecede düzensizlik ve kaosa da işaret eden kitaplardır. Wimmel kitapları tipik oyun kitapları kategorisinde sınıflandırılmaz çünkü açık kuralları ve talimatları yoktur. Dört mevsim ve bir yaz gecesinden geçen wimmel kitaplarından her biri, aynı şehirde aynı rotada geçer ve şehrin sakinlerinin faaliyetlerini anlatır. Mekan sekansları seri boyunca aynıdır. Fakat karakterlerin farklı etkinliklerde bir araya gelip tanışmalarına yer verilir. Kimileri sayfaların akışı içinde, kolaylıkla fark edilmelerini sağlayan kısmen istikrarlı bir yol izler ve böylece devamlılık sağlarken, kimileri arka plandan ön plana çıkar, kaybolur veya belirir. Wimmel kitaplarını tek […]
İyi Çocuk Kitabı Deyince
İyi çocuk kitabı, yeryüzünün şeffaf ve gerçek dünyasına aydınlık pencereler açar. Kalbinin bir köşesinde tuttuğun o kitapları bir düşün. Sen, o kitaplardan açılan pencereler yardımıyla, “yaşamın gizlediği güzelliklerle” tanıştın; bütün karmaşıklığı, sadeliği, evrenselliğiyle insanı ve doğayı anladın. Kalbin ve aklın sağgörü kazandı. Bugün de hazine bulmuşçasına evine götürdüğün o kitabı çocuğuna okumanı sağlayan şey aynı: içindeki çocukla iletişimini sürdüren bir yetişkin. Yetişkinlerin unuttuğu çocuk ruhunu, dilini, duygularını, düşünme biçimini anımsayan bir yazar… “Görmüş geçirmiş” ancak özüne küsmemiş bir yaşı büyükle; henüz yolun başındaki şaşkın, meraklı, heyecanlı, delidolu, ışıltılı bir yaşı küçüğün muhteşem iletişimi, oyunu… Çocuk kitabı, çocuğun aileden gördüğü sevgiye eşlik eden en güzel araçlardan biridir. Kitaptan bir el uzanır ve bizi bir düşe, bir oyuna çağırır. Ve muhteşem dostluk o an başlar… Hayal gücünün sınırsızlığında süregiden bir dostluk. 20. yüzyılın Andersen’i olarak ün salmış Yunan yazar Eugene Trivizas, hayal gücünün yaratıcılık üzerindeki etkisine ilişkin bir konuşmasında şöyle diyor; “Atina’da, kitap kahramanlarımdan oluşan bir sergi hazırladık ve kahramanlardan ‘Görünmez Yeşil Kanguru’nun sergilendiği kapalı camekânın önüne ‘Görünmez Yeşil Kanguru. Dokunmayın!’ yazdık. Yazıyı gören çocukların çok eğlendiğini gözlemledim. Ancak birkaç yetişkin, yanıma gelip ‘Bu nasıl bir şey, Bay Trivizas. Görünmez Yeşil Kanguru nerede!!’ dedi. Kuşkusuz, Trivizas’ın en çok şaşırdığı şey, büyüdükçe yiten […]
Çocuğunuzun Sahibi Değilsiniz
Diyet yaptığınız bir dönem eşiniz sizi bir kutu pastayı yerken yakalıyor ve bir daha pastaneye gidememeniz için arabanızın anahtarlarına el koyuyor. Nasıl hissedersiniz? Ya da bir arkadaşınızla çıkacağınız öğlen yemeğine geç kaldığınız için arkadaşınız en sevdiğiniz takınızı ona vermenizi istiyor. Şimdi nasıl hissediyorsunuz? Disiplin” olarak düşündüğümüz şey, yıkıcıdır Amacımız çocuğumuzu eğitmekse, disiplin eğitimin düşmanıdır. Eşanlamlı olmak şöyle dursun, hemen herkesin inandığının tersine, disiplin ve eğitim farklı dünyalara aittir. Buna örnek olarak çocukken odanıza gönderildiğinizde, en sevdiğiniz televizyon programı kapatıldığında, cezalandırılıp arkadaşlarınızı göremediğinizde, telefonunuz elinizden alındığında, azar işittiğinizde ya da tokatlandığınızda ne hissettiğinizi düşünün. İyi hissettiniz mi? Size öğretilmesi amaçlanan şeyi kendiliğinizden yapmaya başladınız mı? Hayır, “Ebeveynlerimin dediği olur, o yüzden onları kızdırmamalıyım” diye düşünmeyi öğrendiniz. Büyük olasılıkla ebeveynlerinizin diğer yetişkinlere, iş arkadaşlarına ve hatta ev hayvanlarına bile sizden daha fazla saygı gösterdiğini de öğrendiniz. Disiplin, akla yatkın olmayıp daha çok ebeveynlerin kaprisleriyle ilgili göründüğünden çocuklarda her zaman içerlemeye neden olur. Zorunda bırakıldıkları için isteklerimizi yerine getirseler de taleplerimize, ama en fazla da mesajı ileten bizlere karşı içten içe bir direnç geliştirirler. Dirençleri ya da en iyi olasılıkla gönülsüzlükleri ebeveynin kontrol ihtiyacını yoğunlaştırır; çünkü ebeveyn çocuğunu sıkı tuttuğu ölçüde terbiye vereceğine inanıp çocuğun üstünde baskı uygular. İşte bu direnç, öğrenmenin, gelişmenin ve […]
EFT ile Kilo Vermek
Yıllarca kilo vermenin tüm sorunlarımın yanıtı olduğuna emindim. O elbiseye ya da kot pantolona sığdığımda, mutlu olacak, kariyerimde yükselecek ve sevgili bulacaktım. Ama ancak kilo verdikten sonra. Ancak artık böyle görünmediğimde. O zamana kadar, biri resmimi çektiğinde, panikleyip ellerimi stratejik şekilde nefret ettiğim yerlerime koymaya gayret ederdim. Ya da ellerim o yerleri kapatacak kadar büyük değilse, resmi sadece yüzümün görüneceği şekilde kırpardım. Duygusal açıdan ufalarak insanların kendimi fiziksel açıdan ne kadar büyük hissettiğimi fark etmemesini sağlardım. Kilo vermekle ilgili kitaplar, egzersiz ekipmanları ve diyet gıdaları almaya devam ederdim. Tanıdık geliyor mu? Kilo vermek, milyar dolarlık bir sektöre dönüşmesinden de açıkça görülebileceği gibi, kültürel bir saplantıya dönüştü. Tahminlerime göre, bu kitabı seçtiyseniz, muhtemelen kilo vermenize yardım edecek bir şey için ilk kez para ödemiyorsunuz. Bu kitabı yazmam ilk istendiğinde, mutfağımda yere oturup hıçkırarak ağladım. Yolculuğu böylesine alenen paylaşma fikri beni şoka uğrattı. Ayrıca kilo verme sektörünün bir parçası olarak görünmek istemiyordum. Ben böyle biri değilim ve böyle bir kariyer istemiyorum. En sonunda yazmayı kabul etmemin nedeni, paylaşmak istediklerimin standart bir kilo verme kitabında bulacağınız şeyler olmadığını bilmemdi. Diyet yapmaya İNANMIYORUM ve sizin için izleyeceğiniz bir egzersiz planım yok. Bunların yerine, kadınları benim de yaptığım ve binlerce danışan ve öğrenciye rehberlik ettiğim […]
Uzun ve Mutlu Yaşamın Sırrı: İkigai
İkigai, hayatın zevklerini ve anlamlarını ifade eden Japonca bir sözcük; “İki” (yaşamak) ve “gai” (neden) sözcüklerinden oluşuyor. Japon dilinde ikigai farklı bağlamlarda kullanılır, ufak, gündelik şeyler kadar büyük hedef ve başarılara da uygulanabilir. O kadar yaygındır ki, insanlar özel anlamını düşünmeden gündelik hayatta kullanır. En önemlisi, ikigai, mesleki yaşamınızda başarılı olmanızı şart koşmaz. Bu bakımdan, yaşamın çeşitliliğini kucaklayan son derece demokratik bir kavramdır. İkigai sahibi olmak başarı getirebilir, doğrudur ama başarı ikigai sahibi olmak için gerekli bir koşul değildir. O hepimize açıktır. İkigai küçük şeyler âleminde yer alır. Sabah serinliği, bir fincan çay, ışık huzmesi, balkon bahçenizdeki çiçeklerle ilgilenmek… Yalnızca tüm bu yelpazenin zenginliğini görebilenler onu gerçekten takdir edip tadına varabilir. Bu önemli bir ikigai dersidir. İnsan olarak değerimizin ve özdeğerimizin öncelikle başarımızla ölçüldüğü bir dünyada, birçok kişi gereksiz bir baskı altındadır. Sahip olduğunuz değerler sistemi ancak somut başarıya –bir terfi ya da kârlı bir yatırım gibi- dönüşürse onun değerli ve yerinde olduğu duygusunu taşıyabilirsiniz İkigai, “sabah yataktan kalkma nedeni” olarak da ifade edilir. Yaşamaya sizi sürekli teşvik edendir. Her yeni günü karşılamaya can attığınız bir yaşam iştahının kaynağı da diyebilirsiniz. Kitabımızda göreceğimiz gibi, Japonların yola devam etmek için pek öyle debdebeli motivasyonlara ihtiyaçları yoktur, daha çok gündelik yaşamları içindeki […]
Geçmiş Asla Sona Ermez
Bir psikoterapist olarak işimin esaslı bir kısmını (bana geldiklerinde geçmişlerinin bugünkü ilişkilerinde ne denli canlı bir biçimde yer aldığını fark eden) danışanlarıma rehberlik etmek oluşturuyor. Çoğumuz geçmişi arkamızda bırakıp ilerlemek istememize rağmen, hayatımızı ebeveynlerimizin veya aramızda çözümlenmemiş sorunların olduğu başka önemli kişilerin rollerini yeni insanlara vermeye devam ederek sürdürürüz. Freud bu olguya “aktarım” (transferans) adını vermişti. Aktarım yaptığımızda; geçmişte hissettiklerimiz ve inandıklarımız şimdi kurduğumuz ilişkilerde yeniden ortaya çıkar. Aktarım bilinçsizdir; esasen, kişiliklerin karıştırıldığı bir durum yaşadığımızı, şu anda hayatımızda olan birini geçmişte hayatımızda olmuş birinin yerine koyduğumuzu fark etmeyiz. Aktarım örneklerinden biri, doktoruna aşık olan kadın hastadır. Erkek doktor naziktir, anlayışlıdır, güvenilirdir ve kadınla gerçekten ilgilenmektedir. Bütün bunlar, kadının babasında bulunmasını arzu etmiş olduğu özelliklerdir. Hasta daha sonra doktoruyla evlenebilir ve zaman içinde kocasının hayal ettiği adam olmadığını anlayabilir. Bilinçli zihni ve kalbi babasının yerine koyacak birini bulduğuna inanmıştır. Bilinçaltı ise özlemini çektiği babayı bulmak yerine, büyük bir beceriyle babasının yerine geçirecek birini bulmuştur. ilişkinin ilerleyen bölümlerinde, doktor kocanın sonuç olarak babaya benzeyen; hep meşgul ve karşındakini dinleme yeteneğinden yoksun biri olduğu ortaya çıkmıştır. Bağlanma, aktarılan bir umutla başlamıştır ama gerçekte aktarılan geçmişin bir tekrarı olur. Önemli ilişkilerimizin üzerimizde yaptığı kalıcı etki, hayatımız boyunca diğer ilişkilere uyguladığımız bir şablon yaratır. […]
KİŞİ OLMAKTAN BİREY OLMAYA DOĞRU
Nil Gün’ün bu yazısı Ocak 2018 Bebeğim ve Biz dergisinde yayınlanmıştır. Dünyamızda bugün sekiz milyar kişi yaşıyor. Peki, kaç birey var acaba?
Nefes Alır Gibi Yaşıyoruz
Nefes almanın fiziksel sağlığımız üzerindeki etkisinin gerçekten farkında mıyız? Yemek yemeden 30 gün, su içmeden 3 gün ama nefes almadan sadece 3 dakika hayatta kalabiliriz. Nefes, bizim en önemli ana yaşam kaynağımız. Amerika’da yapılan araştırmalar, insanların yüzde 90’ının, solunum kapasitelerini sadece yüzde 30 oranında kullandığını gösteriyor. Yani aslında, ölmeyecek kadar az nefes alıyoruz. Nefes = Yaşam ise, “Nasıl nefes alıyorsak öyle yaşıyoruz” diyebiliriz. Dolayısıyla da az nefes alıyorsak az yaşıyoruz. Daha fazla nefes almak bize ne gibi faydalar sağlar; Hücrelerimizdeki oksijen oranını artırır Enerjimizi yükseltir Kan dolaşımını düzenler Bedenimizde akan enerjiyi dengeler Bağımlılıkları azaltır Pek çok rahatsızlığın şifalanmasında etkilidir. Örneğin, Stres, solunum rahatsızlıkları, baş ağrısı, halsizlik, psikosomatik hastalıklar, anaerobik hastalıklar vs. Hayvanlar ve bebekler mükemmel nefes alırlar. Tam bir dalga formu ile diyaframlarını kullanarak nefes alırlar. Nefes alıp vermedikleri hiçbir an yoktur. Yaşama nefesleri ile sımsıkı bağlıdırlar. Fakat 3 yaşından sonra insanlar yaşadıkları sosyal çevre koşullarına bağlı olarak nefeslerini tutmaya ve diyafram kasını atıllaştırıp akciğerlerini kullanarak nefes alma alışkanlığı edinirler. Nefes almak aslında ciğerlerin değil diyaframımızı kullanarak yapılması gereken bir şeydir. Diyafram atıl kalınca vücudun organlar bazında enerji dengesi de değişir.Nefes alışkanlığımızın nasıl bozulduğunu anlamak için önce zihinsel ve duygusal durumumuz ile nefesimiz arasındaki bağlantıyı net olarak anlamalıyız. Diyaframı kullanmadan […]
Beden Dersi Deyip Geçmeyin
Dikkat, kuvvet, denge, tepki hızı, koordinasyon ve esneklik… Bunlar az şey mi? Psiko-motor beceriler, özellikle çocukluk döneminde benlik saygısının gelişiminde ve arkadaşlar arasında belli bir yer edinmede önemli rol oynuyor. Çocukların hareket gereksinmelerini karşılayacak en uygun etkinlikler ise hareketli oyun etkinlikleri. Kulağa ne kadar basit geliyor değil mi? Peki, hem okul öncesi eğitimde en az yer verilen ve hem de ilköğretim çağından itibaren aileler tarafından da en az önemsenen ders ne biliyor musunuz? Beden Eğitimi dersi. Diğer gelişim alanlarına yönelik etkinliklere gösterilen ilgi, ne yazık ki bu gelişim alanına gösterilmiyor. Nedenler muhtelif… Geçmişteki beden eğitimi derslerimizi hatırlayalım yeter. Genç bir Beden Eğitimi öğretmeni olan Devrim Dinçer’e okullardaki bu dersin alameti farikası hakkında konuştuk ve bakışımızı değiştirecek bilgiler aldık. Okullarda niçin beden eğitimi dersleri var? Aslında beden eğitimi dersinin, zaman zaman programlardan kaldırıldığını düşünürsek, bu soruyu “okullarda niye beden eğitimi dersi olmalı?” şeklinde sormamızda yarar var. İnsanın kendi bedeniyle olan ilişkisi, genel eğitimin bir parçası bence. Fiziksel sağlık, zihinsel sağlık ve ruhsal sağlıkta sporun yeri inanılmaz. Dikkatini bir noktada toplayabilme yetisi kazanmak, bir problem çözmek ve bunu bazen bireysel bazen de grup içinde hareket ederek başarmak müthiş geliştirici bir faaliyet. Bu benlik bilinci kazanması demek, özgüven demek. Arkadaşlarına, rakiplerine ve oyun […]
Kaç Kiloya Programlısınız?
Normal ve sağlıklı göründüğü halde birkaç kilo daha verme arzusu duymayan kadına neredeyse rastlamadım. Hem, “zayıf güzeldir” teröründen hepimiz nasibimizi alıyoruz hem de hazır gıdaların, bol miktarda abur cuburun mutfağımıza girdiği son otuz yılda insanlar eskisine göre daha kilolu. Her yıl yüzlerce yeni diyet kitabı çıkıyor. Moda diyetler oluşuyor. Hayatında hiç diyet yapmamış kadınların sayısı çok az. Buna rağmen kilo artışı insan sağlığını tehdit edecek boyutlara ulaşıyor. Kilo almak, kilo vermek hemen her insanın ilk üç temel sorunu arasında yer alıyor. Medya bize ideal beden diye anoreksik görünümlü gencecik modellerin fotoğraflarını dayatıyor. Biz de dergi kapaklarını süsleyen bu bedenlere özeniyoruz. Eminim, modeller de kendi rötuşlu resimlerine özeniyordur. Bu resimler, gerçeği ve doğal olanı temsil etmiyor. KİLOSUYLA BARIŞIK KAÇ KİŞİ TANIYORSUNUZ? Son yıllarda hormonlar üzerine yapılan yeni araştırmalar, kilo sorunun sadece aldığın/ harcadığın kalori miktarından ibaret olmadığını ortaya koydu. Hormonlarımızı tanıyıp işlevleri hakkında bilgilenmemiz farz oldu. İnsan, ruhu, duyguları olan bir biyolojik sistem. Hızla artan obezite ve şişmanlık sorununa da ancak fiziksel, biyolojik, zihinsel, duygusal ve ruhsal açıdan yani tüm yönleriyle bakmayı başardığımızda kalıcı çözüme ulaşabiliriz. Bilinçaltımızın, bedensel programlarımızın ve hormonlarımızın işleyişini bilirsek onları yeniden doğal dengesine kavuşturabilir ve bizi sağlıklı kilomuza doğru destekleyecek hale getirebiliriz. AÇLIK DUYGUSU SAVAŞILACAK BİR DÜŞMAN […]
Nil Gün ve Saim Koç’la İlişkiler Üzerine
NİL GÜN VE SAİM KOÇ İLİŞKİLERİ ANLATIYOR İlişkilere dair söylenecek elbette çok söz var. Hayata “öğrenecek ne kadar çok şeyin olduğu” perspektifinden baktığımızda, birçok yoldan öğrenebileceğimizi görürüz. Kitaplardan, eğitimlerden, başkalarının deneyimlerinden, kendi deneyimlerimizden… Vaktiyle MARIE CLAIRE dergisinde yayınlanan aşağıdaki röportajı da ilişkilere bakışımızı derinleştirecek samimi içgörülerle dolu olması sebebiyle paylaşıyoruz. Tükenen ilişkiyi toparlamak mümkün mü? Nil Gün: Hastalık evresi daha işin başındayken yakalanıyorsa tedavi mümkündür. Ama hastalık dönüşü olmaz bir yola girmişse, o saatten sonra hiçbir tedavi o hastalığa cevap veremez. İlişkinin hastalığı tedavi olmayacak boyuttaysa, o zaman ne yaparsan yap o ilişki düzelmez. Bunun göstergelerinden biri fiziksel ayrılışlar. İki insan eğer öfkeyle yataklarını bile ayırmaya başladıysa bu ilişkinin dönülmez yola girdiğinin, duvarların çok büyüdüğünün göstergesi. Bir de artık ilişkide çatışma, tartışma yoksa o da ilişkinin bittiğini gösterir. O saatten sonra artık münakaşa etmeye değecek bir şey kalmamıştır. Saim Koç: Böyle çiftler dışarıdan çok mükemmel bir çift gibi algılanabilirler. Nil Gün: Toplantılara birlikte giderler, mutlu çift gibi görünürler. Sonra bir haber alırsın, boşanmışlar. Şaşarsın ne oldu diye. İlişkilerin dışarıdan görünüşüyle, içerdeki şeyler çok farklıdır. İlişkilerin aslında nerede olduğunu çiftin birbirine bakışından anlarsın. O bakışta her şey vardır. Nasıl bir arayış içinde olmalıyız? Nil Gün: Sıradan insan kendine uygun bir eş arar, gelişen insan kendini arar. […]
Biyo-Saat Testi
Tam da bugünlerde en çok ihtiyaç duyduğunuz kitap! Beynimizde bir ana saat ve onunla uyumlu çalışan 100 küçük saat daha var. Bu saatlerin nasıl çalıştığını anlarsanız,yani Beden Saatinizin sırrını çözerseniz hayatınızda çok büyük değişimler olur. Çünkü sadece neyi, nasıl yapacağınızı değil ne zaman yapacağınızı da anlarsınız! Yeni yapılan biyolojik ve hormonal araştırmalar zamanlamanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Gerçekten de her türlü şeyi yapmanın en uygun bir zamanı daima vardır. Ama her şeyden önce bu kitaptaki testi yaparak kronotipinizi öğrenmelisiniz; Kurt musunuz, Aslan mı? Yunus musunuz, Ayı mı? Bir göz atın, bayılacaksınız. Test iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısımda Doğru ya da Yanlış olarak değerlendirilecek on ifade yer alıyor. İkinci kısımda çoktan seçmeli yirmi soru var. Soruların doğru ya da yanlış cevabı yok. Soruları yanıtlarken olabildiğince dürüst ve objektif olmaya çalışın. (Rahat olun Kurtlar, bu testten puan almayacaksınız. Siz de Aslanlar, bilin ki, mükemmel bir skor yok.) Birinci Kısım Aşağıdaki ifadeleri dikkatle okuyun. İfadenin doğru olduğunu düşünüyorsanız “D” yanlış olduğunu düşünüyorsanız “Y” seçeneğini işaretleyin. 1. En ufak bir ses, ışık olduğunda uyuyamam, uyuyorsam da hemen uyanırım. D Y 2. Yemek benim için büyük bir tutku değil. D Y 3. Genelde saat çalmadan önce uyanırım. D Y 4. Uçakta doğru dürüst uyuyamam; maske, […]
Biyolojik Saat Mucizesi
Serçeler saat dokuzda eline kahve alıp trafikle mücadele ederek işe koşuşturmaz. Somon balıkları gece konsere gitmez. Geyikler de hafta sonu oturup Game of Throns dizisinin bütün bölümlerini arka arkaya izlemez. Bir ev kedisinin toplumsal zaman çizelgesine uygun bir şekilde oynadığını, şekerleme yapıp sabahladığını düşünün. Düşünemezsiniz. Hayvanlar iç saatlerini, diğer bir deyişle beden saatlerini dikkate alırlar. Daha büyük, daha üstün beyne sahip biz insanlar da beden saatimizi göz ardı eder, bedenimizin o anda yapması gerekenin aksine yoğun “sosyal ritmi’ sirkadiyen ritmimize (biyolojik ritmimize) sığdırmaya çalışırız. Edison’dan nefret eden biri değilim. Işıkları söndürün, iPhonunuzu atın, gidin bir mağarada yaşayın demeyeceğim elbet. Bilim ve teknoloji olmasaydı, beden saatinin sağlıklı, üretken bir yaşam açısından ne kadar önemli olduğunu gösteren kanıtlar olmazdı elimizde. Araştırmalardan, teknolojiden yararlanarak hem beden saatimizle mükemmele yakın bir uyum sağlayabiliriz hem de içinde bulunduğumuz topluma uygun sosyal ritmi yakalayabiliriz. İşin güzel tarafı da bu: Beden saatinizin ritmini yakalamak için yaşamınızı baştan sona değiştirmek zorunda değilsiniz. Yaşamınızda köklü değişiklik yapacak basit, yalın bir yöntem; çok fazla çaba harcamadan sizi mutluluğa, başarıya götürecek bir yol ister misiniz? Tabii ki istersiniz! Bu, hiç yerine gelmeyecek bir vaat gibi görünebilir ama hiç de öyle değil. Başarının “ne” olduğu, “nasıl” elde edileceği konusunda çok taktik aldınız, […]
Bebeğiniz Bezi Bırakmaya Hazır, Siz?
Ilık bir sonbahar günüydü. Kardeşim bizi ziyarete gelmişti; ailemize yeni eklenen yeğeni ile tanışmak, 3,5 yaşındaki diğer yeğeniyle oynamak için hafta sonunu bizimle geçirecekti. Ailemizin en yeni üyesi henüz 1 aylıktı. Hep birlikte biraz hava almak için yürüyüşe çıktık. İlk kızımızın aksine bu bebeğin ne kadar sakin ve biz artık çokça deneyimli ebeveynler olduğumuz için bakımının ne kadar rahat olduğundan bahsediyorduk. Dilimizi ısırmamış olmalıyız ki o sakin bebek gitti, yerine son derece huysuz ve mutsuz bir bebek geldi. Kucağımıza aldık susmadı; bebek arabasına yatırdık susmadı; ne yaptıysak olmadı; bir türlü sakinleşemedi. Kardeşim muhtemelen bizim ne kadar kendini bilmez ebeveynler olduğumuzu düşünerek bebeği kucağına aldı. Ancak dayı kucağı da fayda etmedi; bebeğimiz kısa bir süre sonra tekrar huysuzlandı. Karnı mı açtı, gazı mı vardı, uykusu mu gelmişti ve son olarak bezi mi kirliydi? Listenin sonunda yer alan “Bezi kirli” maddesini baba kişisi hatırladı ve bu bebeğin altını kirletmekten hiç hoşlanmadığı tezini ortaya attı. İki kez anne olmuş biri olarak ona “Bebek bakımını senden öğrenecek değilim!” bakışımı fırlattım. Yani ne düşünüyordu ki acaba?!? Henüz bir aylık bir bebek, nasıl anlayabilirdi altının kirli olduğunu? Üstelik çıkmadan önce yapılacaklar listesinin başında olan bez-değiştirme işini tabii ki ihmal etmemiştik ve çıkalı henüz 10 dakika bile […]
Ufacık Bir Başlangıç Yerinde Durmaktan İyidir
Merhaba dostlar. Sizlere bugün bir pınarın doğuşunu anlatacağım. Hazır mısınız dinlemeye? Hazırsanız diyelim ki size bir varmış ama aynı zamanda bir yokmuş, her şey bir anda yoktan vara dönmüş. Nasıl mı dönmüş? Minik bir su kaynağı aslında hep varmış, ama yerin altında beklermiş. Yerin üstünde kimse onu göremezmiş. Ama su kaynağı artık bulunduğu o yerden sıkılmış, akmak istemiş… Bir gün varlığını yerin üstündeki herkese göstermeye karar vermiş. Önce biraz zıplamış, bakmış ki olmamış… Sonra biraz bağırmış, fakat pek de duyan olmamış. Sağa, sola gidip gelirken yukarıda, başının az üstünde bakmış ki ufacık bir aralık var! “İştee!” demiş. “Bu bana yeter! Ufacık bir başlangıç yerinde durmaktan iyidir!” Hemen o aralıktan dışarı doğru bir hamle yapmış. Sonra ufacık bir darbe daha yukarı doğru… Bir de bakmış ki taşlaR biraz daha aralanmış. Suyun gücüne selam verip “Haydi!” demişler “Biraz daha hareketlen de olacakları gör!!!” Su kendine inanamamış. Hareket etmek için yaptığı başlangıç akarak devam ediyormuş çünkü. Ve su yaşamı boyunca ilk defa akabildiğini fark etmiş. Yerin altındaki sıkıcı yaşantısı boyunca böyle bir yeteneği olduğunun farkında bile değilmiş. Akmııııış, akmış ve de akmış… Coşkuyla yaşama katılmış. Artık aktığının farkında bile değilmiş, sadece coşku, sadece haz ve sadece yaşamla bir olma hali içindeymiş. Ve artık […]
Can
Dünyayı değiştirme gücüne sahip tüm cesur ve güzel insanların ruhlarını içimde yaşatmak istiyorum. Onların en çok da her şeye rağmen gülümsemelerini seviyorum. Meydan okumanın en güzel hali “gülümsemek.” Türkan Saylan’ın bu dünyadan göçmeden sadece birkaç gün önce, başındaki çiçekli yazmasıyla ölüme ve adaletsizliğe el sallayışını yaşıyorum. Dik durmak istediğimde Levent Kırca’nın Fatih Altaylı ile düellosunu seyrediyorum. Gülmekten gözümden yaş gelirken tüm mağduriyetine rağmen sızlanmadan, hakaret etmeden, kinlenmeden yaptığı muhalefete hayran oluyorum. Sonra ölüme iki gün kala yazdığı son mektubunu okuyorum: “İnsan olarak birleşebilmek için uzaylıların istila etmesi mi gerekir?” diyor ve devam ediyor: “…Dik durun, adil olun, sabırlı olun, enerjinizin sirayet etmesine müsaade edin. Daha iyi bir dünyada görüşmek üzere. Atatürk’le kalın. Cumhuriyet’le kalın. Hoşça kalın.” Bazen zamanda daha da uzaklara gidiyorum. Leonardo Da Vinci’yle bakıyorum hayata. Eşcinsel, piç, üstüne çoğu eserini tamamlayamamış. Koltuğunun altında Mona Lisa’sıyla ve transparan elbisesiyle süzüle süzüle gezerken, engizisyonun bile sesini çıkarmadığı dahiyi seyrediyorum. Sonra bir de bakmışım Mozart’ın yanında buluvermişim kendimi. Eserlerini kafasında tamamlayıp, kâğıda geçirişini seyrederken; belki de tüm zamanların en güzel ağıtı, Requiem’i bestelerken Fazıl Say’a akıyorum “İnsan insan”la. Bir yandan yüreğim dağlanıyor, diğer yandan insanın özüne sevgisiyle kendimden geçiyorum Muhyiddin Abdal’ın sözlerinde: İnsan insan derler idi İnsan nedir şimdi bildim. Can […]
Özsaygı Gelişimi Bebeklikte Başlar
Nil Gün’ün bu yazısı Ocak 2018 Bebeğim ve Biz dergisinde yayınlanmıştır. Bebeğimizin beslenmesine, altının temiz olmasına, uykusuna, fiziksel sağlığına dikkat ediyoruz. Peki, ya psikolojik ve ruhsal gelişimine ne kadar özen gösteriyoruz? Ya kendi gelişimimize? Bir ebeveynin çocuğuna verebileceği en büyük armağan özsaygısı yüksek kadın ve erkek örneği olmaktır. Çünkü çocuklar tavsiyelerle, nasihatlerle değil, örneklerle öğrenir. Örneğin abur cuburu, fast food gıdaları sıkça tüketen bir ebeveynin çocuğuna sağlıklı gıdalar vermeye çalışmasının hayatta bir karşılığı yoktur. Çocuk da abur cubur yemek isteyecektir. Bir anne, çocuğuyla birlikte Gandhi’nin yanına gider. Gandhi’den çocuğuna şeker yemeyi bırakmasını söylemesini ister. Gandhi kadına iki hafta sonra yeniden gelmesini söyler. Kadın iki hafta sonra çocuğuyla birlikte geldiğinde Gandhi, çocuğa “Şeker yemeyi bırak” der. Anne kızar, ” Evim uzakta. Buraya zaten bin bir zorlukla geliyorum. Bu söylediğini çocuğuma iki hafta önce de söyleyebilirdin. Niye bana bu zahmeti tekrar çektirdin?” diye söylenir. “Gandhi kadının gözlerinin içine bakarak, “İki hafta önce söyleyemezdim. Çünkü o zaman ben de şeker yiyordum” der. Çocukluk dönemi, özellikle ilk altı yıl Özsaygının yani değerlilik ve yeterlilik duygusunun temelinin atıldığı ve en hızlı geliştiği dönemdir. Daha ileri yaşlarda bunları kişinin kendi çabasıyla kazanması ve kalıcı kılması daha zordur. Yabancı bir dili çocuklukta öğrenmekle sonradan öğrenmek arasındaki fark […]
Bir Kitap 45 Baskı Yaptığında…
Kitap Adı : NLP Zihninizi Kullanma Kılavuzu Yazarı : Nil Gün Baskı : 45. Baskı / Mart 2017 / 212 Sayfa Kişisel, düşünsel ve kurumsal gelişim; köklü bir değişime öncülük edecekse elbette anlamlıdır. Kişisel gelişim bir bilim dalı değil fakat kişinin gelişmesine destek olan birçok bilim ve sanat alanıyla yakından ilgilidir. Bir öğreti, yöntem ve eğitime destek arayışıdır. Onu dar bir alana hapsetmek, sanırım bir cehalet ya da kötü niyet örneği olsa gerek. Bazı yazar veya yayın organları; popülist yaklaşımla, ve daha çok kazanma hırsıyla, önümüze gereksiz, tekrara düşen ürünler sunabiliyorsa, bunu bütüne genellemek yanlış olur. Benim de okuyup elediğim, yarıda bıraktığım kitaplar var elbette bu konuda. Ama ortalama bir fikir yürütürsek; bu alanda olağanüstü çaba gösterenler; insanlığa mutluluk, huzur, başarı, umut ve pozitif yaşam enerjisi sunmak için uğraşıyorlar. Bunu yaparken de, bir dayatmaları yok, şu dine inanın, bu görüşe inanmayın diye bir ön kabul ile de yola çıkmıyorlar. “Hep aynı frekanstan yayın yapmayın, aynı yoldan gitmeyin, aynı kaynaklardan beslenmeyin, bir de şunları deneyin, yıllardır göremediğiniz, tamamlayamadığınız açıkların kapandığını hissedecek ve kavga, çatışma alanını daraltacaksınız” formunda, gönülden ifade sanatları geliştirmekteler. Gelişim ve değişime karşıysanız öneriniz nedir o zaman, insanları uyuşturup, dondurup, zaman tüneline mı tıkalım? Hangi kişisel gelişim kitabını, kim okumuş, kim delirmiş, kim […]
Utopian
MS 16.12.2017. Uzaylıların işgali tam 67 yıl önce başladı. Öyle tuhaf bir işgaldi ki, Utopialılar işgal edildiklerini bile anlamadılar. Öncelikle uzaylıların hepsi kendilerine benziyorlardı, hatta aynı dili konuşuyorlardı. Utopialılar daha önce de aynı düşmanın saldırısıyla karşı karşıya kalmışlardı ama o zamanlar o iğrenç, sümüklü, yeşil yaratıklar içlerine karışmayı becerememişlerdi. Nihayet uzaylılar yaptıkları “Kapitalismus” virüsü ile insanların aralarına sızmayı başardılar. Pek çok Gezegenliyi dışları hâlâ insansı da olsa, ruhlarını tamamen değiştirdiler. Dönüşenleri Utopia’ya yönetici olarak atadılar. İşleri gene de kolay değildi. Korku salmak, asmak ve kesmek bile yeterli değildi tamamen ele geçirmek için Utopia’yı. Uzun yıllar sömürmek ve kaynakları gezegenden çıkarabilmek için daha fazlasına ihtiyaç vardı. Öyle bir hale gelmeliydi ki halk sorgulamamalı ve itaat etmeliydi. Bunun en kolay ve etkili yolu insan evladının sahip olduğu en kıymetli hazineleri olan “Gerçek Bilgi” ve “Hayal Gücü”nü çalmaktı. Kitaplardan, dergilerden, gazetelerden ve okullardan yavaş yavaş hazinelerini çaldılar. Sabırla bekledikleri yıllar meyvelerini verdi ve dönüşüm gerçekleşti. Halk tam istedikleri gibi “Zombi”ye dönüşmüştü. Düşünmüyor, sorgulamıyor, okumuyor, daha iyisini istemek aklına gelmiyordu. Tüm kaynaklar hortumlarla uzaylı gemilerine aktarılıp, gezegenlerinden götürülürken seyrediyorlardı. Virüse bağışıklığı olan küçük bir grup ise yılmadan savaşmaya ve “Bilgi” ve “Hayal Gücü” çalınmış halkı çaresizce uyandırmaya çalışıyorlardı. Utopian da bağışıklar arasındaydı ve gezegen, […]
Sen Kimin Oğlusun
Babam beni kendisinin rol modeli olarak yetiştirdi. Kendi hayatında zorluğunu çektiği şeylere karşı güçlü olmamı isterdi. Babam, hayatı göçlerle, gece gündüz çalışarak ve zorluklarla geçmiş bir insan. Beni de hep zorlukları aşmaya ve başarıya odakladı ve kodladı. O, benimle, yeniden doğmuşçasına, o zor geçen hayatının “daha kolay versiyonunu” yaşayalım istedi belki de; ama bana çocukken büyük zorluklar yüklediğinin farkına varmadı. O günlerden beri, hayatımın omurgasında hep başarı odağı, başarı korkusu ve geleceğe dönük evham var. Babam farkında olmadan beni başarılı olup kazanmaya o kadar şartlandırmıştı ki, sadece başarma uğruna kendimi bile tehlikeye attığım çokça olay hatırlıyorum. “Ben”i başarı odağımın arkasına koymak, kendimi koşulsuz sevmemi zorlaştırdı. Ben babamı severek değil, ondan korkarak büyüdüm. Kendisi otorite ile büyütülmüş; sıkça dayak da yermiş. Bize de otoriter davranırdı. Bugün onu seviyorum, ama ondan olmasa da, onun dayattığı hayattan zaman zaman korkarak yaşıyorum. Çocukluğumda bana özgüven pompalama adına “Sen kimin oğlusun?” lafını kaç kez duydum bilmiyorum. Çocukluğum Bursa’da geçti. İlkokulun ilk günü tüm öğrencileri okul bahçesinde velileriyle toplayıp bir konuşma yapmışlardı. Sonra “haydi sınıflara” dedi bir ses; çocuklar adeta bir kuzu sürüsü gibi hep birlikte çığlıklar atarak merdivenlerden çıktı ve okula girdi. Bir tek ben annemin yanından ayrılmak istemiyordum. Annem ise beni çimdikliyordu. (“Rezil olduk” […]
Yol
İçimde kopanı yazayım derken her zaman olduğu gibi şarkılara sığındım. Zülfü Livaneli ilham oldu bu upuzun gecede. “Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.” Ufak bir değişiklikle “kendimi sevmekle” başladı her şey. Kendimi hayatımın merkezine koydum ve Ben’i eksiklerimle, fazlalarımla koşulsuz sevdim. İşimde, tüm ilişkilerimde, kısacası hayatımın her alanında zevk’e odaklandım. Tutkularımı yazdım defterime ve özgüvenle yürüdüm yolumda. Kimi zaman düştüm, kanayan yaralarımı sevgiyle, şefkatle sardım. Kimi zaman uçtum yıldızlara, başarının coşkusuyla bir martı kadar özgür; ancak İkarus gibi insan olduğumu unutup, kanatlarımı kaybetmeden. Kendimde dahil herkese dürüst davranmayı seçtim. Seçimlerimin sorumluğunu üstüme aldım ama onların herkesin seçimi olmadığını kabul ederek. Yolcuyu değil, yolu düşünerek devam ettim Halil Cibran gibi özcesaretimle. “… Çünkü doğru yol, özakıl sahiplerinin yoludur. Göğsüne yüreğinden başka muska takma. Akıl kılavuzun, iman sermayen, amel azığın, sevgi yakıtın, ahlak karakterin, edep aksesuarın, merhamet sıfatın, şeref ve izzet adın olsun.” “… Vahim olan yolcunun, yolsuz olmasıdır; yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal.” Bazen herkesle, bazen de herkese rağmen devam ettim Yol’a. Belki de tek başıma, yüreğimde özsaygımla. Betül Varol
Yaralanma Riskine Rağmen Seni Seviyorum
YARALANMA RİSKİNE RAĞMEN SENİ SEVİYORUM Son yıllarda hayatımın vazgeçilmezlerinden biri spor yapmak, özellikle de pilates ve yoga. Hem bedensel olarak hem de ruhen zindeleştiğimi hissediyorum bu sayede. Geçenlerde pilates hareketlerinin kedilerin hareketleri ile nasıl benzerlik gösterdiğini anlatan bir yazıyı okurken, aklıma birbiri ardına birçok soru takıldı. Kediler sırt üstü yattıklarında bu onların kendilerini en güvende hissettikleri an olduğuna göre, bu anın onların aynı zamanda yumuşak karınlarını açarak yaralanmaya en açık oldukları an olması nasıl bir paradokstu? Tam da bunun cevabını merak ederken okuduğum İngilizce kaynaklardan birinde ‘vulnerability’ sözcüğü ile karşılaştım. ‘Fiziksel ya da duygusal olarak yaralanmaya açık olmak’ olarak çevriliyor Türkçeye. Sonu ‘ability’ ile biten kelimelerin bir yeteneği simgelediğinden yola çıkarak bu kez şunu sorguladım: Yaralanmaya açık olmak acaba gerçekten bir yeteneği ifade ediyor olabilir mi? Bu sözcük bazı sözlüklerde ‘güvenlik açığı’ olarak da tercüme ediliyor. Peki, güvenlik açığı yarattıkları nokta kendilerini güvende hissettikleri nokta ile özdeşleşiyorsa, pilates yaparken hareketlerini örnek aldığımız kedilerin bu davranışından da öğrenebileceğimiz bir şeyler var mıdır? Bunun insan yaşamında bir karşılığı ve anlamı var mıdır? İstesen beni incitebilirsin, bana çok büyük zarar verebilirsin, bunu biliyorum ama buna rağmen ben kendimi tamamen açacak kadar sana güveniyorum diyebildiğimiz kişiler ya da durumlar var mıdır? Yoksa asla açık […]
“Arkadaş Kalamaz mıyız?”
İnsanı usulca ve olabildiğince kibarca, fakat karnına yumruk yemişçesine inciten bir sorudur bu; kısa veya uzun bir gecenin sonunda hesap ödenip mekândan çıkıldıktan sonra ya da nezaketen bırakılan evde kapı ağzında, ayrılmak üzereyken yumuşak bir sesle, karşı tarafı kırmaktan çekinilerek ağızdan dökülüverir: “Arkadaş kalamaz mıyız?” Bundan ne anlamamız gerektiği çok açıktır. Şefkat ve duygu yüklü bir geleceğe uzanabilecek bir yolun kapısı nazikçe, fakat kesinkes kapanmıştır. Yine başaramamış, yine görünmez olmuş, yine bir kenara itilmişizdir. Üstelik tüm bunlar suratımızda manasız bir gülümseme ile olup bitivermiştir. Gizlemeye ne kadar çalışsak, hatta varlığını inkâr da etsek, karşı taraf hakkımızdaki en rezil hakikatleri bir şekilde fark etmiş olmalı ki, mantığını kullanıp yol yakınken uzamaya karar vermiştir. Birkaç saat önce karnımızda kelebeklerle ve yükselen umutlarımızla çıktığımız eve yine yalnız, yine bedbaht döneriz. Arkadaşlık daveti hakaret gibi gelir kulağa, çünkü etrafımızda pompalanıp duran romantizm kültürü, ergenliğimizden, belki de çocukluğumuzdan beri mütemadiyen şunu kazıyıp durmuştur zihnimize: Varlığımızın amacı aşktır; arkadaşlık ise değeri çok daha düşük bir teselli ödülünden başka bir şey değildir. Bu ortak akıl önermesi hiçbirimize şaşırtıcı gelmese de, aşkı bu kadar övüp göklere çıkaran tezlerin temeline baktığımızda aşıkların kendi davranışlarından, kendi memnuniyet beyanlarından ve kendi halet-i ruhiye izahlarından başka bir şeye rastlayamayız. Oysa ki aşkı, […]
Sevmek İçin Doğarız
New York’lu yazar Malcolm Gladwell Outliers (Çizginin Dışındakiler) isimli kitabını alışılmadık bir önsözle açmış. Burada başlangıçta tıbbi bir gizem olarak görülen Pensilvanya kırsalındaki bir köyün öyküsü anlatılıyor. 1950’lilerin sonlarında, Pensilvanya’daki Resoto köyünün doktoru, yöre halkından altmış beş yaşın altındaki neredeyse hiçbir erkeğin kalp rahatsızlığı geçirmediğini fark etmiş. O zamanlar da tıpkı şimdi olduğu gibi altmış beş yaş altındaki erkeklerin bir numaralı ölüm nedeni kalp ve damar rahatsızlıklarıydı. Üstelik o sıralarda etkili tedavi yöntemleri henüz pek bilinmiyordu. Başka bir doktor bu durumu incelemeye karar vermiş. Steward Wolf isimli bu doktor ve sosyolog John Bruhn on yıllar boyunca sürecek bir işbirliğine girişmiş. İlk önce, köyde yakın zaman içerisinde elli beş yaşın altındaki hiç kimsenin kalp krizinden ölmediğini keşfetmişler. Erkeklerden hiçbirinin herhangi bir kalp rahatsızlığıyla ilgili şikâyeti yokmuş; ne yüksek kolesterol ne de başka bir şey. Araştırmacıların kontrol grubu olarak seçtiği civar köylerdeki kadar yüksek sigara içiciliği ve sağlıksız beslenme oranlarına sahip olmalarına rağmen, Roseto sakinleri komşu köylerde yaşayanlar kadar kalp ve damar rahatsızlığına yakalanmıyormuş. Altmış beş yaşını geçmiş erkeklerin kalp rahatsızlığı geçirme oranı, ABD ortalamasının yarısı kadarmış. Keza bağımlılık, bunalım, intihar ve suç oranları da ya daha düşük çıkmış ya da bunlara hiç rastlanmamış. Köydeki ölüm oranı da ulusal ortalamadan yüzde otuz-otuz […]
Verebileceğiniz En Güzel Hediye: Güven Duygusu
“Bir şekilde hepimize yalan söylendi, hepimiz aldatıldık, faka bastırıldık veya yüzüstü bırakıldık. Ama güvenmek, tartışmasız bir biçimde, önümüzdeki en iyi yol. İlişkilere duyduğumuz güven sayesinde, tepemize ne kadar sert düşseler de, evrene ve bize sunduklarına yönelik çekirdek bir güven oluşturabiliriz.” Evlilik ve aile terapisti Dr. David Richo, Güven Duygusu isimli kitabında, okurunu pek de sakin olmayan sulara yelken açmaya bu cümlelerle çağırıyor. Yavrusuna olduğu kadar kendine de ebeveynlik yapmak durumunda kalanlar… Yolunuzun en kısa zamanda kesişmesi gereken bu kitap “çekirdek güven” denen en önemli hayat kaynağını anlatıyor. Beş Yaşımızdayken Karşılanmamış Sarılma Gereksinimi Hayatımızın Hangi Noktalarında Kendini Gösteriyor? Anne babamızın ya da hayatımızda yer alan herhangi birinin güvenilir olduğunu keşfettiğimizde, dünyanın ve başkalarının gereksinimlerimizi karşılayabileceği güvencesine kavuşuruz. Bireysel deneyimimiz müştereke yönelik tutumumuza yansır. Bu yayılma eğilimi, güvenin değerli niteliklerinden biridir. Sağlıklı güven duygusunu yaşamımızın ilk evrelerinde oturtmak, kimin güvenilir kimin güvenilmez olduğunu ayırt edebilmemizi sağlar. Üstelik, sağlıklı güven duyma yeteneği esnektir. Kandırılırsak -ki bu herkesin başına gelebilir- bu bizim için bir deneyim olur. Başımıza geleni geride bırakıp hayatımıza devam ederiz. Böylece misillemede bulunma ihtiyacı hissetmeyiz. Egoları şişkin, yani yalnızca kendilerini tatmin etme saplantısı olan insanlar arzuları dikkate alınmadığında misillemeye başvurur. Sağlıklı bir egosu olanlarsa anlamaya ve mümkünse uzlaşmaya çalışır. Bu esnek tarz, manevi farkındalık […]
Aşkın Söylenme Hakkı Vardır -Ursula K. Le Guin
İnsanoğluna yapılan en büyük çakallık, ilahi bir kazık… Olacaklar, olan biten ve olması gerekenler arasındaki mantık köprüsünü; heyecan, özlem, arzu gibi ince ama yoğun bir köprü inşa ederek bertaraf eden, mantık yolunda yapılan savaşları, davulun bile dengi dengiliğini, “olurdu, olmazdı”ları “esamesi okunmaz” kılan duygu. Aşk. Hep bir ebeveyn telaşı, şaşkınlığı, idealizmi ile bakılıp büyütülmesi gereken çocuktur aşk. Hayatta ne eksikse onu bulmaktır. Bulduğunu yitirmemek, yitirince yeniden aramaya gücü olmamaktır. Zordur, deliliğin en güzel çeşididir. Her yere kendini yazdıran, her şarkıda kendini anlattıran, her şiirde kendini okutturan bir hikâyedir. Yasadışıdır, içindeki anarşistler duvarlara sloganlar yazar ve birileri gelir onları kovalar. O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır. Gelir ve içimizden o çok eski bir şeye dokunur. Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar. Bu yolculukta artık ne şu anın zincirleri, ne korkular, ne anneler, ne bir başkası… Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de tam ortasında. Attila İlhan’ın Maçka’sında aklı alan bir rüzgârdır. Durdurun atları, geceyi burada geçireceğiz’dir aşk. İlk görüşte olur, masallardaki gibi, çünkü aşk gerçeküstü bir şeydir. Karşısındakine kendinden başka hiçbir şey vermez. Ve kendinden başka hiçbir şeyi de geri almaz. Sizinle konuştu mu inanmazlık edilmez, içinize düştü mü izlemekten geri durulmaz. Kendinizi aşksız yarım kalpli […]
Düşündüğün Gibi Yaşıyor musun?
Ülkemizde yetişkin eğitimi veren kurumların bir kısmı, eğitimlerini Bireysel Gelişim adı altında toplarken bir kısmı, Kişisel Gelişim adını tercih ediyor. Sanıyorum bu tercihler bilinçli seçimlerin ürünü değil; çünkü aralarında bir fark görülmüyor. Oysa ciddi bir fark olduğunu söylemeliyim. Eğitim içerikleri açısından bir değerlendirme yaparsak bazı eğitimlerin kişisel gelişimi hedeflediği bir gerçek. Biz Kuraldışı olarak seçimimizi bilerek Bireysel Gelişimden yana yaptık. Çünkü eğitimlerimiz kişisel değil bireysel gelişimi hedefliyor. Peki, nedir aralarındaki fark? Kişi sözcüğü sözlükte, kadın veya erkeğe verilen genel ad, şahıs, zat olarak, birey sözcüğü ise insan topluluklarını oluşturan, insanların benzer yanlarını kendinde taşımakla birlikte, kendine özgü ayırıcı özellikleri de bulunan tek can, fert olarak geçiyor. Görüldüğü gibi kişi, genel ad, birey ise kendine özgü ayırıcı özellikleri olan tek can, fert. Ülke nüfusumuzun yaklaşık yetmiş yedi milyon olduğunu varsayarsak, yetmiş yedi milyon kişiden söz etmiş oluruz ama bu, yetmiş yedi milyon birey anlamına gelmez. Yetmiş yedi milyon kişinin çok azı bireydir. Bir topluluğu oluşturan herkes kişidir ama içlerinde tek bir birey bile olmayabilir. Birey, öz sorumluluğunu üstlenmiş kişidir. Bir başka deyişle, kişi olmak için doğmuş ve yaşıyor olmamız yeterliyken, birey olmamız için kendi sorumluluklarımızı üstlenmiş olmamız gerekir. Birey olamamış kişi, ödünç değerlerle yaşar. Toplumun ona empoze ettiği değerleri kendi değerleri […]
Travma Denen O Engin Deniz
Dünyanın değişik bölgelerinde, birbirinden bambaşka kültürdeki insanların yetiştirdiği çocukları düşünün. Amaç hepimizde ortak: Çocuklarımızın dengeli ve başarılı erişkinler olmasını sağlamak. Yine de her şeyi kontrolümüz altında tutamıyoruz. İşler planladığımız gibi gitmediğinde neler yapıyoruz? Kritik zamanlarda nasıl bir yol haritası izliyoruz? Psikolog Özge Çivci’yle bu ay travmaları konuştuk. Herkesin kendi deneyimleri ve kaygıları ışığında okuyabileceği dopdolu bir sohbet oldu. Günümüzde çocuklarımızın travmatize olmasından fazlasıyla endişelenen aile yapılarına daha çok rastlanır oldu. Her şey mi travmatize eder? Travmadan kaçış yok mu? Çocuğun yaşadığı herhangi bir üzüntü ya da hayal kırıklığı, onun travmaya uğradığı anlamına gelmiyor. Travma çocuk için sağlıklı gelişimsel süreci durduran ya da engelleyen bir durum. Oluş zamanına göre travma bedeni etkileyen, sinir sistemine yerleşen ve gelişimin devamını engelleyen bir şey. Yani temelde en erken anne karnında yaşanan zorluklarla başladığını düşünelim; doğum sürecindeki sorunlar, bebeğin aldığı tıbbi müdahaleler, çocuğun ihmal edilmesi, çocuğun ihlal edilmesi ve sosyal boyutu olan afetler. Çocuk hangi döneminde bu bahsettiğimiz travmaya uğruyorsa, o dönemiyle ilgili bir takılma, bir zorlanma, gelişimsel bir basamak atlama olabiliyor. O yüzden çocukluk döneminde travmayı düşünürken hep geriye dönük düşünmeliyiz. Anne karnından itibaren. Çünkü konu dönüp dolaşıp bağlanmaya geliyor. Travma, anne ile bebek arasında bağlanma sorununa neden oluyor. Annenin bebeğinden ayrı kalması, bebeğin […]
Bir Kara Deliğe Atlasayınız
Elon Musk’ın kurucusu olduğu SpaceX şirketi dünyanın en güçlü roketini uzaya fırlattı. ABD‘nin 45 yıl önce gerçekleştirdiği aya giden ilk insanlı uçuştan bu yana ilk kez bu büyüklükte ve güçte bir roket uzaya gönderildi. Elon Musk’ın şirketinin ürettiği Falcon Heavy isimli roketin Tesla Roadster model aracını Mars’ın yörüngesine ulaştırması bekleniyordu fakat işler planlandığı gibi gitmedi… Tesla şu sıralarda Mars ile Jüpiter arasındaki asteroit kuşağına doğru götürecek bir yörüngeye yerleşmiş durumda. Tüm bunlar olurken, dünyanın en ilginç, kafa açıcı ve yaratıcı kitapları arasında gösterilen “Bir Karadeliğe Atlasaydınız” ismiyle Türkçeleştirdiğimiz yeni kitabımız Siz Uçaktayken Pencere Patlasaydı… Büyük Beyaz Balina’nın Saldırısına Uğrasaydınız… Bindiğiniz Asansörün Kablosu Kopsaydı… Niagara Şelalesi’ni Bir Fıçı İçinde Geçseydiniz… Elinizi Parçacık Hızlandırıcısının İçine Soksaydınız… gibi senaryoları gerçeğe bire bir uyacak şekilde anlatıyor. Yani gerilim yazarı Stephen King ile ünlü astrofizikçi Stephen Hawking kol kola vermişler bir kitap yazmışlar gibi. Şimdi sizleri bir Ay yolculuğuna çıkarıyor ve muhtemel senaryoyu dikkatle okumanızı öneriyoruz. Belli mi olur, bir bakmışsınız bir roketle Ay seyahatine çıkmışsınız. GELECEK AY YOLCULUĞU’NDA GÖREV ALSANIZ NE OLURDU? NASA yakın gelecekte Ay’a gidişle ilgilenmediğini açıkladı. Mars’a insanlı seyahat için hazırlık yapılırken, şimdiki plan Ay yerine bir asteroide inmekmiş. Eğer Ay’a gitmek istiyorsanız, en iyisi bu yolculuğu Çinlilerle yapmanızdır. Fakat Mandarince konuşabiliyor bile olsanız, bu konuda […]
BABA OLMAK
Bebek İle Baba Arasındaki Bağ Nasıl Oluşur. Çocuk yetiştirmek deyince akla öncelikle anne geliyor. Peki, baba olmak? Babanın çocuğun hayatında önemi anneden daha mı az?
Aileniz Yeni Bir Yıla Girerken
Her birimiz çocukluk döneminden geçtik ve (hemen) her birimiz bizleri duygusal olgunluğa eriştirecek biçimde nasıl yetiştireceklerinden büyük ölçüde habersiz anne babalar tarafından büyütüldük. Ve şimdi bizler ebeveyn olduk.
Yaratıcı Dramayı Hiç Duydunuz mu?
Birçoğumuz kendimizi ifade etmek konusunda sıkıntı yaşıyoruz. İletişim engellerinin en başında da bu geliyor.
Meme Tırmanışı
Bebeğinizle içgüdüsel bağ kurma süreci, anneliğin belki de en keyifli dönemidir.
Müzik: Yer ile Gök Arasındaki Uyum
Konfüçyüs der ki: Müzik, yer ile gök arasındaki uyumdur. Biliyor musunuz, kendini müzikle ifade etmek, mutlaka nota okumayı ya da bir enstürmanı çalmayı öğrenmeyi gerektirmiyor. Tüm varlığıyla bir şarkıyı dinlemek, bir melodi uydurmak, dans etmek, alkışla tempo tutmak, çocuğunuzun seçeceği meslek ya da yaşam tarzı ne olursa olsun yararlanabileceği bir dizi bilişsel ve yaşama ilişkin beceri edinmesine yardımcı oluyor. TRT Radyo 3’teki Arkadaşım Müzik programından tanıdığımız İdil Akçıl’ın çocuklar için yazdığı Modi Çalgıların Peşinde, müzik dinleyerek motive olabildiğimizin, duygularımızı dönüştürebildiğimizin, müzikle ruh halimizi değiştirebildiğimizin güzel bir hatırlatıcısı. Yıla bir müzik kitabıyla veda ederken, İdil Akçıl’la müzik hakkında tatlı tatlı söyleştik. Fonda sevdiğiniz bir şarkı eşliğinde okuyunuz Biraz senden, biraz da Modi’den bahseder misin? İdil Akçıl ile başlayalım, Modi ile devam edelim. Merhaba! Kitabımın önsözünde de yazdığım gibi ben müziği, sanatı, denizi izlemeyi, ağaçları, hayvanları ve özellikle çocukları çok seven biriyim. Hayatı ise mucizelerle dolu sihirli bir yolculuk olarak görüyorum. Tıpkı Modi gibi oldukça meraklı biri olduğum için kendimi bildim bileli yeteneklerimi keşfetmenin peşindeyim. Kalbimin en çok attığı alanlarda pek çok sanatsal projede çalıştım. Beni en çok mutlu eden şeyin çocuklarla çalışmak olacağını ise -biraz ilginç ama- aslında çocukluğumdan beri biliyordum. Son 12 yıldır çeşitli müzik kursları ve okullarda piyano dersleri veriyor, piyano […]
Öğrenmeyi Kolaylaştıran Egzersizler ve Kinesiyoloji
Çocuğunuzu zorlayan konular hakkında düşüncelere daldığınız her seferde şunu aklınıza getirin: Her gün hoşlanmadığımız komşuları, geçim derdini, haberlerde seyrettiğimiz kan donduran olayları, trafik keşmekeşini, sinirimizi bozan mesai arkadaşlarımızı veya sürekli zırıldayan komşu çocuklarını kabullenmek zorunda kalıyoruz. Çocuğunuz da bağ kuramadığı öğretmenlerle, derste huzurunu bozan sınıf arkadaşlarıyla, hiçbir şeyi beğenmeyen ebeveynleriyle, tam ders çalışırken gürültü yapan kardeşleriyle uzlaşmak zorunda. Dış dünyadan yansıyan bu gerçekleri değiştiremiyoruz. Öyleyse ne yapacağız? Yanıt açık: Sadece bu tür olaylar karşısındaki duruşumuz üzerinde değişiklik yapacağız. Çocuğunuz: “Canım istemiyor!”, “Yapamıyorum!’, “Yorgunum!”, “Bunu yapmak zorunda değilim!” dediğinde bunun altında yatan gerçek aslında o esnada yeterince bütünleşememiş olmasıdır. Stres düzeyi, beyninin gereken fonksiyonları kusursuz şekilde yerine getirmesini engelleyecek ölçüde artmıştır. O anda çocuk kendini kapatmıştır! Ağlamaklı ve isteksiz olur, ev ödevleri birer eziyete dönüşür ve siz de bir ebeveyn olarak sağlam sinirlere ihtiyaç duyarsınız. Çocuğunuzun okula isteyerek gitmesi veya “Canım okula gitmek istemiyor!” demesi, sizin yaşananlar karşısında gösterdiğiniz tutuma sıkı sıkıya bağlı. Doğru davranırsanız; okula gitmek, eziyet olmaktan çıkarak merakların giderildiği, arkadaşlarla buluşulan bir yer haline gelir. Kolay Öğrenme Kinesiyoloji egzersizleri tam da böyle anlarda devreye giren büyüleyici bir yardımcıdır. Beyin ve beden arasındaki bağlantıyı düzelterek bedendeki doğal enerji ve hareket akışını tetikledikleri için bütünsel öğrenmeyi destekler. Beden – […]
ÖZGÜR KUŞLAR
Annem ne zaman bir şeylere içlense ya da birine hasret kalsa “Ahh, ahh bir kuş olaydım da gökyüzünde olaydım, kanatlarımı çırparak istediğim yere gideydim” derdi. Bu cümleler ağzından dökülürken, kafasını hafifçe yukarıya doğru kaldırır, gözleri ile sanki gökyüzünde bir kuşun süzülüşünü takip ediyormuşçasına bakarak, cümlesini tamamlardı. Sebebini bilmediğim bir şey, annemin hüzün kokan cümlelerini dinlerken beni de hüzünlendirirdi. Küçük yaşlarda şahit olduğum bu sahne kafama kazınmıştı adeta. Aradan yıllar geçip de, ben koca kız olduğumda, annemin ne demek istediğini işte o zaman anlayabilmiştim. Kuşlar anneme özgürlüğü çağrıştırıyorlardı demek. Kanatları vardı, kimsenin yardımına gerek duymaksızın uçuyorlardı. Sadece uçuyorlardı… Kimseden izin de almıyorlardı üstelik annem gibi! Oysa annem, babamın izni olmadan hiçbir yere adım atamıyordu. Sevdiklerine özlem duyuyor ama her seferinde kafası estiğinde gidemiyordu. “Annem evdeki sıkıyönetimden çok bunaldığı anlarda da “Bu ev benim hapishanem” derdi zaman zaman. Pek haksız da sayılmazdı. Babamla evlendiği yıllar, sadece Kürtçe konuşabildiği için, tek kelime Türkçe bilmediğinden hapishanesinde hiç sesini duyuramamış babama. Gerçi Türkçe öğrenip konuşmaya başlayınca da bir şey değişmemiş annemin hapishanesinde. Ta ki aradan kırk yıl geçip de, yaşlılık kapılarına dayanıncaya kadar. Evet kırk a yakın seneyi devirdikten sonra, annem lafını esirgemeden söyleyen bir kadın haline gelmişti ama bu kezde babamın kulakları ağır işitiyordu […]
DÖRT PENCERE
Adım, soyadım, yaşım. Nerde yaşarım, Uğraşlarım. Sırlarım, hatalarım, utandıklarım. Kendime saklayıp kömür çuvalı, Ömür boyu taşıdıklarım. Kıskanç, öfkeli, alıngan, kibirli… Hayır! Bunlar mı anlatacak beni? Yadsıdıklarım. Dört pencere hayat; Üçü önümüzde, Dördüncü beklenmedik güzelliklere gebe. Paylaşırsın sırları; Düşer kömür çuvalı. Tanıdıkça sen seni, kucaklarsın kendini. Bin bir sevinç başlar o zaman. Tırmandığın dağlara, koştuğun yollara, atıldığın kollara Şaşırıp kalırsın adımlarına.
İlgimizi Çekiyor Çünkü…
İlgimizi çeken şeyler, içinde bizim için bir getirisi olduğunu düşündüğümüz şeylerdir! Evet, bir genelleme yaptığımın farkındayım. Eğer istisnası yoksa böyle bir genelleme yapabiliriz. Üstelik bu genellemeyi hem olaylar, hem nesneler, hem de insanlar için yapabiliriz. Tersi, yani ilgimizi çekmeyen şeyler ise bize herhangi bir getirisi olmadığını düşündüğümüz şeylerdir. Çekildiğimiz insanlara bakalım: Sohbetinden hoşlandığımız, bilgisinden yararlandığımız, bizi eğlendiren, yanlarında zamanımızı keyifli geçirdiğimiz insanlardır; onlardan aldığımız bir şeyler vardır. Çekildiğimiz olaylara bakalım: Bizi eğlendiren, paylaşmanın hazzını yaşatan, tecrübe kazandıran, yeni bir şeyler öğrenmemize katkıda bulunan olaylardır. Çekildiğimiz ortamlara bakalım: Kendimizi huzurlu, mutlu, keyifli vb. hissettiğimiz ortamlardır. Evet, maddi ya da manevi doyum almadığımız şeylerden, ortamlardan ve insanlardan uzak duruyoruz. Hayat, bizi hoşlanmadığımız ortamlarda kalmaya ya da hoşlanmadığımız kişilerle bir arada olmaya zorluyorsa bu duruma katlanıyoruz. Bu yaklaşım size biraz bencilce gelebilir; eğer başkalarının beklentilerini dikkate almıyor ve buna uygun davranmıyorsak, haklısınız; bence de çok bencilce. Her ilişkiye sadece kendi beklentilerimizin karşılanması perspektifinden baktığımızda; her ortama, sadece kendi keyfimizi gözeterek girdiğimizde; her nesneye sadece kendi tatminimiz açısından yaklaştığımızda gerçekten bencilce bir yaşam içine sürükleniriz. Aslında bütün bunları sizinle bir gözlemimi paylaşmak için yazdım. Biliyorsunuz aynı zamanda yayımcıyım. Yıllar içinde okuyucu profili hakkında bir fikir edindim. Kişisel gelişime ilgi duyanlar genellikle tek boyutlu insanlar. […]
Zihinsel Bir Devrim: Amaç Belirlemek
İnsanlığın büyük ve muhteşem eseri, bir amaçla yaşamayı bilmektir. Montaigne Yolumuza bir amaçla devam etmek. Hayatımızda neyin gerekli, neyin gereksiz olduğunu bilmek ve ipleri eline alabilmek… Bunlar, yazıldığı kadar basit olmayan, bütün korkularla ve ödünç düşüncelerle yüzleşmeyi gerektiren bir mükemmellik bilincini şart koşuyor… Yaşamımızı, kaderimizi, geleceğimizi hatta şu anda bulunduğunuz fiziksel ortamı dahi belirleyen o önemli “farkındalığı” kazanmanın yolu, kendimizle yüzleşirken yalnız kalmayı ve bütün dış sesleri susturmayı gerekli kılıyor. İngilizcede “Aim” (Amaç) sözcüğünün “I am” (Ben) sözcüğünün anagramı olduğu söylenir. Ne kadar da sembolik, değil mi? Bu nedenden dolayı, ”Who am I?” (Ben kimim?) varoluşsal sorusuna şu cevabı verebiliriz: “I am my aim” (Ben, amacımım). Bu iki kelimelik cümlenin barındırdığı olgunluk, bütünlük ve sağlık, bizi varlığımızın özüne ve tümüyle insan olmaya yaklaştırır. Bir amaca sahip olmak, kişinin kaderine hâkim olmasıdır. Bu, hayatımızda neyin zaruri olduğunu ve neyin zaruri olmadığını bilmek demektir. Bize dürüstlük bilincini verir. Kişinin kendini, […]
BEBEK DİLİ: BEŞ FARKLI AĞLAMA TÜRÜ
Bebekler konuşamaz ama bu, “dilleri” yok anlamına gelmiyor. Dünyadaki tüm bebeklerin ihtiyaçları aynı.
SARILMAK BEDAVA
Her yaşta dokunulmaya ihtiyacımız var. Gelişebilmek için bebeklerin dokunulmaya daha da çok ihtiyacı var.
Yaşam Okulunun En Zor Dersi: Özsaygı
Özsaygı, kendimizi hem değerli, hem de karşılaştığımız sorunlarla başa çıkabilecek kadar yeterli hissedebilmektir.
Endişeler, Korkular, Kaygılar Karşısında Elimizde Ne Var?
Ben her zaman endişeli biri olmuşumdur. Annem beni mikropların tehlikesine karşı uyarırdı ve onun mutfağına girdiğimiz zaman neredeyse her yerimizi “ovalamak” zorunda kalırdık. Dedem de ondan aşağı kalmazdı; her zaman kötümser öngörülerde bulunur ve bizi bayağı korkuturdu. Ben de şimdi aynı onlar gibiyim! Her zaman en kötüyü görüyorum ve en kötüsünden korkuyorum ve mikrop kapma konusunda annem kadar endişeliyim. Stresli bir işim var ve bunun pek yardımı olduğunu sanmıyorum. Beni o kadar çok şey endişelendiriyor ki bununla yaptığım şeyleri sınırlayarak baş ediyorum. Bu da pek sosyal hayatım olmaması anlamına geliyor ve bu durum çoğu zaman beni bunaltıyor. Endişeler, korkular ve kaygılar hepimizi farklı etkiler: bazılarımız bunlara karşı çok duyarlıyken, bazılarımız daha dayanıklı görünür. Kaygıyla bağlantılı sorunlar yaşayan herkes “neden ben?” diye sorar ve bu önemli bir sorudur. Bunun yanıtı zorluklarınızı daha iyi anlamanıza yardım edecek ve bu da sizi korkularınızın sorumluluğunu alma konusunda daha güçlü bir konuma getirecektir. “Neden ben?” sorusunu anlamak geniş bir bakış açısı kazanmanızı sağlayabilir ve ayrıca yaşam tarzınız, bakış açınız ve tavırlarınızda nerede değişiklik yapılması gerektiğini gösterebilir. Endişe, korku ve kaygıların kotarılması ve önlenmesi kısmen hayatınızın sizi bu tür sorunlara meyilli kılabilen yönlerini –“risk faktörlerinizi”- anlamanıza bağlıdır. Kaygıyla bağlantılı sorunların risk faktörleri kabaca şunlarla ilişkilendirilebilir: – […]
BİLGELİĞİN İZİNDE
Ali Rıza Malkoç
Gönül arzu ederdi ki bu kitabın bu toplumda en az 500 bin satışı olsun, okuyanların manevi kasları gelişsin.
Neden mi?
AYRILIĞIN BEDELLERİ
Yeni doğan bebeğin doğar doğmaz, daha göbek bağı kesilmeden annenin koynuna verilmesinin önemi çok büyük.
Okul Sahiden Gerekli midir?
Çocuğumuz “bugün okul var mı?” sorusunu ümitsizce sorduğu zamanlarda neyi yanlış yaptığımızı düşünmek yerine, gerçekleri bir düşünelim mi? Ülkemizin herhangi bir yerindeki sıradan bir okula bakalım: Yetişkinlerin 9’da mesaiye başlamadığı, yani çalışmak için sabah 9’dan önce hazır olamadığı bir ülkede, çocuklar 7.30’da ders başında olmak zorundalar. Okul günleri giderek uzamış ve daha az eğlenceli olmaya başlamış.
ANNEM VE BEN BİR’İZ
Bebekler doğumdan itibaren anneleriyle iletişim kurmaya hazırdır. Bebek eğer annenin aldığı ilaçların uyuşturucu etkisi altında dünyaya gelmemişse, yani tümüyle ilaçsız, epiduralsız ve vajinal doğumla dünyaya gelmişse annenin yüzüne dikkatli bir şekilde bakar.
Hikâye Anlatıcılığı… Hayalden Hayata…
Masallar…
Küçükken dinlediklerimizin bilinçaltımızı nasıl çorba ettiğini fark ettiklerim…Yine de büyülü dünyasından etkilendiklerim…
Blogcu Anne: Sen ne yaşıyorsan dünyanın bir yerlerinde başka kadınlar onu yaşıyor.
Bazı blogların tedavi edici bir etkisi vardır. Bazıları eğlenceli, bazıları bazıları bilgi edindirme amaçlıdır.
Öğrenmeyi kolaylaştıran egzersizler ve kinesiyoloji
Çocuğunuz: “Canım istemiyor!”, “Yapamıyorum!’, “Yorgunum!”, dediğinde bunun altında yatan gerçek aslında o esnada yeterince bütünleşememiş olmasıdır.
GEBELİK DOĞUMDAN SONRA DOKUZ AY DAHA SÜRER
Nil Gün’ün Mayıs 2017 Bebeğim ve Biz dergisinde yayınlanan “Bebeğin İlk İlişkisi: Anne” yazısını okumak için tıklayınız. Nil Gün’ün bu yazısı Haziran 2017 Bebeğim ve Biz dergisinde yayınlanmıştır. “Doğum ne hayatın başlangıcı ne de gebelik sürecinin sona ermesidir. Yeni doğanı hayata hazırlamak için rahim içinde ve dışında süren gestasyon dönemi için çok önemli ve etkisi büyük bir ara dönem aşamasıdır.” Ashley Montagu İnsan yavrusu, diğer türlerin yavrularına göre çok daha uzun süre anneye muhtaç bir varlık. Anne karnında geçirilen dokuz ay, onun temel gelişim sürecine yetmiyor. Büyümeye, gelişime anne rahminde devam etseydi, yani gebelik süreci dokuz ay değil de on sekiz ay olsaydı, vajinal doğum mümkün olamazdı. Bu nedenle gebelik boyunca süren gelişim, rahim dışında da devam ediyor. Özellikle doğum sonrasındaki ilk dokuz ay. Bu spesifik dokuz aylık döneme dış gestasyonel dönem deniliyor. Bir kuzu, bir zürafa, bir fil yavrusu, doğduktan hemen sonra sallanarak da olsa ayağa kalkıp annesini takip edebiliyor. Memelilerin çoğu doğduktan çok kısa bir süre sonra yürüyerek annesinin peşinden gidebiliyor. Oysa insan bebekleri doğduktan sonra uzun süre annelerinin bakımına muhtaçlar. Evrim ağacının üst seviyelerinde olan memeli ve yumurtadan çıkan hayvanların hepsi yavrularına bakar, onları besler, temizler ve tehlikelerden korur. Kimi yavrularını kollarında, kimi ayaklarının üzerinde, […]
Bebeğin İlk İlişkisi: Anne
Nil Gün’ün Nisan 2017 Bebeğim ve Biz dergisinde yayınlanan “Bebeğin Hayatının İlk saati” yazısını okumak için tıklayınız. Nil Gün’ün bu yazısı Mayıs 2017 Bebeğim ve Biz dergisinde yayınlanmıştır. Güven duygumuzun temelleri bebeklik döneminde atılıyor. Kendimize güven duymak… İlişkilerimizde güven duymak… Hayata güven duymak… İnsan yavrusunun kendini güvende hissetmesi, özsaygısının gelişmesi, sosyal ve bilişsel becerilerinin gelişmesi, doğduğu andan itibaren anneyle olan bağının doğaya uygun başlamasıyla doğrudan bağlantılıdır. Bu bağ, annenin bebeğine sevgi ve şefkat göstermesini sağlar. Bebeğin gece gündüz bitmeyen ihtiyaçlarını karşılamakta duyarlı olmasını sağlar. Anne – çocuk bağının oluşması uzun vadeli bakıma ihtiyaç duyan tüm memeli hayvan yavruları için gereklidir. Hayvanlar âleminde bu bağın oluşmasının engellendiği annelerin yavrularına bakmadıklarını biliyor musunuz? Bu bağın eksikliğinin etkisi yavrular için maalesef geçici değildir. Olumsuz etkileri hayatın ileri dönemlerinde ortaya çıkmaya devam eder. Fare ve sıçanlarda yapılan araştırmalarda, annelerinden bağı koparılan yavruların hayatları boyunca hem daha endişeli ve stres yüklü olduğu hem de yetişkinliklerinde öğrenme ve hafıza becerilerinin daha düşük olduğu görülüyor. Yeni doğan maymun yavruları üzerinde yapılan araştırmalar da anne bebek bağının önemini bize gösteriyor. Bebek maymunların bir kısmı yumuşak materyalden yapılmış oyuncak anneler tarafından biberonla besleniyor. Bu yavrular büyüdüklerinde daha umutsuz ve hırçın davranışlar sergiliyor ve depresyona giriyor. Gerçek anneyle […]
Başarının Basamakları
Nil Gün’ün ilk baskısı 2003 yılında yapılmış Yaşam Cesurları Sever adlı kitabından alınmıştır. Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede “Evetama” lar yaşıyormuş. “Evetama” lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise “evet, ama” diye yanıtlarlarmış. Ve yanıtları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymış bu mahalle sakinleri. İkinci mahallede “Yapıcam” lar yaşarmış. Bu insanlar gerçekten ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış ama tam yapacakları sırada yapma şanslarını çoktan kaçırdıklarının farkına varırlarmış. “Yapıcam”lar mahallesinin insanlarının hepsinin dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş. Üçüncü mahallede yaşayan “Keşke”cilerin hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama… her şey olup bittikten sonra. “Keşke”cilerin de hep başları kanarmış, duvarlara vurmaktan! Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise “İyi ki yaptım” lar otururmuş. “Keşke”ciler bu güzel evlerin arasında yürüyüşe çıkar, bu güzel evlere, ağaç gölgelerinin altında oynayan çocuklara hayranlıkla bakarlarmış. “Yapıcam”lar “Keşke”cilerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış. “Evetama”lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğmadığından şikayet ederlermiş. “İyi ki yaptım” mahallesi ne istediğini bilen ve yapmak için gereken disipline […]
Bebeğin Hayatının İlk Saati
Nil Gün’ün bu yazısı Nisan 2017 Bebeğim ve Biz dergisinde yayınlanmıştır. HAYATIN İLK SAATİ Nil Gün Anne- bebek arasında içgüdüsel sevgi bağı kurmak ile “çocuğunu sevmelisin” mesajıyla öğretilmiş/ görevsel bağ kurmak temelden farklıdır. Bebek ve anne arasındaki içgüdüsel bağın oluşması için fiziksel ve duygusal ihtiyaçların doğumdan hemen sonra ilk bir saat içinde karşılanması çok çok çok önemlidir. Bunun için bebekle annenin ilk bir saat içinde hiç ayrılmaması, ten teması yaşaması, göz kontağı kurması ve bebeğin ilk memesini emmesi gerekir. Yeni doğan bebek, doğumu izleyen bir saat içinde meme ucunu bulma ve emme yeteneğine de sahiptir. Oysa bebek doğar doğmaz genellikle ne yapılır? Hemen göbek kordonu kesilir, yıkanır, kurulanır, tartılır, giydirilir, topuğundan kan alınır, K vitamini iğnesi yapılır, gözüne damla damlatılır… Bazen başka işlemler de yapılır. Bebek anne kucağına verilmeden önce, tüm hayatını etkileyecek önemli dakikalar bu faaliyetlerde harcanır. Peki, bu faaliyetler gerçekten acil midir? Göbek kordonunun kesimi atış durana kadar, ya da plasenta ayrılana kadar, tüm diğer işlemler ise bir saat bekleyemez mi? Bağ Oluşumu İçin Kritik Zaman Etoloji canlıların davranışlarını inceleyen bilim dalıdır. Özellikle canlıların doğal ortamındaki davranışlarını inceler. Etoloji, davranışcılık ve içgüdü psikolojisi için kullanılan bir terimdir. Etologlar hayvanların ve insanların davranışlarını […]
Gıda İntoleransı ve Omega 3 Nedir?
Fırsat buldukça ben hep tıp alanından okurum. Doğruyu anlayabilmek için oradan, buradan, hiç bıkmadan… Bağımsız araştırmalar kadar yanlı araştırmaları, serbest ve yenilikçi görüşler kadar bağnaz ve değişime kapalı olanları da okumanız gerekir ki doğruyu da aradan süzebilin. Ben buna inanırım. Antik tıbbı, Doğu tıbbını ve modern tıbbı bir arada anlamaya özellikle gayret ettim. Alanım ve konum gıda idi; en çok onları takip ettim. Yeni nesil hastalıklar ve gıda gereksinmeleri üzerine özellikle çok fazla okudum, düşündüm, dinledim ve şahit oldum. Hastalıkların yörüngesine çok kafayı taktım, sıkılmaz iseniz biraz anlatayım. Temeline indiğiniz on “modern” hastalığın dokuzunda sindirim sistemine çarpıyorsunuz. En sıkıntılı alan kabızlık… Toksinleri atmak üzerine kurulu bir sistemde, olması gereken sürenin üzerinde bekleyen dışkıdaki toksinler emilim yolu ile vücuda geri alınıyor. Sindirim bize sandığımızdan çok daha fazla şey söylüyor. Kendinizde izlemeniz gereken ilk şey de bu atılım süreci bana göre. İntoleranslar (besin hassasiyetleri)… Binlerce yıldır var mıydı? Varsa da bu kadar sık mıydı? Glüten intoleransı şu ara en popüler olanı… Testlerinin envai çeşidi, daha doğrusu markası çıktı. Medyatik bir popülariteye erişseler de ben bunları tüketiciye yönelik bir ürün olarak görüyorum. Bu testlere yüklenmiş referans değerler ile sizin, bizim bulduğumuz ve tükettiğimiz gıdaların değerleri çoğu zaman birbirini tutmuyor. Bu da ortaya her […]
Gölgelerden Aydınlığa
Bu yazı ilk kez 4 Eylül 2009 tarihinde yayınlanmıştır. Gölgelerden Aydınlığa workshop’u benim hayatımda önemli farklar yaratan bir eğitimdi. O günlerde yeni yeni tanıştığım gölgelerim şimdilerde artan yoğunlukla hayatımda kendini göstermeye başladı. Sanki ben hazır oldukça, gölgelerimin karşıma dikilmesi de sıklaştı. Bugünlerde peş peşe, hiç olmadığı kadar sık çıkıyorlar karşıma. Sanırım içsel olarak ancak şimdi bu konuda daha açık hale gelebildim ve Evren de beni desteklercesine sürekli gölge oyunları sunuyor bana. Bu dönemde hayatımda olan birçok insanda, izlediğim herhangi bir filmde veya elimi attığım her yeni kitapta gölgelerim, yansıtmalarım, aynalamalarım çıkıyor karşıma, adeta onları kabul etmemi bekliyormuşçasına karşımda duruyorlar. Hele şu anda okuduğum Geçmiş Şimdi Olduğunda isimli kitap, tüm bunların üzerine tuz biber ekti diyebilirim. Okumayanınız varsa, mutlaka tavsiye ederim. Ben kitabı okurken, ölmeden hemen önce söylenen “Hayat çok kısaymış, hiçbir şey anlamadım” söyleminin sebebini anladım. O kadar çok ve sık gölgelerimiz etkisinde yaşıyoruz ki, gerçekten yaşadığımız zaman dilimleri yok denecek kadar az. Son zamanda yaşadığım olaylardan birini paylaşmak istiyorum: Engelleyemediğim bir şekilde, bir anda hayatımın tam orta yerine yerleşen bir insan, öyle bir yüzleşme yaşattı ki bana, öyle böyle değil… Ben kendimi bildim bileli bu insanın birçok davranışına katlanmakta zorlanmışımdır. Ama seyrek görüştüğümüz için durumu bugüne kadar genellikle “idare edebilmiştim.” Ancak bu […]
İyi İnsanlar Neden Kötü Şeyler Yaparlar?
Bu yazı ilk kez 2009 yılının Aralık ayında yayınlanmıştır. İyi insanlar neden kötü şeyler yaparlar? Bazen kendimizden beklenmeyen davranışlarda bulunuyor, kendimizi sabote eden seçimler yapıyor ve tüm bunların nedenini anlamakta güçlük çekiyoruz. Kendimiz de çevremizdeki insanlar da bu seçim ve davranışlarımıza bir anlam veremiyor. İnsan bile bile niye kendisine zarar versin ki? Ama çoğu kez bilmeden veriyor işte. Derinlik Psikolojisinin babası Carl Jung, kendimizin farkında olmadığımız yönlerimize “gölge” diyor. Her birimizin ışığı var. Her ışığın gölgesi de vardır. Gölgelerimiz kendimizi tanımadığımız yönlerimiz. Siyah gölgelerimiz de var. Beyaz gölgelerimiz de. Siyah gölgelerimiz kendimizde görmek istemediğimiz, hatta varlığından haberdar bile olmadığımız kör alanlarımız. Kendimizle ilgili yadsıdığımız her şey. Beyaz gölgelerimiz varlığından haberdar olmadığımız henüz ortaya çıkmamış potansiyel alanımız. Henüz kullanmadığımız gücümüz, yaratıcılığımız, yeteneklerimiz. Yaşam Okulu workshoplarının her modülünde gölgelerle uğraşırız. Ama bir de yoğun uğraştığımız bir modül var: Gölgelerden Aydınlığa. Kendinizi ve hayatınızı gerçekten anlamak istiyorsanız, zor ve acı veren kendinizle yüzleşme çalışmasını yapmanız gerekiyor. Bunu yapmaya cesareti olanların sayısı dünyada çok az. Bu nedenle hayatını anlamlı ve doyumlu bir şekilde yaşayan çok az insan var. Gerçekten gelişmek, bilinçli ve bütün bir insan olmak istiyorsanız sizi koruduğunu sandığınız imajlarınızdan, sorunlarınızı sizin adınıza başkalarının çözeceği beklentisinden vazgeçmeniz ve radikal bir dürüstlükle kendinizle yüzleşmeniz […]
Kadın Yerine Bayan Sözcüğü Kullanmak
Bu yazı ilk kez 2011 yılının Mayıs ayında yayınlanmıştır. Evden işe, işten eve giderken arabanın radyosunu açar, ruh halime uygun bir müzik ararım. Arada bir ilgimi çeken bir sohbet programına rastladığım da oluyor. Geçenlerde radyo kanalları arasında dolaşırken bir konuşma dikkatimi çekti. Erkek egemen bir toplumda yaşıyoruz, diyordu bir kadın. Hemen kulak kesilip dinlemeye başladım. Konuşmanın bir yerinde, erkek egemen bir toplumda biz bayanların başarılı olması çok zor, gibi bir şeyler söyledi. Ben “bayan” lafını duyunca daha fazla dinleyemedim. “Bayan” sözü yerli yerinde kullanıldığında çok uygun olabilir ama erkek egemenliğini eleştirirken “kadın” yerine “bayan” demek farkında bile olmadan erkek egemen düşünceye katkı yapmaktır. Erkek egemen düşünce bilinçaltımızın derinliklerine öylesine nüfuz etmiş ki “kadın” sözünü kullanmanın kabalık olduğunu sanıyoruz. Bilgiyi bilince çıkarmadıysak eğer bir bakmışız ki karşı olduğumuz şeyin yandaşı olmuşuz; zayıflatmak, geriletmek istediğimiz şeyi güçlendirmişiz. Kendisine ya da kendi cinsine neden “kadın” yerine “bayan”ı seçtiğini sorgulamayan bir anlayışın erkek egemenliğine katkıda bulunduğunu fark etmesi de beklenemez. Bazılarınız, işi çok abarttığımı düşünebilir. “Kadın” yerine “bayan” sözcüğünü kullanmanın bu kadar ters bir sonuç yaratacağı iddiası inandırıcı gelmeyebilir. “Bayan” sözcüğü bize, soruna hangi anlayış içinden baktığımızın bilgisini veriyor. Bir ideolojiyi (erkek egemen ideoloji kadınların da savunucusu ve üreticisi olduğu bir dünya görüşüdür) aynı […]
Yine Yeniden “Postür”
Geçtiğimiz haftalarda kendimize postüral anlamda yani duruş anlamında iyi baktığımızı ve bu anlamdaki farkındalıklarımızı artırdığımızı varsayarak ilk adımı hep beraber attığımızı düşünüyorum. Bu kadar önemli bir konuda biraz daha teorik bilginin zararı olmaz diyerek postüre etki eden faktörlerden söz etmek istiyorum sizlere. Duruşa etki eden faktörler: Irk Beslenme Kalıtım Psikolojik durum Sosyoekonomik durum Meslek ve uğraşılar Egzersiz Yorgunluk Aşırı kilo Kötü çalışma ortamı Kısalmış kaslar nedeniyle azalan esneklik Kemik ve yumuşak dokuya ait patolojiler Bu faktörlerden özellikle kötü çalışma ortamına -önümüzdeki haftalarda daha da detaylı olarak ele almak üzere- biraz değinmek istiyorum. Hayatımızın önemli bir bölümünün ofislerde ve masa başında geçtiği düşünülecek olursa bu konunun ne denli önemli olduğu ortadadır. Kısaca özetlemek gerekirse, çalışma ortamının çalışana uygun hale getirilmesi, “ofis ergonomisi” dediğimiz çok kapsamlı ve multidisipliner bir alanın konusudur. Mühendislik, mimarlık, tıp (fizyoloji, anatomi), psikoloji gibi birçok bilimsel disiplinin ortak çalışma alanıdır ergonomi ve amaç, insana en iyi şekilde uyumlanmış makine, çevre sistemleri geliştirmektir. Gün boyu oturduğumuz sandalyeden bilgisayarın klavyesine, çalışma masamızdan bilgisayarımızın faresine kadar her şeyin bedene uyumlu olması gerekir. Yapılan araştırmalar, ergonomik ortamların kas-iskelet sistemi hastalıklarını en az yarı yarıya azalttığını gösteriyor. Bu konudaki farkındalıklarımızı geliştirdikçe risklerimizi azaltıp, duruşumuza çok ciddi katkı sağlamamız mümkün. Evet, böylesi önemli bir […]
Genetik Mirası Değiştirebilirsiniz
Uzun yıllardır bütünsel (holistik) sağlık ile ilgilendiğimi eski okurlarım bilir. Sağlık ile ilgili zihnimde birçok teori geliştirmiştim. Teorilerimi Uzakdoğu tıbbının önerileri destekliyordu. Kuantum fizik olasılıklardan söz ediyordu. İşte tüm bunların biyolojik açıklamasını İnancın Biyolojisi kitabı bana sundu. Kitapla ilk karşılaşmam Amerika’da katıldığım bir kinesiyoloji eğitiminde oldu. Otel odamda kitabı yutarak okuduğumu hatırlıyorum. Hayır, bu eğitim Dr. Lipton’un kitabında önerdiği eğitim değildi. Ama daha sonra onun önerdiği kinesiyoloji eğitimini de aldım. Yeni Biyoloji ve genetik bilim alanında devrim yaratan İNANCIN BİYOLOJİSİ kitabının yazarı Dr. Bruce Lipton’ın beni çarpıcı biçimde etkileyen bu eserini Türkçeye ve sizlere kazandırmaktan gurur duyuyorum. Bilimsel kitaplar daima ilgimi çekmiştir ama böylesine bilgi zenginliğiyle dolu kitabı herkesin anlayacağı dille anlatması kitabı daha da çekici hale getirmiş. Kitabın temelde verdiği mesaj şu: Genlerimizin kurbanı değiliz. Genlerimizi düşüncelerimizle ve inançlarımızla değiştirme gücüne sahibiz. İnançlarımız, doğru ya da yanlış, olumlu ya da olumsuz bile olsa genetik aktivitemizi ve genetik kodlarımızı etkiliyor. Hastalığı da sağlığı da yaratan bizim bilinçli ve bilinçaltı inançlarımızdır. Genlerimizin kurbanı olduğumuza inanırsak ilaç firmalarının kurbanı oluruz. İlaç firmaları destekli yapılan bilimsel (!) araştırmalara göre gazetelerde her gün bir hastalığın genetik olduğu haberi yer alıyor. Sadece son birkaç ayda gazetelerde yer alan sağlık haberlerine göre işte bize sunulan bilgiler: […]
Akın Akın Dönüşüm
Fatih Akın’ın Kesik filmi Türkiye için milat niteliğinde… 100 yıl boyunca yok sayılan ve “Böyle bir şey olmamıştır” denilen, üstelik aksi yönde iddialar dile getiren kişilerin derhal tehdit ve şiddet oklarına maruz bırakıldığı konu hakkında dolaylı olarak çekilebilen birkaç belgesel ve bir sanat filmi dışındaki ilk film bu; net, dürüst, geçmişle yüzleşmeye götüren tavrı ile bir şifa çalışması adeta… İrili ufaklı da olsa geçmişin travmalarını taşıyoruz. Bir bilgenin dediği gibi ahir zamanlardan geçmekteyiz ve artık sadece kendi hayatımızdaki eylemler değil bizden önceki nesillerin eylemleriyle de yüzleşme dönemi bu… Tıpkı Kesik filminde olduğu gibi önce geçmişi dürüstçe görmek, ardından Nazaret Usta’nın Halep’i terk eden Osmanlı ahalisine atamadığı taş gibi tüm tarafların ötesine geçme zamanı -ki bence filmin en değerli sahnelerinden biri bu. Özenle seçilmiş oyuncular, mekanlar, Tahar Rahim’in muhteşem performansı ve Fatih Akın’ın projeye koyduğu emek ve yürek takdire şayan… Bartu Küçükçağlayan’ın ise filmde görüldüğü kısacık sürede kurduğu birkaç cümlenin ötesinde toplumsal olarak dönüştürücü olabilecek bir rolü olduğu kansındayım. Filmin ana karakteri Nazaret Usta’nın yaşadığı hayati tehlike, acı ve yokluk içerisinde geçirdiği değişim, insanlığını ondan almıyor, aksine daha da güçlendiriyor. ABD’de demiryolu yapımında çalıştığı sırada, konuşamadığı ve ne olduğu anlaşılmadığı için dönem ve bölgenin ayrımcı dili tarafında “Pis Yahudi” diye aşağılanırken Kızılderili bir […]
Aslında Herkes Bir Yaşam Koçudur
Aslında herkesin bir yaşam koçu olduğu söylenir, bu bence de doğrudur. Hayatta bazen insanlar, bazen de kitaplar sizlere doğru soruları sorarak, dikkatinizi kendinizde yoğunlaştırmanızı sağlayarak ya da enerjinizi yükselterek doğru cevaplarınızı bulmanızı ve harekete geçmenizi sağlamış olabilir. Ben de doğru cevabımı sevgili Nil Gün’den duyduğum bir soru ile bulmuştum ve kariyerimi değiştirme kararı almıştım; “Bugün hayatınızın son günü olsaydı, yaşamınızı gözden geçirirken neyle gurur duyardınız?’’ Bu soru bana hayatta okul ve iş başarısından daha önemli şeyler olduğunu fark ettirmişti ve beni harekete geçmem için cesaretlendirmişti. Çoğumuz daha çok para kazanmak, kazandığımız para ile bizi mutlu edeceğini sandıklarımızı yapmak ya da satın almak isteriz. Zamanımızın ve enerjimizin büyük bölümünü hep daha çok çalışmaya harcarız. Bu, başarıya giden zor yoldur. Kolay yol, öncelikle kim olmak istediğimize karar vermek ve verdiğimiz karara göre harekete geçmektir. Bir orta düzey yönetici danışanım bölge müdürü olmak için benden koçluk hizmeti almıştı. Bu sayede, onun kendisini tanıma yolculuğuna birlikte çıktık. Fark etti ki onu esas mutlu eden yönetici olmak değil, müzikle ilgili bir şeyler yapmaktı. Bölge müdürü olmak yerine, birikimini müzik okulu açmak için kullanmaya karar verdi. Kendisi şu anda mutlu ve başarıyı yakaladığını düşündüğü doyumlu bir yaşamı var. Yaşam koçluğu ilk önceleri üst düzey yöneticilere tanınan […]
Gıda Endüstrisinin Pazarlama Yöntemleri
Gözümün önünde yıllar öncesinden bir görüntü; biraz kurcaladığınızda sizin hafızanızda da canlanacağından eminim. Sevgili Uğur Dündar’ın Arena programını yaptığı, programda da gıda terörü, hijyen gibi konuları işlediği yıllar… Meşhur baskınlardan biri için bir köye gidiliyor sanırım ancak bir yerlerden haber uçmuş ki köye, kamera açılır açılmaz kadraja giren bir traktör, traktörün üzerinde bir şoför, şoförün kafasında bir bone… Adamın “Siz bir yerlerden haber mi aldınız geleceğimizi?” diye soran kameramana “Yok biz traktörü hep bone takarak süreriz” deyişi… Gülerken gözümden yaş gelmişti ki şimdi o kaydı bulsam yine aynısı olur. Mutlaka bir yerlerde vardır ? O yıllar “Bayram öncesi ekipler denetim yaptı” yılları idi. Hâlâ da sürüyordur belki de, ben çok denk gelmiyorum. İşte, fırınlarda kara böcek görüntüleri, yerlerde dolanan fareler, tencerelerden fırlayan her çeşit mahlukat falan… Kırmızı bant üzerinde kocaman “Az sonra…” yazısı akıyor. Halktan birkaç röportaj… Kamerayı karşısında görünce don paça kaçan çalışanlar, eşofmanıyla içeriden fırlayıp “Kapat şunu kardeşim” diyen işletme sahibi… Televizyon karşısında “Cık, cık, cık…” diye alaturka helanın tiksindirici görüntülerini görüyoruz ediyoruz da esasında bunlar masum görüntüler imiş; şimdilerde anlıyorum. 8 TL’ye kıymalı pide satan, üstelik bunu benzin gibi çok pahalı bir sıvıyı yakarak evinize kadar getiren öz hakiki pide salonunun arka tarafında neler olduğunu tahmin etmek […]
Tasarruflu Araç Kullanımı
Günümüzde hava kirliliğinin ve dolaylı olarak da kirliliğin en önemli sebeplerinden biri fosil yakıt tüketen araçlardır. Dizel ve benzinli araçlar atmosfere CO2, HC, SO2 ve NO gazları salmakta, dizel motorlardan çıkıp doğal ortamdaki canlılar tarafından kolayca emilimi gerçekleştirilebilen kanserojen ve gen mutasyonlarına sebep olabilen katı partiküller canlıların sağlığı için tehdit oluşturmaktadır. Bu sebeple Avrupa ülkeleri dizel partikül filtreli motorların üretimini zorunlu hale getirmektedir. Benzinli araçların en büyük çevre kirletici nedeni olan kurşun artık yakıtların içeriğinde bulunmadığı için eskiye nazaran daha az çevre kirletici etkiye sahiptir. Ancak kirletici etkisi, milyonlarca aracın her gün trafikte olması ile devam etmekte, önlemler yetersiz kalmaktadır. Peki, araç kullanımından kaynaklanan hava kirliliği önlemek mümkün mü? Araç kullanımından kaynaklanan hava kirliliğini önlemek için neler yapılabilir? Gelişen şehirlerde oluşan yoğun trafikle mücadele etmek ve yakıt israfını önemli ölçüde azaltmak için toplu taşımayı kullanmayı denediniz mi? Yapacağınız bu eylem tüm olumsuz etkilerin azalması ile birlikte size zaman kazandırabilir; üstelik böylece çevre korunmasına azımsanmayacak bir katkıda bulunabilirsiniz. Yeni nesil araçlarda olan sistemler sayesinde araç trafikte durduğunda motor durmaktadır. Bu sisteme sahip, düşük emisyonlu yeni araçlara geçiş yapabilirsiniz. Araç bakım ve onarımlarınızı zamanında yapmanız, kirlilik salan gaz ve partiküllerin salınımını kontrol altında tutmanızı sağlar. LPG, her ne kadar ticari araçların tercihi […]
İnsanlık Ruhsal Bir Kriz Yaşıyor
Bu dünyada yaşayan yedi milyar insan aynı şeyi istiyor. Sevmeyi sevilmeyi, güveni, mutluluğu, huzuru, sağlığı, değerli olduğunu bilmeyi, dostluğu, neşeyi, kendisine maddi refah getirecek olanakları istiyor hayatında. Ama tüm bunlara sahip insan sayısı yedi milyar içinde kaç kişi? Çok ama çok az. İnsanlık ailesi neden bu durumda? Kendimizi ve hayatın her alanındaki inançlarımızı derinden sorgulamakta yarar var. Her birimiz bu gezegende yer kaplıyoruz. Gezegenin havasını, suyunu, yiyeceğini alıyoruz; doğal ürünlerinden yararlanıyoruz; çöpümüzü bırakıyoruz. Doğayı sürekli tüketiyoruz, kirletiyoruz, zarar veriyoruz. Bu gezegende yaşayan her bitki ve hayvan türü bir şekilde ekosisteme hizmet ediyor. Peki, biz insan türü olarak tüm bu aldıklarımıza karşı ne veriyoruz? İnsandan başka hangi canlı karnını doyurmak ve kendisini korumak dışında diğer canlıları da kendi türünü de acımasızca öldürüyor? Başka hangi tür ekosisteme böylesine zarar veriyor? Homo sapiens (insan) türü gezegenin kanseri olmuş durumda. Din, mezhep, ırk, cinsiyet, cinsel yönelim farklılıkları yüzünden bu gezegende her gün binlerce insan yine insanlar tarafından yaralanıyor, öldürülüyor. Çeşitliliğe, farklılığa saygı göstermeyi bilmiyoruz. Bizden olmayanlar / bizden olanlar ayrımını hayatımızın birçok alanında yapıyoruz. Bir de neden dünya bu halde, biz neden mutsuzuz diye sorup duruyor, ne kadar bencilce ve yanlış varsayımlarla yaşadığımızın farkında bile olmuyoruz. Sağlıksız inançlar, sağlıksız varsayımlarla sürdürdüğümüz bu yaşamın sonucu […]
Hayatınız Bir İş Olsaydı
Dünyadaki en kolay şey, olumsuz ve kötü düşünceleri düşünmektir. Eğer zihninizi kendi haline bırakırsanız, kendisini olumsuzluk girdabına çeker ve mutsuzluğunuz da o ölçüde artar. Olumlu ve iyi şeyler düşünebilmek ise çaba gerektirir. İşte öz disiplin, öz sorumluluk, öğrenmek ve “eğitim” denilen şeylerden biri de olumlu düşünebilme yetinizi geliştirmektir. James Clavell Eğer hayatınız bir iş olsaydı, bu işe yatırım yapar mıydınız? Yanıtınız ne? Yapar mıydınız? Peki, başkalarının da bu işe yatırım yapmak isteyeceklerini düşünür müydünüz? Bu yatırımdaki hisse fiyatları ne olurdu? Hisselerin değerini nasıl yükseltebilirdiniz? Dürüstlük… Onurlu olmak…. Tutarlılık…. Yüksek değerlere sahip olmak…. Pozitif bakış açısı… Problemlere değil, çözümlere odaklanmak… Kaliteli zaman yönetimi … Amaç belirlemek ve harekete geçmek…. Birlikte olmaktan keyif alınan bir insan olmak…. Başkalarına duyarlı ve ilgili olmak… Özsaygınızı geliştirmek… Liste uzatılabilir. Tüm bunlar bizim hisse değerlerimizi yükselten özellikler. Eğer bir şirket, hayatınız boyunca orada çalışacağınıza emin olsaydı, size ne kadar eğitim verirdi? Sizin gelişiminize ne kadar yatırım yapardı? Hayatınız boyunca hiç ayrılmadan çalışacağınız bir şirket var: Siz! Kendinizi ne kadar geliştiriyorsunuz? Kendinize ne kadar yatırım yapıyorsunuz? Öğrenmek, gelişmek, hayat ustası olmak için kendinize ne kadar zaman ve para yatırımı yapıyorsunuz? Zaman ve para hem çok önem verdiğimizi söylediğimiz hem de bilinçsizce ziyan ettiğimiz iki şey. Zamanı ve […]
Bir Kelebeğin Kanatları
Paylaşıyorum… Hayata dair güzel bir e-posta gelirse örneğin, anında üyesi olduğum e-posta gruplarına gönderiyorum. Bireysel gelişim konularında bildiklerimi mesela yeri geldiğinde hemen aktarıyorum. Hele Kuraldışı’nı her fırsatta paylaşıyorum. “Hayatım değişti” diyorum. Elimden geldiğince spontane ve dürüst yaşıyor olmam insanlarda belli bir merak ve özenme duygusu uyandırıyor. Yaşam Okulu’ndan mezun olduğum gün verilen mum gibi çevreme ışık vermek için önce kendi ışığımı yanık tutma eylemi içindeyim. Zaman zaman egoma kanıp çevremi kırıp döksem de davranışlarımın sorumluluğunu almam, özür dilemem ve olabildiğince açık olmam -açık olma konusunda hâlâ dengeyi bulabilmiş değilim- etrafımdaki insanların bana güvenmesini sağlıyor. Hatta öyle ki beni son derece iyi niyetli ve sevgi dolu, diye tarif ediyorlar. Zaaflarımı paylaştığımda bazen kınayarak bakıyorlar, “Sen mi? A, hiç beklemezdim” olabiliyor yorumları. Biliyorum ki bu kınayan sesler de bana ait. Sevgiden eksik her davranışımın önce kendimden esirgediğim sevgiden kaynaklandığını biliyorum. Her daim ışığımı üretemesem de, en azından artık ışığımı doğru sorular sorarak doğru yerde arıyorum. Geçenlerde bir arkadaşım bana “Biliyor musun, sen bir insanın hayatını değiştirdin” dedi. Ona Kuraldışı’nın web adresini göndermiş ve workshop’larından bahsetmiştim. Birkaç gün sonra sıkıntılı günler yaşayan bir arkadaşıyla tartışmışlar, arkadaşım da bu arkadaşına artık sorumluluk alması gerektiğini söyleyip Kuraldışı’nın adresini kendisine iletmiş. Arkadaşından “Ne yani, sen bana git […]
Zihinsel Bir Devrim: Amaç Belirlemek
İnsanlığın büyük ve muhteşem eseri, bir amaçla yaşamayı bilmektir. Montaigne Yolumuza bir amaçla devam etmek. Hayatımızda neyin gerekli, neyin gereksiz olduğunu bilmek ve ipleri eline alabilmek… Bunlar, yazıldığı kadar basit olmayan, bütün korkularla ve ödünç düşüncelerle yüzleşmeyi gerektiren bir mükemmellik bilincini şart koşuyor… Yaşamımızı, kaderimizi, geleceğimizi hatta şu anda bulunduğunuz fiziksel ortamı dahi belirleyen o önemli “farkındalığı” kazanmanın yolu, kendimizle yüzleşirken yalnız kalmayı ve bütün dış sesleri susturmayı gerekli kılıyor. İngilizcede “Aim” (Amaç) sözcüğünün “I am” (Ben) sözcüğünün anagramı olduğu söylenir. Ne kadar da sembolik, değil mi? Bu nedenden dolayı, ”Who am I?” (Ben kimim?) varoluşsal sorusuna şu cevabı verebiliriz: “I am my aim” (Ben, amacımım). Bu iki kelimelik cümlenin barındırdığı olgunluk, bütünlük ve sağlık, bizi varlığımızın özüne ve tümüyle insan olmaya yaklaştırır. Bir amaca sahip olmak, kişinin kaderine hâkim olmasıdır. Bu, hayatımızda neyin zaruri olduğunu ve neyin zaruri olmadığını bilmek demektir. Bize dürüstlük bilincini verir. Kişinin kendini, […]
Alınan Kararlar Neden Sürdürülmez?
Mutlu insan, çok şeylere sahip olan insan değil, Tanrı’nın kendisine verdiği armağanları bilgece kullanan ve onursuz olmaktan ölümden daha fazla korkan insandır. Romalı şair Horace (MÖ 65 – MÖ 8) İnsanlar tatil planlarını, hayat planlarından daha büyük hevesle yapıyor. Çünkü kaçış, daima değişimden daha kolaydır. Yeni davranışlar, -eski şekilde düşünmeye devam ederken- sadece iradeyle kazanılamaz. Çünkü alışkanlıklar otomatik davranışlarımızdır ve bilinçaltının kontrolündedir. Bilinçaltı kayıtları daima duygular eşliğinde oluşur. Duygu ne kadar yoğunsa kayıtlar o kadar güçlü olur. Zihnimizde sürekli düşündüğümüz düşünceler ve yarattığımız imgeler, davranış değişikliğinin ilk basamağıdır. İkinci basamakta ise: Amacınızı duygularla besleyin! Zihinsel programlamayı hızlandırmanın kestirme yolu duygulardan geçiyor. Duygular ne kadar güçlüyse süreç o kadar hızlanıyor. Nöron bağlantılarının sayısı ve gücü, bir düşünceyi güçlü duygularla hissettiğimizde artıyor. Yeni yıl kararlarının ya da kendi iyiliğimiz için almamız “gereken” bir kararın içinde duygu olmadığı için o kararlarımıza uygun değişikliği yapamıyoruz. Egzersize, sevdiğimiz yiyeceklere bağlandığımız kadar duyguyla bağlanmıyoruz. Sigaradan özgür bir hayata bağlanmıyoruz; sigaraya olan duygu bağımlılığımız daha fazla. Aldığımız kararlarla ne duygusal bağımız, ne de duygusal nedenlerimiz olduğu için, karşımıza çıkan ilk engelde kararımızdan vazgeçiyoruz. Bir tane baklavadan bir şey olmaz, bir sigaradan bir şey olmaz, bugün güzel bir yemeğe davetliyim, pazartesi yine rejime başlarım, şu anda çok […]
Hayalden Hayata: Melimelo Defterleri
Meltem Aybar… On bir yaşımızda kesişti yollarımız; tek derdimiz derslerdi o zaman. Güzel ve özgün bir Meltem hatırlıyorum o günlerimizi düşününce. Aradan yıllar geçti ve karşımıza kendi gibi “güzel ve özgün” defterleriyle çıktı Meltem. Tek fark soyadıydı. Meltem Uşar diye tanıdığım o kadın, hayatını Meltem Aybar olarak kalbiyle, eşi ve iki kızıyla yeniden inşa etmişti. Şarkı sözlerim için bir defter ısmarladım Meltem’e. Sonra bir gün o bir fotoğrafımdan etkilenip yeni bir defter tasarladı. Velhasıl o gün bugün sadece Melimelo defterlerine yazıyorum şarkı sözlerimi. Melimelo ismini ortanca kız kardeşi önermiş. “Melimelo, aslen Fransızca bir kelime. Biraz ondan biraz bundan gibi bir anlamı var. Ben de defter tasarımlarında çok farklı malzemeler kullanabiliyorum. Kumaşlar, düğmeler, kurdeleler, kağıtlar, tahta malzemeler vs. Biraz ondan biraz bundan yani. Bir de beni ‘Mel’ , ‘Melo’ diye çağıranlar çoktur. Bu ikisini birleştirince Melimelo çok uygun oldu” diye anlattı markasını. Ne kadar mühimdir yapılan işe uygun ismi bulmak. Ne kadar sancılı bir süreçtir o markayı yaratmak. Bu yazı dizisi için sordum, o da cevapladı. Buyurunuz… Peki defteri elde yapmak fikri nasıl oluştu? Eskiden beri yapar mıydın? Mesela okul döneminde… Kesinlikle tam bir kırtasiye delisiydim küçüklüğümden beri. Hâlâ da öyleyim. Gittiğim her şehirden, her ülkeden çeşit çeşit defter satın alırdım. […]
Düşler Kasabasında Bir Çocuk Yüreği
Düşler kasabasında sıradan bir geceydi. İşten eve dönmüşler, yemeklerini yemişlerdi. Gelecek kaygılarını, hayata dair hayal kırıklıklarını, her gün takip ettikleri diziler arasına gizlemeyi başarmış olmalarına rağmen kendilerini yorgun ve umutsuz hissediyorlardı. İçlerinde tanımlayamadıkları ya da varlığını bilmek bile istemedikleri duygular vardı her birinin. Sanki yaşamlarının bir döneminde bir şey kaybetmişlerdi. Fakat kimse, ansızın onları terk eden şeyin ne olduğunu bilmiyordu. Sanki uyuşmuşlardı. Hepsi istediklerini sandıkları gibi ya da istemeleri gereken gibi, onlardan beklendiği gibi yaşıyordu. İyi okullarda okumuşlardı. Hepsi birer iş bulmuş, aile kurmuştu. Mutluydular aslında. Eksik olan, yolunda gitmeyen bir şeyler vardı sadece, derinlerde onları huzursuz eden ve geceleri uykularını kaçıran. Görmezden gelmek, bu kasabanın yaptığı en iyi şeylerden biriydi. Duygularından konuşmazlardı. Öfkelerini, hırslarını, korkularını, sevgisizliklerini, mutsuzluklarını gizli çekmecelerine kaldırırlardı. Hepsinin çekmeceleri tıka basa doluydu. Onlar böyle yaşamaya alışmışlardı ve tek bildikleri de buydu aslında. Aynı sözcüklerle sarılı dünyalarında yaşayıp gidiyorlardı ve günler akıp gidiyor, mevsimler değişiyordu. Bu kasabada çocuklar dışında kimse hayal kurmuyordu. Hiçbir şeye karşı tutku duymuyorlardı. Kasaba sakinleri derin uykularındayken, uzun zamandır ilk kez, kasabaya o gece aralıksız kar yağdı. Bembeyaz bir örtü kapladı her yeri. Kasabaya ait olan her şey bu örtünün altında kalmıştı. Gün ağardığında, evlerinin pencerelerinden bakan herkes sokaklara fırladı. Şen kahkahalar atıyor, […]
Seçim Sizin
Yanılmıyorsam Özsaygı workshop’u sırasındaydı; bir katılımcı başından geçen ve beni de oldukça etkileyen bir olayı anlatmıştı. Yaşadığı kentte arabasıyla giderken önüne çıkan yaşlıca bir adama çarpmış ama zamanında frene bastığı için ciddi bir yaralanma olmamıştı. Yaşlı adam küçük birkaç sıyrıkla kazayı atlatmıştı. Kazayı yapan katılımcı arkadaş daha sonra durumunu öğrenmek için adamı evinde ziyaret etmişti. Yaşlı adamın o zaman söylediği bir sözden çok etkilenmişti: “Trafikte hızlı gitmek herkesin kolaylıkla yapabildiği bir şeydir, asıl zor olan yavaş gitmektir. Sen herkesten farklı ol, zor olanı başar.” İlk bakışta çok sıradan bir söz gibi geliyor değil mi? Ne var ki, “sürüden biri olmamak” hiçbir zaman sıradan bir şey değildir. Yaşlı adamın bu sözleri beni de çok etkilemişti, öyle ki, bugün bile trafikte sürüden biri olduğumu fark ettiğim anda kendimi biraz tahrik olmuş ve hız sınırını ihlal etmek üzereyken yakaladığım anda aklıma bu sözler gelir ve hemen toparlanırım. Bazen bize çok basit gelen bir söz hayatımızı değiştirebilir. Bu, hayatı nasıl algıladığımızla doğrudan ilişkilidir. Yüzeysel bakıyorsak yaşlı adamın söylediğine benzer sözler duyduğumuzda bunların bizdeki etkisi de yüzeyde kalır; dolayısıyla da çabuk silinir. Yaşamdaki zenginliği, insanlardaki derinliği, sözlerdeki bilgeliği ne ölçüde algılayabiliyorsak bunun bizdeki etkisi de o ölçüde derin, o ölçüde kalıcı olacaktır. Bu örnekte olduğu […]
Türklerde Annelik ve Kadının Yeri
İlk çağlardan beri Türk kadını, erkeğinden hiçbir dönem ayrı düşünülmemiş, her zaman erkeğin tamamlayıcı unsuru ve dengi olmuştur. Gök Tanrı inancında kadının yeri yerin yedi kat yukarısı yani tengrinin yanıdır. Han ile Hatun (Katun) yer ile göğün evlatlarıdır ve birbirlerinden ayrılamazlar. Bu yüzden kadın, Türkler için kutsaldır. Bu kutsallığı Türk mitolojisinin kadın kahramanlarından anlamak da güç olmasa gerek. Türk destanları ve tarihimiz de incelendiğinde, Türklerde kadının çok önemli bir yere sahip olduğu görülüyor. Türklerin çok eski zamanlarda anaerkil bir dönem yaşadıkları hakkında tarihçilerin fikir birliği vardır. Örneğin Oğuz hanın ilk karısı ışıktan, ikinci karısı ağaçtan doğmuş kutsal varlıklardır. Orhun abidelerinde ise çocukların ve hayvanların hamisi olan Umay ana gibi önemli ilaheler bulunur. Ay (Ata) gökyüzünün altıncı katında iken, Gün (Ana) yedinci katındadır. Bu da kadına daha çok değer verildiğinin göstergesidir. Devlet baba, vatan ana inancı ile kadınlar devlet yönetiminde hakanın yanında kurulan tahta oturmuşlar. Devletin sorumluluğu Hakan kadar Hatuna da aittir. Bu nedenle “Hakan emrediyor ki” şeklinde başlayan ifadeler geçersiz sayılır. “Hakan ve Hatun emrediyor ki” şeklinde yazılan ifadeler kabul edilir. Anlatılarda toplayıcılık yapan kadının, doğurgan olmasıyla kutsallaştırıldığı görülür. Bu sebeple ağaçtan türemeler, balçıktan yaratılmalar, toplayıcılık ve tarım döneminin mitolojisini oluşturur. Ayrıca Ak Ene, Ana Maygıl, Umay, Ayııhıt (Ayııhıt Hotun) […]
Ölüm Tarlaları
Çıktığım yurtdışı gezilerinden sonra en sevdiğim uğraşlardan biri fotoğraflarımı arşivlemektir. Henüz belleğimde anılarım taze iken aynı yerleri yeniden gezdiğimi, aynı duyguları yeniden yaşadığımı hissederim böylece. Bu kez Vietnam, Kamboçya ve Laos’daydım. Fotoğraf makinamda gözlerimin önünden akıp giden yüzlerce kare var. Her biri ayrı bir anı. Dünyanın yedi doğal harikasından biri olan Halong Körfezi, yamaçlarında maymunların yaşadığı ve sadece kuş cıvıltılarının duyulduğu lagunalarda sessizce yol alışımız, Mekong deltasındaki tekne gezintilerimiz, Luang Prabang’da muhteşem gün batışı, Angkor Vat’ta puslu gün doğumunun yarattığı huşu veren anlar, büyüleyici güzellikte nilüfer çiçekleri, içine uçak inebilecek büyüklükte ve milyonlarca yıllık doğa olaylarının etkisi ile şekillenmiş Halong mağarası, o anda cennette olduğumu hissederek yüzdüğüm serin ve masmavi sulara sahip Laos Kuangsi şelaleleri bunların sadece birkaçı. Ama gözümün önünde sadece bu güzellikler yok maalesef. Vietnam’da yakın geçmişte yaşanan -büyük güçlerin yönlendirmesiyle kardeşin kardeşe açtığı- savaşın derin ve acılı izleri var. Ormanlık alanda sürdürülen gerilla savaşına ait katledici tuzaklar ve kapanlar, ben şu anda paşa gönlümün keyfiyle bir dakika bile bunun içerisinde kalmakta zorlanırım ve nefes alamam diye düşündüğüm ama amacı canını kurtarmak ve yaşamda kalmak olan Vietnamlı askerlerin günler ya da aylar boyunca içinde yaşayabildiği yeraltı tünelleri var. Savaş müzesindeki yürek burkan fotoğraflar, savaşta kullanılan portakal gazının sonraki […]
Duyguların Hissettirdikleri
Duygular ruhun mesajlarıdır. Hissettirdikleri ise bu mesajları nasıl yorumladığımızdır. Örneğin korku duygusu doğal bir duygudur. Ama korku duygusuna verdiğimiz tepkiler bizi ya özgürleştirir ya da tutsak kılar. Kızgınlık duygusu, onu nasıl yorumladığımıza bağlı olarak üzerimizde değişik etkiler yaratır; bir duygunun içindeyken, duygunun etkisi bize hissettirdiklerine göre yapıcı veya yıkıcı olabilir. Duygularımızı tanımadığımız için, hissettiklerimizi o duygunun tanımı sanıyoruz. Bu nedenle de bazı duygulara kötü, bazı duygulara iyi yaftasını asıyoruz. Duygular BEN’in mesajlarıdır; Hissettiklerimiz, EGO’nun yorumlarıdır. Duygularımız, içimizdeki şamanın mesajları, iç dünyamızın hava raporudur. İçeride ne oluyorsa dışarıda da o olur. Duyguların rehberliğinden yararlanmanın ön koşulu, duygularımızı doğru isimlendirme, dolu dolu hissetme, yorumlama konusunda dürüst olma cesaretini gösterebilmektir. Aksi takdirde duygularımızdan yararlanmak yerine onları bastırmayı öğreniyoruz; bir süre bastırılsa da onlardan kaçmaya çalışılsa da asla yok edilemeyeceğini ve kaçılamayacağını bilmeden. Kendimizden kaçamayız ki! Duygularımızın dilini öğrendiğimizde onların bize verdiği mesajları da anlıyoruz. Sadece iç dünyamızın günlük hava raporunu değil, gelecek günlerin hava raporunu da bildiriyor bize. Hava raporu bize önümüzdeki günlerde büyük bir sel felaketine yol açacak fırtınayla karışık yağmur beklendiğini söylediğinde elimizden gelen tedbiri alıyor, günlük yaşamımızı ona göre düzenlemeye çalışıyoruz değil mi? Örneğin piknik ya da tatil yapmayı planlıyorsak bunu iptal ediyoruz, yeni planlar yapıyoruz. Duygularımızın hava raporunu da […]
Küçük Bir Devrim
Dün Varşova’da gezinirken rastgele seramik ürünler, değerli taşlı takılar, tablolar gibi farklı el yapımı ürünlerin olduğu bir dükkana girdim. Dükkanda çalışan, ürünlerin bir kısmının yaratıcısı Patrycja ile her şey ne kadar da güzel cümlesiyle başlayan ve politikayla, ülke halleri ile sonuçlanan sohbetimizin 1 saatten fazla sürdüğünü dükkandan çıktığımda fark ettim. Polonya’nın başındaki kişi de halkı ayrıştıran bir politika izliyormuş; ekonomik durum iyiye gitmiyormuş;halkın alım gücü düşükmüş; işsizlik varmış; gibi gibi… Bir çok benzerlik. Genel olarak dünyanın iyiye gitmediğini, birilerinin sanki arka planda gizli bir plan uyguladığını konuştuk. Sonra peki biz ne yapabiliriz bu durumda diye konuşurken Patrycja beni çok etkileyen bir şey söyledi: “Yıllar öncesinde kurulmuş olan ve çoğumuzun sorgulamadan yaşamayı kabul ettiği bu düzende küçük bir artist olarak yapabileceğim şey, yaptığım sanatı devam ettirmek; insanları içinde bulundukları andan, hayattan bir an da olsa çıkarabilecek, belki de sorgulamaya itecek bir şeyler üretmek. Bizim devrimimiz de bu. Para kazanmamayı göze alarak yalnızca sevdiği işle sevdiği için, yaşadığını hissettiği için uğraşan insanların hepsi birer devrimci değil mi?” Ben hiç böyle düşünmemiştim ki. Attığımız her adımda ne yazık ki bir geçim kaygısı, bir başarısızlık korkusu var. Bugüne kadar korkuyla yapılan neyden hayır gelmiş ki? Zor olan korkulardan, endişelerden sıyrılıp bir şeyleri sadece sevgiyle […]
Yenilenebilir Enerji
Enerji tanım olarak iş yapabilme kabiliyetidir. Günümüzde, endüstrinin temel enerji tüketimi elektrik enerjisidir. Teknolojinin gelişmesi ve insan nüfusunun artması ile birlikte enerji ihtiyacı özellikle son yüzyılda hızla artmıştır. Sanayi devrimi ile gelen yüksek enerji ihtiyacı, yeni buluşlar ve devlet politikaları ile çeşitli enerji üretim tesislerinin keşfi ve geliştirmeleri ile günümüze kadar giderilmeye çalışılmış ve halen artan talep doğrultusunda yeni enerji kaynakları arayışı sürmektedir. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında enerji üretim tesislerine yapılan yatırım ve enerji politikalarının devletlerin öncelikli yatırım yapılan sektörlere dönük yaklaşımları, enerji üretim tesislerinin hızla yaygınlaşmasını ve zamanla olumsuz etkilerinin görülmesini sağlamıştır. Artan enerji ihtiyacı ile sayıları artan ve öncelikli faydalanılan hidrolik ve termik santrallerin çevreye verdiği olumsuz etki her geçen gün giderek artmış, hammadde sıkıntısı ile bu santrallerin ileriye dönük işletilmelerinde sorunlar yaşanacağı kanısını ön plana çıkarmıştır. Sürekli artan enerji ihtiyacı farklı ve daha efektif enerji üretimi metotları arayışlarını hızlandırmıştır. Dünya üzerinde enerji ihtiyacı yıllık ortalama %5 olarak artış göstermektedir. Fosil yakıtların önümüzdeki yaklaşık 100 yıl içerisinde tükenecek olması yenilenebilir enerji kavramı üzerinde çalışmaları hızlandırmış ve bu yönde politikalar üretilmeye başlanmıştır. Ayrıca fosil yakıtların ülkelerin politik hâkimiyetlerinin önemli bir belirleyicisi olması, fosil yakıt kaynakları olmayan ülkeler için de araştırmaların hızlandırılması konusunda önemli bir itici güç olmaktadır. Yenilenebilir […]
Biraz Şefkat Lazım Bize
İstediği öyle akıl almaz ki benim için kabul etmeme imkan yok; baştan reddediyorum. Değil tartışmaya, konuşmaya bile tahammülüm yok; oluru yok, mümkün değil, kestirip atıyorum!
Zıtlıklar Ülkesinde Bir Dünya
Her birey kendi içinde bir bütün olduğunu ve daha büyük bir bütünün parçası olduğunu tekrar hatırladığında daha iyi bir dünya mümkün olacak.
PİKİ (Bütünsel Kinesiyoloji) Nedir?
PiKi testleri çok basit görünebilir ama verdiği bilgiler değerli ve derindir. Bedenimizden iç dünyamızda neler olup bittiğinin bilgisini almak için insan yapımı teknolojiden çok daha isabetlidir. Çünkü soruyu bizzat bedenimiz yanıtlamaktadır. Alet yanılır, beden yanılmaz; eğer onun dilini anlamayı bilirsek.
Hayalden Hayata: Bodrum Gangava
Gangava eski Bodrum ruhunu yaşatmaya çalışan bir mekân. İçerde bile otursanız konumu gereği hem kaleyi hem denizi görüyorsunuz. Müzikler bir karşı Kos adasına gidiyor bir buralara geliyor.
Günah
Gelin günümüzün maddeci toplumu tarafından ”özenilen” insanların düşüncelerine bir göz atalım.
İlişki Deyince Aklınıza Ne Geliyor?
Sıradan insan kendine uygun bir eş arar, gelişen insan kendini arar. Aslında her insan bizim öğretmenimiz. Biz de onların öğretmeniyiz. Karşılıklı deneyim yaşamak için…
Çernezyum
Tüketiciden başlayan zincirin etkisi arada kalan herkese zarar vererek sonunda yine tüketiciye döner.
İletişim Kazaları
Doğrusu en çok kendimizle iletişim(sizlik) halindeyiz; kendimizin en acımasız düşmanı, en ağır eleştirmeni, en mesnetsiz suçlardan hüküm giydiren yargıcı olarak!
İletişim Nedir?
Bizi içimize kapayan unsurları bildiğimizde, bizi hırçınlaştıran tehlike noktalarımızın hangileri olduğunu keşfettiğimizde, yani açık bir kişisel farkındalığa ulaştığımızda, korumasızlığımızı öngörebiliyor ve tepkilerimizi iyileştirebiliyoruz.
İletişim Manipülasyonları
Eğer talebimiz bizim için çok önemli ise bazen sağlıklı olmayan yollardan bunu kabul ettirmeye çalışırız. İletişimde sıkça başvurulan dört çeşit manipülasyon vardır…
Yaşama Dair Kısa Bir Özet
İnsanız ve ölümlüyüz, sınırlı zamanımız var dünya denen bu gezegende. Her birimiz öyle ya da böyle bir anlam arıyoruz hayatlarımızda. Bu boşuna bir arayış değil elbette…
Her Şey Dahil İsraf
Normal bir insan günde ortalama 1300 ile 1500 gram yemek tüketmektedir. Ancak açık büfelerde tercihin ne yönde olacağı tam kestirilemediğinden bunun 3 katı yemek üretilir ve çoğu atılır.
İnsan Tohumu
İnsanlık ölmüş deniyor. İnsanlığın ölmesi için önce doğmuş olması gerekiyor. İnsanlık bir kez doğmuşsa ASLA ölmez… Yaşar ve yaşatır… Sever ve sevilir…
Bilgili İnsan ve Bilinçli İnsan
İnsanın “bilinç frekansı” seviyesi bu kişinin konumu, unvanı, bilgisi, deneyimine bağlı bir kavram değildir. Ruhsal gelişkinlik seviyesi ile ilgilidir.
Vefa Dolu Bir Yeni Yıl
Minnet duygusu da vefa duygusu da kişinin kendisiyle ilgilidir; ona yararı dokunan kişinin kalitesiyle ya da değeriyle ilgili değildir.
Hayalden Hayata: Nail Kitabevi
Yaklaşık bir buçuk yıl önce Kuzguncuk’a bir kitabevi konuverdi. Masal gibi bir binada, onca rant şansı varken, bir kitabevi. Kahve, kitap bir arada, çoğumuz için şahane bir eşleşme değil mi?
Bütünsel Kinesiyoloji Nedir?
İnsan potansiyeli, eğitim ve sağlık alanlarında uzun yıllardır oluşturduğum bilgi ve deneyim birikimini, aldığım çok sayıda değişik ama birbirini zenginleştiren eğitimlerle destekleyerek sizin için yepyeni bir eğitim programı hazırladım.
Sempati ve Empati
Anlamlarını tam bilmesek de iletişim sırasında her iki kavrama da ihtiyaç duyduğumuz anlar olur. Bunlardan özellikle empati kavramı pek bilinmez. Eğer bu iki kavramın ne anlama geldiğini doğru kavrar ve yerli yerinde kullanırsak iletişimde ustalaşma doğrultusunda çok önemli bir gelişme kaydederiz.
Farkındalığın Büyülü Dünyası
Bilinçli farkındalık yaşadığımız anı yargılamadan, iyi, kötü diye sınıflandırmadan olduğu gibi görmemizi ve olduğu gibi kabul etmemizi sağlar.
NLP ve Hayat
Tarih boyunca dinsel ve fikirsel çatışmalarda ne kadar çok insan yandaşları tarafından öldürüldü. Fikirdaşlık insanları birbirine yaklaştırmıyor. İnsanları birbirine yaklaştıran şey duygudaşlık.
NLP Nedir?
Kullanım alanlarının çeşitliliği nedeniyle NLP’yi anlamak başta biraz zor olabilir. NLP bir bilim dalı, bir süreç, bir çalışma, bir model, bir dizi yöntem, bir sistem ve bir teknoloji olarak tarif edilmiştir ama en doğrusu uygulamalı psikolojinin bir türü olduğudur.
Egom, Kendim ve Ben
Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu nevrotik egoya sahip kişilerden oluştuğu için şiddet, rekabet, yok edicilik, savaşlar böylesine yaygın. Yani nevrotik ego “normal ego” haline gelmiş durumda.
Çocuklarla Farkındalık Pratiği 6/6: Kendine ve Başkalarına Yönelik Şefkat
Çoğumuz yeni doğmuş bir bebeğe karşı hissettiğimiz koşulsuz sevgiyi, o bebeğin hayatını sağlıklı, mutlu bir şekilde geçirmesine dair kalpten gelen isteğimizi kendimize karşı hissedemiyoruz.
Ekmek ve Buğdaya Dair
Eski Sümer tabletlerinde, çizimlerinde el ile döndürülen basit değirmen mekanizmalarına çokça rastlanır. Bu çizimlerde göreceğiniz buğday da çok net olarak Kavulca’dır.
Zihinsel Bir Devrim: Amaç Belirlemek
Yaşamımızı, kaderimizi, geleceğimizi hatta şu anda bulunduğunuz fiziksel ortamı dahi belirleyen o önemli “farkındalığı” kazanmanın yolu, kendimizle yüzleşirken yalnız kalmayı ve bütün dış sesleri susturmayı gerekli kılıyor.
Nehrimde Süzülen Yapraklar
Dünyayı algılama şeklimize göre düşünceler oluştururuz. Zamanla düşüncelerimiz vazgeçilmez, değiştirilemez doğrularımız olur. Düşüncelerimiz bize dönüşür.
Veda
Suçladım durdum yıllarca; beni mutlu etmek zorundaydı hayatımdaki tüm insanlar; aklıma gelmedi hiç onlarla vedalaşmak. Aklıma gelmedi hiç gidenler neden gitti diye düşünmek.
Çocuklarla Farkındalık Pratiği 5/6: Değişimin Gerçekleşeceğine Güvenmek, Sabretmek ve Oluruna Bırakabilmek
Hayatımla alakalı isteklerimi hep hayal etmiş, kafamın içinde adeta bir film gibi çekmişimdir; bunun bir meditasyon olduğunu bilmeden.
Takdir Etmenin Hazzı
Başkalarıyla ilişkimiz, kendimizle ilişkimizin bir aynası. Başkalarına saygısız davranıyorsak bilelim ki kendimize de farklı davranmıyoruz.
Bireysel Gelişim Gerekli mi?
Bireysel gelişim, ne idüğü belirsiz kavramlar üzerine kurulan peri masalı öyküleri ya da safsata masallar değildir. Test edilmiş ve kanıtlanmış yöntemlerle size yol gösteren bir hayatı kullanım kılavuzudur.
Tarih Boyunca Yalan ve Propaganda
Resmi tarihin yalanlarla dolu olduğunu, daha çok gizledikleriyle insanlara propaganda yaptığı artık herkesin bildiği bir gerçek. Onun için alternatif tarih, sözlü tarih, karşılaştırmalı tarih gibi çabalar çıktı.
Emziren Anneler ve Sütten Kesilmiş Bebekler İçin Faydalı Tarifler
Bebek doğdu. Sütünüz az-çok var. Viyak viyak günler geçiriyorsunuz ama idare de ediyorsunuz. Süper. Daha da çoğalsın, viyaklar azalsın istiyorsunuz. İşte ben de tam orada devreye girebileceğimi sanıyorum…
Beden Fazla Mesaiye Fatura Keser
Hareket sadece amaca ulaşmak anlamında değerli bir araç değildir, başlı başına bir değer ve yaşamın en önemli mutluluk kaynaklarından biridir. Doğru bir postür bu mutluluğu katbekat artırır.
Duygusal Zekâ Nedir?
Duygusal zekâmızı geliştirmek için atacağımız ilk adım, duygularımızın sorumluluğuna sahip çıkmaktır. Bizi güçsüz kılan, duygularımızın başkaları ya da koşullar tarafından yaratıldığı düşüncesidir. Bu temelden yanlış bir düşüncedir.
Elini Taşın Altına Koymak
Anlayış geliştirmek, empati kurmak, anlamak ve gerekeni yapmak boynumuzun borcu. İnsan olmanın tek yolu bu. Ya olacağız ya da dibi boylayacağız.
Mucizevi Bitki Kenevir III
Dünya savaşlarını başlatan, son derece tehlikeli biyokimyasal ve kitlesel imha silahları üreten, insanlığın büyük kısmını esaret altına alan, insanlık dışı deneyler yapan, doğal alternatifleri akıl almaz yollarla dışlayan ve bu gezegende cehennemi yaratanların dev petrokimya, ilaç ve silah sektörü olduğunu iyice kavramıştım.
Tasarruf Ettiren Ev Dekorasyonu
Evimizin dekorasyonu ile ilgili ufak dokunuşların nasıl farklar yarattığını biliyor muyuz? Daha güzel olmasını istediğimiz evimizi dekore ederken tasarruf etmek mümkün müdür?
Domates, Patates, Limon ve Daha Pek Çoklarını Seçerken Nelere Dikkat Etmeli?
Köy salçası adı altında satılan bir şey görürseniz satıcısına şu soruları sorun: “Salça köyde hazırlanmış, iyi güzel de hangi domatesten hazırlandı? İçine başka neler girdi?”
Öğrendiklerimizi Nasıl Kalıcı Hale Getirebiliriz?
Neyi öğrenirsek öğrenelim öğrendiklerimizi belirli evrelerden geçerek kalıcı hale getirebiliriz. Öğrendiğimiz şey ister yabancı bir dil, ister araba kullanmak, ister bisiklete binmek, ister yüzmek olsun, dört evreden geçerek bizde kalıcı hale gelir.
Mucizevi Bitki Kenevir II
Yirminci yüzyıla kadar kenevir Amerika’da en çok üretilen üründü. 1916 yılında, ABD hükümeti 1940 yılına kadar tüm kâğıdın kenevirden elde edileceğini, böylece ağaç kesimine son verileceğini öngörüyordu.
Kendinize İyi Bakın…
Kötü postür, yani kötü duruş, alt bilinçte ciddi bir düşme tehdidi olarak algılanır. Bu tehdit her anlamda bizi tedirgin eder ancak biz bu sürekli tedirginlik, huzursuzluk halini de ”mizaç”, ”yapı” olarak tanımlarız.
Mucizevi Bitki Kenevir I
Kenevir, insanlık tarihinin en eski bitkisel hammadde kaynaklarından biridir. Bitkiler âleminde cinsiyetler görünüş olarak ayırt edilemez. Ayırt edilebilmesi için DNA’larına bakmak gerekir. Kenevir dişisi ve erkeği fiziksel olarak ayırt edilebilen tek bitkidir.
Her Şey Su ile Başladı
Helen daha 19 aylıkken geçirdiği bir rahatsızlık sonucu hem görmez hem de duymaz olmuş… Hayat hikâyesini anlattığı bu kitabı da Alexander Graham Bell’e adamış.
Çocuk Gelişiminde Televizyon ve İnternetten Nasıl Yararlanabiliriz?
Günümüzde televizyon dizilerinin, internet oyunlarının çoğu bu kanalı kullanarak çocuklarımızın zihinsel süreçlerini ne yazık ki baltalamakta, onları haz odaklı, hedefi olmayan bencil, kişisel menfaati için her şeyi yapabilecek ve etik değerleri olmayan bireylere çevirmektedir.
Çocuğunu Yutmak
Çalışkan, terbiyeli, okulunu seven, derslerine bayılan, sınıfının birincisi, öğretmeninin incisi, derli toplu, düzenli, özgüven tavan, kibarlık maşallah… Muhteşem ötesi bir insan olsun. Olsun da, bir kere biz öyle biri miyiz bir bakmak lazım.
Peter Pan Kuşağı: Kariyer Planı Olmayan, Tohuma Kaçmaya Yüz Tutmuş Bir Nesil
Kent Üniversitesi’nde bu konu üzerinde çalışmalar yürüten sosyoloji profesörü Frank Furedi “Toplumumuz yetişkinliğin kıyısında takılan yitik kız ve oğlanlarla dolu” diyor.
Denizlerin Korunması
Doğadaki tüm canlılar için önemlidir deniz. Yaşam ve besin kaynağıdır, sığınaktır, üreme alanıdır, huzurdur, denizlerde büyük dersler vardır.
Neyin Arayışı Bu?
Huzur vardır ya hani huzur… Bilir misiniz? Tanıştınız mı? Orada kaldınız mı? İçinde yuvarlandınız mı?
Empati Yoksunu İlişkiler
Empatik olmayan insan sempatik de değildir. Karizması yoktur. Çekici bulunmaz. İnsanların üzerinde etki yaratamaz. Uzun ilişkilerde onunla konuşacak konu bulmakta zorlanırsınız. Onu bencil olarak bile algılayabilirsiniz.
Yeni Düşünce Yeni Dünya
Birbirimizin politik, kültürel ve farklı bakış açılarını anlamadığımızda, onların motiflerini sorgulayarak bizden farklı düşünenlere hemen damgayı bastık bugüne dek: Düşman! Onların da bizim gibi etten kemikten, düşünceleri, duyguları, sevgileri, korkuları olan insanlar olduğunu unuttuk hep.
Bilimsel Araştırma Sonuçlarına Göre Kontrolcü Anne Babaların Uyum Sorunu Yaşayan Mükemmeliyetçi Çocukları Oluyor
Singapur’da, ilkokul çağındaki çocuklar üzerinde beş yıl boyunca yürütülen bilimsel çalışmanın sonuçları, kontrolcü anne babaların çocuklarının kendilerini aşırı eleştirmeye yatkın olduklarını ve bu durumun ilerleyen yıllarda daha da kötüye gittiğini gösteriyor.
Elma Kurdu
Beslenmek için kolay ve pratik seçeneklere yöneldiğinizde, pirinçte böcek, unda kurtlanma, patateste filizlenme görmeye tahammül edemediğinizde yanında “bir şeyleri” daha satın almış oluyorsunuz.
Başka Türlü Sevmek
Sevgi, korkumu yenip, yüreğimde hiç bilmediğim yerleri keşfetmeye başlamamdır. Sevgi, gün geldiğinde vedalaşmak zorunda kalacağını bildiğin halde korkusuzca yüreğini açabilmektir o ana.
Çocuklarla Farkındalık Pratiği 4/6: Ebeveynlik Stresiyle Baş Edebilmek
Stres yönetiminin önemli bir adımı, hislerimiz ile eylemlerimiz arasında bir ara verebilmekten geçiyor.
Yaralı Ego ve Sağlıklı Ego
Kendimi korumamı sağlayan sağlıklı egom küçülmüş, örselenmiş, dikkate alınmamış bir halde karanlıkta bir yerlere gömülüydü. İçimin her acıyışında, “Bu işte bir yanlışlık var” diye beni her uyarışında biraz daha kıstım onun sesini.
Çıldırmak İşten Değil
Uzun zamandır neredeyse kavgasız tek bir günümüz bile geçmiyor. Eskiden kavga eder ama gerginliğimiz geçtikten sonra oturur konuşurduk. Gerçi konuşurduk da ne olurdu, sorun mu çözerdik, o da ayrı; ama yine de ortalık biraz yumuşardı. Şimdi onu da yapamıyoruz. Nasıl yapalım ki, hep gerginiz…
Saate Bakma, Anı Dökersin
Hani şu kahve taşırken annelerin söylediği “Kızım kahveye bakma, dökersin” durumu vardır ya işte aynı böyledir, saate baktığın an dökersin. Neyi mi? Tabii ki anı!
Korku Nedir?
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor. Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. Düşünmekten korkuyor, kendisine sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Anne Sütünün Yararları
Anne sütünün ne kadar mucizevî ve faydalı olduğunu hepimiz biliyoruz. Peki şu skandal rakama ne diyeceksiniz? Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu UNICEF’in istatistiklerine göre, Türkiye’de, ilk altı ayda sadece anne sütü ile beslenen bebeklerin oranı % 1,3!
Süt ve Yoğurt
Tedavi amaçlı kullanılan antibiyotiklerin yıldan yıla işe yaramaz olmasının, dozajlarının sürekli olarak arttırılmasının temelinde de yine süt endüstrisi var. Çünkü antibiyotiklerin vücuda taşınmasında en büyük kanal süt…
Boncuk
Boncukla birlikte koruyamadığımız masumluğumuzu, saflığımızı, iyiliğimizi, insanlığımızı ve her birimizin doğanın birer parçası olduğumuzu hatırlayalım istedim.
Neden Yanlış Kişilerle Evleniriz?
Evlilikte mutluluk aradığımızı sanırız ama mevzu göründüğü kadar basit değil. Bizim asıl aradığımız yakınlıktır. Ne yazık ki yakınlık mutluluk planlarımıza gölge düşürebilir.
Yaz Aylarında Tasarruf
Ekmeğinizi streç film ile sararak, yumurtayı kartonunun içinde saklayarak, yeşil sebzeleri önce kâğıt havluya sarıp sonra naylon torbaya yerleştirerek, kaşar peynirinizi kâğıt havluya sarıp kaba veya poşete koyarak ve ayrıca vakumlu kaplar kullanarak buzdolabınızda yiyecekleri daha uzun süre muhafaza edebilirsiniz.
Çekim Yasası
Gerçeğin olumsuz yüzü içimizi karartıyor olsa da onu değiştirmenin yolu öncelikle bunu görmekten geçiyor. Gerçeği objektif olarak görmek, neyi nasıl değiştireceğimizin bilgisini sunar bize.
Haziran
Haziran önemli ay. Okullar kapanıyor, Ramazan başlıyor ve Avrupa Futbol şampiyonası var. Sistem sanırım hiç bu kadar mutlu olmamıştır; üçü bir arada…
Kilo Aldıran “Yağ” Programı ve Kilo Verdiren “Yak” Programı
Beden programımız nasıl bizi nefes almaya zorluyorsa, bazı beden programları bedeni yağ biriktirmeye zorlar. Nefes almak zorunlu tek programla çalışırken, yağ biriktirme/yağ yakma programları bilinçli adımlarla değiştirilebilir.
Çocuklarla Farkındalık Pratiği 3/6: Hisleri Algılamak, Endişeleri Fark Etmek ve Gök Gürültülü Sağanak Yağış
Şahsi Hava Durumu Raporunu günlük hayatımın bir parçası haline getirince hislerin ne kadar değişken olduğunu fark etmemem mümkün değil.
Çocuklara Hazzı Erteleyebilmeyi Öğretmek
Lütfen çocuklarınızı mutlu etmek için onların her istediğini hemen yapmayın. Beklemeyi, sabretmeyi, bunun için çaba harcamayı ancak sizden öğrenebilirler.
Yedi Renkli Çiçek ve Şeker Kız
Bir varmış bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uçsuz bucaksız Kaf dağında hafif tombul, şeker mi şeker, kambur bir kız yaşarmış…
Kendimi Nasıl Kazandım
Yüksel kız der ki aman hiç düşünmeyin
Efendi olun şu eğitimlere bakın bir bir gelin
Zaman para emekmiş… Gözünüzü kırpmadan verin
Karanlık yeri kalmasın gözünüzü seveyim şu yaşam pencerenizin
Psikolojide Şimdiki Zaman Dersi
Şu an, şimdiki andan memnun olamayacak hiç kimse yoktur. Neden mi? Çünkü şimdiki an beyninizde yargılara beklentilere paniklere varacağınız kadar uzun bir zaman dilimi değildir; her an yenilenir…
Topraksız Çiçekler
Toprağından koparılmış, vazoda yaşatılmaya çalışılan bir çiçek artık beslenme şansı kalmamış, serumla beslenen komadaki insandan farksızdır.
Enerji Vampirleri
Etrafınızda öyle insanlar vardır ki, onların yanında kanınız çekilmiş gibi hissedersiniz. Kimisi çok konuşur, kimisi hiperaktiftir, kimisi kötümserin, kimisi de Polyanna’nın önde gidenidir…
Tatlı Zehir
Sağlıklı besin tüketmek yerine kalori hesabı yapan insanların kalıcı olarak kilo verdiğini hiç gördünüz mü?
Endüstriyel Tavuk
Çok çok eski zamanlarda, hani o kuş gribinden ölüyorduk da devletimiz bizi kurtardı ya… Memleketin bütün köylerine girdiler, bütün tavukları diri diri gömüp yok ettiler sağ olsunlar. İşte o köy tavukları, bambaşka tavuklardı.
İhtiyaçlar
Yaşamımın sorumluluğunu almaya karar verdiğimde ben izin vermezsem kimsenin beni değersiz hissettiremeyeceğini fark ederim. Evet başıma gelen her şeyi ben seçemem. Fakat yaşadığım olayları nasıl anlamlandıracağım ve onlara nasıl tepkiler vereceğim benim seçimimdir.
Renklerin Frekansı
Renklerin içinde bir tarih yatar. Modumuz kendi aura rengimizi değiştireceği gibi, hangi moddaysak ona göre etrafımızdaki renkleri algılama şeklimiz de değişir.
Stres Aptallaştırıyor
Endişe düşünceleri öğrenilmiş davranışa dayanan bir zihinsel etkinliktir. Bu insanların ailelerinde muhakkak bir endişe kumkuması vardır.
Özsaygı Nedir?
Değerlilik ve yeterlilik duyguları özsaygının temelini oluşturur. Bu duygulardan birini bile yeteri kadar hissedemediğimizde yaşamdan aldığımız doyum azalır.
Pederşahi Aile Modelinden Veletşahi Aile Modeline
Yetişme dönemimizdeki zorluklar, problemler bizi yarınlarda bekleyen zorlu hayat yolculuğuna en güzel şekilde hazırlayan dostlarımızdır.
Akılcı İlaç Kullanımı
Her başımız ağrıdığında veya kendimizi kötü hissettiğimizde eczaneye koşup güncel olmayan bilgimizle veya kulaktan dolma bilgiler ile ilaç tüketmemeliyiz. İlacı doktorun verdiği doz ve saat aralığında almalıyız.
Sevmek
Yaşadığımız her şey bir deneyim ve öğreti; hayat ise bir yolculuk. Bu yolculukta iyilikle, kötülükle, umutla, umutsuzlukla, korkuyla, cesaretle, aşkla, ayrılıkla birlikte yol alıyoruz.
Çocuklarla Farkındalık Pratiği 2/6: Yargılamaksızın Gözlemleme, Kuru Üzüm, Spagetti ve İnternet
Bedenimizi, beş duyumuzun yanında altıncı duyu olarak dağarcığımıza ekleyebiliriz. Bu altı duyunun hepsini de yargılamadığımız anlar yaratmak için kullanabiliriz. Birçok farklı ekolden gelen hocanın önerisi bu; İşe yaradığını hatta keyif verdiğini bizzat deneyimledim.
Casa Dei Bambini
Deneyerek, sorgulayarak, oynayarak, hareket ederek öğrenme kalıcı oluyor. Montessori eğitim sisteminde sınav, notlar ve ev ödevi yok! Öğrenciler kendi hızlarında merak ederek öğreniyorlar.
Meyve Sebzeyle İlgili Karmaşık Konular
Meyve, ön soğutmanın ardından fungusite karşı ilaca bandırılır. Ya da püskürtme ile benomil, tiyabendazol, tiyofitanat basılır. Ardından yüzey kaplama işlemine alınır. Parafin ve benzer petrol bazlı bileşikler ilave edilir. Sonra da bozulmayı engelleyen gazlar basılmış, oksijen içermeyen, sızdırmaz depolara alınırlar.
İşaretler
Her ülkenin işaret dili farklı; tıpkı konuştuğu dilin farklı olması gibi. Toplumsal inançlarımızın bir kısmının konuşma diline yansımalarını biliyordum da, işaret dilini kullanmaya başladıkça işaretlerin neredeyse tamamı kültürel bilinçaltımızı oluşturuyormuş bunu da öğrenmiş oldum.
Kokuların Frekansı
Tüm kokular içinde en fazla titreşim yayan gül, sevgiyi, saflığı, sadeliği, BİR olmayı, beden-zihin-ruh bütünlüğünü simgeler. Evrende sevgiden daha güçlü bir şey yoktur.
Gizli Bağımlılıklar
Kontrol ve onay bağımlılığı ağır bir tutsaklıktır. Kendi yarattığımız hapishanenin kapısı açıkken bile özgürlüğe doğru koşamamaktır.
Korkmadan Yaşamak
Bildiğim tek bir şey var bir başkasına seni seviyorum diyebilmek için aynada kendine, seni seviyorum diyebilmeli insan. Bir başkasına iyi ki varsın diyebilmek için önce kendi varlığından hoşnut olup, yaptıklarından gurur duyabilmeli.
Zaman Çizgisi
Zamanın şimdi çizgisinde duruyor olsak bile hep geçmişte ya da gelecekte bir yerlerdeyiz. Sahip olduğumuz en değerli zamanı bu şekilde tüketiyoruz. Bunun farkına bile varamıyoruz.
Tanzanya Eğitim Sistemi- 2 Hakuna Matata
Tanzanya yeraltı ve yerüstü zenginliklerine rağmen dünyanın en fakir ülkelerinden biri. Devlette yeni işe giren bir öğretmenin maaşı 150 Dolar. vasıfsız işçinin günlük geliri 2.5 dolar.
Kız Doğurmak
Sen hiç kız doğurdun mu Ayşen? Ben doğurdum. İlkinin üzerinden çok geçmeden, loğusa halimle yüklendim ikinci evladın bekleyişini. Ben bekledim ama onlar beklemedi. Hemen öğrenmek istediler cinsiyetini.
Ataerkil Toplumun Erkekleri, Tok Evin Aç Kedileri…
Sokaklar… Daha çocukluğumuzdan itibaren toplum tarafından kafamıza, ruhumuza kazınmış tekin olmayan sokaklar…. Ara sokaklar, boş sokaklar, karanlık sokaklar… Hep ama hep kadınların gidemeyeceği saatler ve sokaklar…
Hava Kirliliği
İnsanların yaşam kalitesini etkileyen ve ortalama yaşam süresini azaltan hava kirliliği her geçen gün etkisini arttırmakta, yaşam alanımızı kısıtlamaktadır.
Kendi Gerçekliğini Yaratmak
Hayatımızın amacı mükemmel insana ulaşmaya çalışmak değil; olduğumuz yerde zaten mükemmeliz; farkına varıp bunun tadını çıkarmak aslolan.
Hikâye ve Zaman
Yıllar geçmesine rağmen neden hikâyelerimiz değişmiyor ya da değişiyor da biz mi fark edemiyoruz? Neden aynı hikâyeye tutunup kalır insan?
Çocuklarla Farkındalık Pratiği 1/6: Farkındalık Seninle Başlar
Kendi farkındalığınız için uğraşmadan çocuğunuzunkine “bulaşmak” beyhude ve suni bir çabadır.
Ekmek Diye Yediğimiz Beyaz Şey
Ekmek, artık “ekmek” değil ve aklı başında tüm biliminsanları size içindeki buğdayın genetik yapısı değişmiş, bin çeşit enzim ve katkı eklenmiş şeylerden uzak durmanızı öneriyor.
Dünya’nın Frekansı
Bizler üzerinde yaşadığımız doğa ana ile tam bir bütünlük içindeyiz. Bu bütünlüğün bozulması halinde hastalıklar, mutsuzluklar, kavgalar, savaşlar, kaos kaçınılmaz hale geliyor. Bu bütünlüğü bozmak içinse sistem var gücüyle çalışıyor.
Yalnızlar Kulübü
Hayatımızla birlikte sanki zaman da hızlandı. Zaman mı sorumlu, yoksa bizim hızımız mı bilinmez; ama bir gerçek var ki artık ilişkilerimiz daha yüzeysel.
Yaşamsever İnsan
İnsanlık kendisini yok ederse bu, insan yüreğinin doğuştan kötü olmasından değil, gerçekçi seçeneklerin ve bunların getireceği sonuçların farkına varmamasından olacaktır.
Aşkın Kahramanları
Oysa emektir sevgi, aşk, ilişki… Hayat denen ruhsal yolda el ele tutuşup bazen itişe kakışa, bazen öpüşe öpüşe, gelen dönüşümü kucaklayarak yürümektir.
Kahraman Olmak
Bu sizin hayatınız ve sizden başka kimse gelip hayatınızda mucizeler yaratamaz. Hayatınızı daha iyi yaşamanızı sağlayacak, seveceğiniz bir kader yaratabilecek tek bir kahraman var. O da sizsiniz!
İblisin Yumurtaları
Karısı öldüğünden beri Sir William, o koca evde tek başına kalmıştı. Yalnızlığını unutturan tek şey, her hafta eve yumurta getiren Teresa’ydı. Porselen beyazı teniyle ne kadar da narin görünüyordu…
İstanbul Oryantal Mozaik Korosu (İstanbul Mosaic Oriental Choir)
Müziğin hem iyileştirici hem de birleştirici gücüne inanmış olan Maisa Al Hafez Türkiye’ye 2 yıl önce geldi ve geldiğinden bu yana hem Suriyeliler hem de İstanbul’da yaşayan pek çok farklı ulustan kişiler için çok farklı deneyimler yaşatan bir müzik grubunun öncüsü oldu.
Tanzanya Eğitim Sistemi-1 Hakuna Matata
Tanzanya, bağımsızlığını kazandıktan sonra hızlı bir eğitim kampanyası başlatmış. İlk yıllarda sosyalist sistemin etkisiyle devlet eliyle yürütülen eğitim faaliyetleri son yıllarda özel sektöre, topluluklara ve dini organizasyonlara açılmış.
Büyüklere Masallar: Domatesin Hikâyesi
Bir varmış, bir yokmuş… Bir zamanlar, yemekler diyarında, toplumun koyduğu kurallara sıkı sıkıya bağlı yaşayan bir domates varmış…
Kendime Notlar
İnsanlarla göz göze geldiğinde gözlerini kaçırma! Baktığında çok şeyle karşılaşabilirsin; mesela kendinle, kendinden kaçtıklarınla. Korkma bak, en basitinden yeni bir dünya keşfedersin.
Renk Terapisi Hakkında Her Şey
Renk terapisi, ilk konsültasyondan sonra, bu konudaki farkındalığınızı geliştirmeyi ve renkleri yaşamınıza nasıl katmanız gerektiğini öğretmeyi amaçlayan 5 seanslık bir çalışma paketi ile başlar.
Işığını Parlat
Birkaç yıl önce bir belgesel izlemiştim; küçük bir kasabada bıçak yaparak geçimini sağlayan bir amcayla ilgili. Onu izlerken yaptığı işe duyduğu sevgi oluk oluk içime akıyor, gözlerim doluyor. Farkına varıyorum ki bir şeyi iyi yapmak için yaptığın şeyi sevmek gerekiyor.
Dilek Feneri
Koskoca evren içindeki tek ve biricik halimle, bütünün bir parçası olduğumun bilinciyle, ben değişince önce yakın çevremin, sonra da tüm insanların dalga dalga bu iyileşme halinden faydalanacağını biliyorum.
Titreşimlerin Mucizevi Gücü
528 Hz frekansı tüm evrene şifa verecek kapasitede mucizevi titreşimlere sahiptir. DNA onarıcı gücü vardır. 396 Hz korkulardan arınmamıza, 417 Hz değişime ayak uydurmaya, 741 Hz farkındalığın artmasına ve uyanışa geçmemize, 582 Hz ruhumuzla bağlantıya geçmeye yarar.
Farklılıklara Neden Saygı Göstermeliyiz?
Gerçekte gerilimi yaratan farklılık değil, farklılığı ortadan kaldırmaktır. Farklılık, özgünlüğümüzün kaçınılmaz sonucudur ve özgünlük gerilim değil estetik yaratır.
Yeni Yılın Hoşça Gelmesi İçin
Nasıl geçeceğini bilmesek de yeni yılı pozitif başlangıç yapmak için bir fırsat olarak değerlendirebiliriz. Umutlarımızın hepsi gerçekleşmese de umut etmeye devam etmek hayatla bağlantımızı güçlendirir.
İklim Değişikliği
İklim değişikliği ile mücadele küresel boyutta ele alınması gereken büyük bir sorundur. “Ben ne kadar etkili olurum ki?” demeyin. Gelin iklim değişikliğinin hızını hep beraber keselim…
Yaşamak
Hayallerin gerçekleşmemesinden öyle korkarız ki bazen, yazmaya bile elimiz gitmez. Kimselere söyleyemeyiz, kendimize saklarız çok derinlerde bir yerlerde, bir düş olarak sımsıkı tutarız.
Egzamadan Nasıl Kurtuldum?
Yaşadığımız her yoğun duygu ile kendi enerjimizi karşımızdaki kişide bırakmaz mıyız? Peki ya o? O da yaşadığı yoğunlukla kendi enerjisini sizde bırakmaz mı?
Sonsuzluk ve Dalgalar
Farklı enerjilere dönüşse de gerçekten de yok olmuyordu ses, enerji düzeyinde başka enerjilere dönüşüyordu. Ya maddenin var olabildiği her yerde bizim seslerimiz yani sözcüklerimiz de var olabiliyorsa?
Tamadi ve Ev Endüstrisi
Belçika’da devletin bırakın kösteklemeyi, desteklediği bu güzel kooperatif, bizler için maalesef ancak turistik bir gezi anlamına geliyor. Çünkü “yapabilmenin” fiziki şartları bizim ülkemizde, gerçek üreticiler için pratikte çoktan yok edildi.
Edebiyat: Kelimeler Dünyası
Kimilerine göre ise edebiyatın herhangi bir amacı ya da işlevi olması gerekmemektedir. Bir edebi eser kendi kendini var eden ve oluşumunu tamamladıktan hemen sonra yaratıcısından bağımsızlığını ilan eden kendine özgü bir dünyadır.
Korkmak ya da Korkmamak İşte Bütün Mesele Bu
Modern çağda kurduğumuz hayatlar hep korkularımızdan kaçmak üzerine oluşturulmuştur aslında. Peki en çok korktuğumuz şey başımıza gelirse ne olur?
Yogada Ne Buluyorum?
Yoganın bana ilk katkısı beni bedenimle tanıştırmak oldu; kollarım, bacaklarım, omurgam uzadı sanki. Yoganın en sevdiğim yanı ulaşılacak bir nokta koymaması. Zihnimdeki tekerlemeleri takip etmek zorunda olmadığımı öğrendim…
Ekoloji Üzerine Ezberlerimiz ve Harari’nin “Sapiens” ile Düşündürdükleri
Avcı toplayıcılıktan tarıma geçiş, toplam gıda üretimini arttırmış ama nüfus patlamasına da neden olmuştur. Elit gruplar, eşya biriktirmeye bağımlılık ve lüks tüketim gibi olguların ortaya çıkışı tarım devrimini bir tuzak haline getirmiştir.
Mucize
Bilincimizle bir olayı dönüştürdüğümüzü ne kadar düşünürsek düşünelim, bilinçaltı kayıtlarımızda bir değişiklik olmadıkça o olayı yinelememiz kaçınılmazdır. Bilinçaltında yaralar varsa onları mutlaka tekrar edersiniz ve bunu bilinçli bir şekilde yapmazsınız.
Titreş ve Kendine Gel
Kendimizi ne zaman tam anlamıyla özgürce ifade edebileceğiz? Korkmadan yaşamanın bir formülü var mı? Kurban rolünden sıyrılıp seçim ustası olmayı nasıl becereceğiz? Haklı olmak yerine mutlu olmayı nasıl başaracağız?
Proaktif İnsan, Reaktif İnsan
Tepkisellikle tepki göstermek birbirinden çok farklı kavramlar. Tepkisellikte nasıl davranacağımızı başkaları belirler. Gücümüzü farkında bile olmadan karşımızdakine veririz. Tepki gösterdiğimizde ise güç bizdedir, nasıl davranacağımıza biz karar veririz.
Kadına Şiddet
Kadınlara şiddet uygulayan erkek nasıl biridir? Şiddet oranı, eğitim düzeyi arttıkça BİRAZ azalsa da bu erkek, doktor, avukat, işçi, öğretmen yani her meslekten olabilir.
Lavanta
Lavanta güçlü bir temizleyici olduğu gibi, endişe, tasa, kaygı, heyecan, stres, uykusuzluk, ankisiyete, mani atakları ve depresyona birebirdir. Doğal tedavi yöntemlerinin kraliçesidir.
Değişime Açılan Kapı
Zaman akıp giderken, biz hareket etmezsek, geçmişte ya da gelecekte bir yerlerde kaybolup gideriz. Yaşadığımız anda kalabilmek için zamanın akışına uyum sağlamalıyız. Şimdiki zamanda var olabilmek için yürüyüş yapabiliriz, spor yapabiliriz.
İsterdim
Bazen sakince durup gerçekliğimizin dışındaki ufacık hayallerden keyif alabilir miyiz?
Tanrılar Kurban İstiyor
İki kere iki sadece onluk sistemde dört ediyor. Durduğumuz yeri, kendi bakış açımızı baz aldığımızda yanlış değerlendirip can yakabiliyoruz. Bizi yakıp yıkan canavarı, cebine para koyarak besleyenler, büyütenler de yine biz oluyoruz.
Öncelikler Listende Kaçıncı Sıradasın?
Şu an tıpkı bir ip cambazı gibi hissediyorum kendimi. Hem havadayım, hem de ayaklarım yere basıyor. Ve bu iki hali de korumak için hep anda kalmalı ve dengede durmalıyım.
Permakültür Uygulamalarına Örnekler 3 – Şifalı Ot Spirali, Malç, Yükseltilmiş Yatak, Sıcak Kompost
Statik olarak şifalı ot spiralleri normal şartlarda düz zemine inşa edildiklerinde kendi kendini taşıyan yapılardır. Duvarları oluşturan malzeme olarak gaz beton, tuğla, taş, ağaç kütükleri, hatta küçük bir tepe halinde yükseltilmiş toprak yığınına ters çevrilerek saplanacak şarap şişeleri bile kullanılabilir.
Enerji Yönetimi
Bir taraftan enerji israf ederken diğer taraftan enerji açığımız var demek çok akılcı bir yaklaşım değil. Türkiye henüz bir enerji yönetim planından uzak. Tam tersine garipliklerle dolu enerji politikamız hem doğaya hem de ekonomimize zarar veriyor.
Sınır Ötesi
Gördüm ki seyahat ederken sınırlar, önyargılar kalkıyor ilişki kurmak, bir başkasının hayatına dokunmak çok ama çok kolaylaşıyormuş. Söylenenlerin aksine insanlara güvendim; hiç de pişman olmadım.
Yüzleşme
Sezgilerimizin görevi bizi başka boyutlara yolculuğa çıkarmak değildi. Egomuzdan kopup gitmemiz de gerekmiyordu. Ego denilen şey yararlı kullanıldığında her insanın kurtarıcısıydı.
İçindeki Çocuğun Sesini Dinle
Teşekkürler hala, teşekkürler babaanne. Sayenizde futbol oynarken iki ayağını da kullanabilen, takımların aranan oyuncusu oluyorum. İyi ama ya sol elim? Fark ettim ki sol elimi unutuyorum. Varsa yoksa “cici” elim.
Çocuğa Ölüm Nasıl Anlatılabilir?
Ölüme bakışımızla ilgili her şey… Bunun sonsuz bir yolculuk olduğunu, misafir olarak dünyada bulunduğumuzu, sonra hepimizin tekrar yuvaya döneceğini düşünerek bu süreç çok daha rahat geçirilebilir.
Savaşa Hayır
Bir hafta boyunca herhangi bir hastaneye tek bir hasta bile gitmediğini düşünün. Hastanesinden eczanesine, ilaç sektörüne kadar her şey bir anda çöker. Aman kimse hasta olmasın, herkes sağlıklı olsun da çökerse çöksün diyemez, hükümetler bile… Bu yüzden sistemin beslenmesi sizin düzenli, hatta kronik hasta olmanıza bağlıdır.
Çocuk Nasıl Seçim Yapar?
Toplumları bir metafor olarak insanın bilinç gelişimi evrelerine göre tanımlarsak, yaşadığımız topluma “çocuk toplum” diyebiliriz. Peki, çocuk nasıl davranır, nasıl seçim yapar?
Hayatın Yasası
Yaşamın mucizesi bize yapılan övgüyle göklere uçmadığımızda ve eleştiriyle çökmediğimizde gerçekleşiyor. Olumsuzlukları da olumlular gibi olgunlukla karşılamak gelişkin insanın tutumudur.
Tarhana
Aşımızı huzur içinde, sağlıkla, mutlulukla birlikte kaşıklamak, ekmeğimizi beraber bölebilmek ve bunu hep yapabilmek umudu ile ben de en iyi bildiğimi yapayım, birkaç tarif vereyim bu sefer.
Mutluluk “Anlamaktır”
“Uzun zamandan önce hayatın -gerçek hayatın- başlamak üzere olduğu izlenimine kapılmıştım. Fakat her zaman yolumun üzerinde bir engel, öncelikle erişilmesi gereken bir şey, bitmemiş bir iş, hizmet edilecek zaman, ödenecek bir borç oldu. Sonra hayat başlayacaktı. Sonunda anladım ki bu engeller benim hayatımdı.”
Farkındalık Mucizesi
Değişim emek ister, kararlı ve sabırlı olmayı gerektirir. Yılların alışkanlıklarını bir iki kez denemekle değiştirmek mümkün değil. Bunu kabul ederek çıkmak gerek yola. Değişim ve gelişim bir ömür sürer.
Sonra mı?
Ah, ne çok korkuyorsun. Yok olmaktan korkuyorsun. Hem de çok. Belki de tüm derdin bu. Üstelik buna karşı çok basit bir strateji üretiyorsun: Tek başıma var olamıyorsam eğer herkeste biraz var olabilirim.
Önünden Tren Geçen Hastane
Şehrin tüm sokaklarına yayılan bir çığlık yükseliyor gri bir binadan. Hastanenin hemen önünden tren geçiyor olmasına rağmen çığlık tüm şehre yayılıyor. Bir kız çocuğu çığlığı bu.
Etiket Okuyalım mı?
Bebek mamaları bakanlık ve çeşitli kuruluşlar tarafından belgelendirilmiştir. Belgeler, sertifikalar, analizler… Bunlara da güvenemeyeceksek neye güveneceğiz biz?
Kaçasım Var
İşte ben bu eylül-ekim aylarında hep kaçmak istiyorum; düzene uymakta zorlanıyorum; bir de bunu isteyen bir tek benmişim sanıp hüzünleniyorum. Ama yine de ekimin güzel günlerine doyamıyorum. Bir kaçamak yapıp çayımı yudumlayabilirsem kuytu bir köşede, dalıp gidiveriyorum gelecek ekimde yapacaklarımın hayaline…
Doğaya Borcumuz
Bu dünya hiçbirimize kalmayacak. Lütfen küçük de olsa bir adım atın. Etkilerinin büyük olacağını göreceksiniz.
Nasıl?
Evrendeki her şey titreşimden ibarettir; titreşiminizle ne yaratıyorsanız hayatınızda da onu yaşarsınız. Karşılıksız sevginizin dönüştürdüğü huzurlu bir dünya için dümeni elinize alın çünkü kaptan sizsiniz.
Permakültür Uygulamalarına Örnekler 2 – Şifalı Ot Spirali, Malç, Yükseltilmiş Yatak, Sıcak Kompost
Toprağın üstünün organik malzeme ile örtülmesi işlemine malçlama diyoruz. Bu aslında doğanın her yerde, her fırsatta, mevcut her kaynakla yaptığı bir işlem.
Bir Japon Masalı
Dünyamıza kalıcı barış ve huzuru getirebilmenin yolu “ben değil, biz varız” diyebilmenin önemini kavramak ve odağımızı buraya kaydırabilmekten geçiyor.
Dibine Kadar
Birey ol; bağımsız ol; asi ol; kimseye bağımlı olma; var olma nedenin düşlerini gerçekleştirmektir! Hayatı dibine kadar yaşamaktır!
Renk Alanlarımız
Mutfağınızda acele enerji giriş çıkışlarını istemiyorsanız kırmızıdan uzak durun; iştahınızın kapanmasını istemiyorsanız mutfağınızda yeşil rengin olmasına dikkat edin ya da en azından bitkileriniz olsun.
İlgimizi Çekiyor Çünkü…
İnsan sadece kişisel gelişim kitabı okuyarak gelişemez ve olgunlaşamaz. Bu insanları kapıda bekleyen en büyük tehlike ise bencilliktir.
İnsan Olmak
Öğrenecek dersler bitmiyor. Hayatın hiçbir anı dersten muaf değil. Yaşadığın sürece okuldasın. Yaşıyorsan hâlâ öğreneceğin dersler var; istesen de istemesen de.
Beynin Sırlarının Peşinde
Davranışlarımıza ilişkin çoğu tutarsızlığın temelinde sinir sistemi ve beynimizin işleyişindeki aksaklıklar yatıyor. Gerek içine atıldığımız evren, gerek sinir sistemimiz ve beynimiz durağan ve tekdüze değil; sürekli değişiyor, gelişiyor, yenileniyor.
Benim Şiirim
Sınırlarımı genişleterek, gerektiğinde yeniden çizerek sürekli yenilenen bir yaşam haritası oluşturuyorum. Sınırlarımı değiştirme, yeniden tanımlama ve silme gücüne sahibim!
Sen
Ben cömertçe sunuyorum gönlümden geçenleri, sen de içlerinden birini, hatta hepsini birden seçebilirsin; kendine cömert olduğun ölçüde…
Elveda Anne, Hoşça kal Baba
İçimdeki yaralı çocuk şimdi mumya misali sargı bezleri, alçı ve ateller içinde hareketsiz, ama bir ipekböceğinin tırtıla, tırtılın bir kelebeğe dönüşümü misali hızla ve kararlılıkla kıpırdanıp iyileşmeye başlıyor.
Pıt Pıt Hanım
Pıt pıt Hanım herkesin derdini dinlermiş kasabada. İnsanlar onunla konuşunca hafifler, dertlerini unuturlarmış. Şifa gibi bir sesi varmış. İlaç olurmuş huzursuz, kaygılı kalplere. Özlem çekenlere, kıskançlıktan zehirlenenlere, ölüm acısı duyanlara hep yoldaş olurmuş sessizce.
Paracıklar Paracıklar
Öyle ürünler var ki süt kullanmadan kaşar peyniri yapılabiliyor. Nar ekşisi diye satılan şeylerin etiketinde bir ben eksiğim ama nar yok.
Değişim Zor Değil Zahmetli
Maalesef deniz dalgalanmadan durulmuyor; nasıl ki birey bilincini dönüştürmek için kendi gölge yanlarıyla hesaplaşarak zor anlar yaşıyorsa ülke olarak da toplum bilincimizi dönüştürebilmek için toplumsal zihnimizin gölge yanlarıyla hesaplaşmak zorundayız sanırım.
İnsan
Etrafımızda terör, savaş her ne olursa olsun, ne adla ve ne amaçla olursa olsun öldürülen her canlının hem sorumlusu hem de zarar göreni, arkasından acı çekeni biziz. Ateş aslında hepimizin evine düşüyor.
Bırakma Zamanı
Bırakmaya karar vermek kolaydır, gaza gelir bırakırsın da… Ya arkasında durmak bıraktıklarının ve sana kalanların. Yeniden yaratmak yorucu gelir, yine o şarkı çalarken yakılacak sigara yerine koyacak bir şey bulmak zor gelir.
Sağduyuya Davet
Hiçbir bebek dünyaya ayrımcı olarak gelmez. Ayrımcılığı daha sonra ailesinden, okulundan, çevresinden öğrenir.
Ayrımcılık, kin, nefret öğreniliyorsa, insanlık, birleştiricilik, sevecenlik neden öğrenilemesin?
Destekleyen Aile ile Köstekleyen Aile Arasındaki Farklar 3
Hatalarından ders çıkarma becerisi kazanmak, çocuğunuzu adım adım yaşam başarısına götürür.
Tao
Nasıl yaratıldığını ve işleyişini bilmediğiniz bir şeye, biliyormuş gibi müdahale etmek ve ona üstün gelmeye çalışmak, ona sadece uyum sağlamaya çalışmaktan daha zor ve aptalcadır.
Anların Duygusu
Kişisel gelişim dünyasında “anda yaşamak” çok moda bir terimdir. Moda olduğu kadar bir hedeftir de. Herkes “anda yaşamak” için birbiriyle yarışır adeta…
Olmayan Bir Zamanda Yaşamak
Sahip olduğumuz tek gerçek zaman şimdiki zaman olmasına rağmen ezici bir çoğunluğumuz geçmişle gelecek arasında dolaşarak geçiriyor hayatını; olmayan bir zamanda yaşıyor yani.
Lütfen Deneyin!
Ya köhnemiş değerlere sıkı sıkı bağlı kalarak karanlığa gömüleceğiz ya da yeniden daha güçlü bir şekilde doğacağız.
Özgürlük Savaşçısı
Esir ruh yoktur oysa. Sadece ve sadece onu dar kalıplara tutsak eden insan vardır. Bunun farkında olan özgürlük savaşçısı bilir ruhunun izini sürmekten asla vazgeçmemesi gerektiğini.
Ruhuma Nasıl İyi Bakarım?
Nasıl titreşiyorsak o geliyor üzerimize, güçlü bir manyetik alan yaratarak etrafımıza topluyoruz kendimiz gibileri.
Doğum Günümden Kendime Mektup
Attığım her adım daha büyük, daha derin bir şeye hizmet ediyor. Ben doğanın bir parçasıyım. Doğaya aitim. Doğa ile uyumlu ve akışta olmak ve şimdi ve burada olmak gerçekten YAŞAMAKTIR!
Permakültür’ün Temel Kavramları 2: Doğayla Mücadele mi, Doğayla Uyumlu Yaşam mı?
Aslında düşününce insanoğlunun doğaya karşı yaklaşımı bir bakış açısıyla sürekli bir mücadele… Mücadele bakış açısıyla hayata baktığımızda da bugün içinde bulunduğumuz duruma geliyoruz.
Uçan Balon Meditasyonu
Telif hakları tüm çocuklara armağan olsun, ebeveynler hayrını görsün diye hepinizi meditasyona, imgelemeye, hayale ya da ne derseniz deyin, bana göre çözüme davet ediyorum.
Tarım İlaçları Hakkında Her Şey
Tarım bu ülkede böyle. Dikimde köylü kendisi zehirlenir, hasat sonrasında da alıcı sofrada zehirlenir. Önlenemeyen bir afet gibi bu düzen sürer gider. Kimse de ses etmez. Bir çok yerde, ruhunu satmamış pek çok biliminsanı anlatır ama onu da dinleyen çıkmaz.
Fırtınam
Düşünüyorum beni bu fırtınadan kurtaracak sığınak neresi olabilir, kim olabilir? Şu an tam da onunla baş başa olduğumu fark ediyorum: yazmak; kendimi yazarak ifade etmek; yazarak çözülmek…
Çevre Koruma Hatları
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 24 saat kesintisiz hizmet veren Alo 181 hattını arayarak çevre ve tabiat varlıkları ile ilgili her türlü sorunuza yanıt alabileceğiniz gibi bu konularla ilgili şikâyetlerinizi de bildirebilirsiniz.
Kelebek
Yaşamak için çok şeye ihtiyacınız olduğunu her düşündüğünüzde bir şeyler durup durup size hiç de o kadar şeye ihtiyacınız olmadığını hatırlattı mı? Hangi bebek doğduğunda cebinde cüzdanını, sırtında kıyafetini beraberinde getirir ki zaten?
Hayal ve İnanç Üzerine
Düşlerin peşinde koşmak, nasıl sorusunu sormakla başlayan koca bir emek ve eylemler serüvenidir. İnanıyorum diyerek kastedilen şey ise zihnimizde daima hayalimizi canlı tutma halidir ki ben buna bilinçlilik derim.
Destekleyen Aile ile Köstekleyen Aile Arasındaki Farklar 2
Sorumluluk sahibi, özgüvenli, farkındalığı yüksek yeni bir nesil için ebeveynlerin desteğine çok ihtiyaç var. Günümüz neslinin en büyük sorunu sorumluluklarının farkında olmamak.
İnsan Bilgisayar Gibidir
İnsanlığı asırlardır yöneten korkuların, masalların ve dayatmaların gerçek olmadığını anladıklarında, insanlar kim oldukları gerçeğine daha da yakınlaşıyorlar. Tanrı korkusu yerini sevgiye bırakıyor. İnsan sevdiği şeyden neden korksun ki?
Doğru Bir Hayat mı Benimki?
Dünyayı yıkanlar kendilerinden kopmuş yaralı insanlardı. Dünyayı iyileştirecek olanlar kendi hırslarından arınmış, özgür, huzurlu, kıymet bilen insanlardı.
Varlığınla Yokluğun Arasında Bir Fark Var mı?
Bütüne katkı temel bir ihtiyaçtır ve bu ihtiyacı gidermiyorsak hayatımızda bir şeyler hep eksik kalacaktır.
Kimin Hayatını Yaşıyorsun Sen?
Önemli olan, bütünün senin varlığından bir şekilde yararlanmasıdır. Doğmanla doğmaman arasında bir fark olmasıdır. Bunun ön koşulu kendi hayatımızı doyumla yaşamayı başarabilmektir.
Sevgide Aldatma Olmaz
Sadakat, düşünsel ve cinsel bağlılık gerektirir ve ancak eşler birbirlerinin fiziksel, duygusal, düşünsel ve ruhsal ihtiyaçlarını karşılıyorsa gerçekleşebilir…
Kanatsız Ev
Güvercinlerin kanadına bir “barış esintisi” takılsın ve yola, insanların yüzünü güldürmek için çıksın…
Çıksın da, bu pisletip kokuşmuş hale getirdiğimiz kocamış dünyanın yüzü gülsün birazcık öyle değil mi?
Sevgi Yolunu Bilir
Öğrenmek için hiçbir dine mensup olmanıza hatta bir inancınız olmasına da gerek yoktur; siz inansanız da inanmasanız da reiki yönünü bilen bir enerjidir.
Doğayla Buluşma
Ruha iyi gelen şeylerin en başına koyuyorum doğayla buluşmayı. Onunla buluştukça kendi doğasıyla da buluşuyor, barışıyor insan. Doğayı izlerken küçük şeylerdeki güzelliği takdir etmeyi öğreniyor. Her şeyin geçiciliğinin ve bu geçiciliğin ne kadar güzel olduğunun farkına varıyor.
Tüm Dünyada Tek Başınıza da Olabilirsiniz, Tek Bir İnsanın Tüm Dünyası da
Yaradan ile ilişkimizi düzeltmek için Aslan burcu enerjisini kullanmak zorundayız. Gerçek sevgi ve çocuksu keyifler yoluyla bu ilişkiyi düzeltebilir ve en üst seviyeye taşıyabiliriz.
Şükür Kavuşturana
“Kendine haksızlık etme” diyordu; “Yediğin bu golden çıkarman gereken dersi al” diyordu; “İçindeki BEN’i hatırla. Sahip olduğun potansiyelin farkına var. Enerjini yeniden topla ve var gücünle devam et BEN olma mücadelene.”
Can Boğazdan Gelir, Neşe de Denge de…
Eğer beden sağlıklı ise ruh da ona eşlik ediyor. Değil ise bunun tam aksi yaşanıyor. Sağlığınız yerinde ise dünya vız geliyor.
Dosta Mektup
“Anlayamamamız da bundan, çözemememiz de bundan dost” desem; “Çünkü bakmak istemiyoruz, görmek istemiyoruz, hissetmek istemiyoruz” desem. Anlar mı beni acaba? Onu ne kadar iyi tanıdığımı ve aslında elimi uzatmaktan ne kadar da aciz olduğumu bilir mi ki?
Bu, Senin Hikâyen Olabilir mi?
Üstat gülümsedi; “Aranızda yaşayan, Tanrı’nın enkarnasyonu olan biri var. Etrafındakiler tarafından saygı görmediği için, kendisini göstermemeyi seçiyor. Bu yüzden manastırın durumu gittikçe kötüleşiyor…”
Su Ayak İzi
Giydiğimiz bir penye tişörtün pamuğunu yetiştirmek için 7.000 litre, 1 kg buğdayın yetişmesi için 1.000 litre ve 1 bardak kahve için 140 litre su gerektiği ortaya çıkarılmıştır.
Permakültür Uygulamalarına Örnekler 1 – Belentepe Permakültür Çiftliği
Arazinin her yerinde büyük bir bolluk ve bereket artışı, toprak kalitesinde belirgin bir iyileşme sağlanmış. Su sorunun tamamen üstesinden gelinerek kurulmuş olan kapsamlı su altyapısı sayesinde susuz bir araziden su bolluğu içinde bir araziye geçiş gerçekleşmiş. Tek tip ürün yetiştirilen verimsiz bir araziden bolluk ve bereket fışkıran, pek çok farklı ürün yetişen, kendi kendine yeten bir cennete ilerleyişi görmek çok heyecan ve mutluluk vericiydi.
Destekleyen Aile ile Köstekleyen Aile Arasındaki Farklar 1
Köstekleyen ailede sınırlar ve sorumluluklar çiğnenirken, destekleyen ailede düşünce ve duygulara saygı vardır.
Zaman Sizi Öldürüyor
Birileri “Ne yapıyorsun?” diye sorduğunda “Duruyorum” ya da “Zaman öldürüyorum” derim. Zaman en büyük öğretidir; öğrencilerini öldüren bir öğreti. O yüzden zaman öldürmeye bayılırım.
Tüm Çıplaklığıyla…
Çıplakların on bini birden hem de bisiklet üzerinde önünden akıp geçerken önce bir şaşa kalıyorsun ama o kadar çabuk alışıyorsun ki, öyle sıcak bir yaz gecesi kendi üzerinde bir kumaş parçası bulunması saçma gelmeye başlıyor.
Düşündüğün Gibi Yaşıyor musun?
En iyimser haliyle kişisel gelişim sadece kişinin yeterliliğini arttırmaya odaklanmışken, bireysel gelişim eğitimleri kişinin birey olma sürecine, değerlilik ve yeterliliğinin yükselmesine odaklanmıştır.
insandan İNSANA
Sadece tür olarak “insan” olmakla, “İNSAN” olmak arasındaki fark Hitler ile Gandhi arasındaki fark gibidir. İnsanlık yelpazesi geniştir. Ruhsal olgunluk seviyesine göre bu iki uç örnek arasında değişik kademelerde kendisini ifade eder.
Kadim Birliktelik: Pozitif-Negatif
Evrende negatif olmadan pozitifin ne demek olduğunu anlamamız mümkün değil, belki de insanın kendi potansiyellerini fark etmesinin en güzel yöntemi bu; korkuların içinden geçebilmek, yin yang, gece-gündüz, aydınlık-karanlık gibi.
Hafta Sonu Tamiratları
“Oğlum bak, biz bugün varız, yarın yoğuz. Bildiklerimizi sağlıklıyken size öğretmek boynumuzun borcu. Şimdi, kopan şu kabloyu lehim yapacağız. Ben havyayı ısıttım. Sen şu lehim telini tut. Tam şu noktaya… Hah, tut tut tut.”
Tam o sırada annemin sesi:
“Aman oğlum dikkat et yakarsın elini. Bir yerini acıtma sakın.”
Aramak
Aslında bir farkına varabilsek ne kadar da kıymetli olduğunu, olur olmaz şeylerle doldurmaya çalıştığımız o boşluğun. Boşluk olmadan dolabilir miyiz asıl olanla? Boşluğunda süzülmeden tanıyabilir mi insan kendini, dalabilir mi derinlerine, bulabilir mi hazinelerini?
Yeniden Doğuş
Kozadan çıkma vakti geldi, biliyorum. Buruk bir sevinç var içimde. Hem hayata kocaman bir merhaba demek için sabırsızlanıyorum, hem de gerçek Öz’ümün yoldaşlığında hayatın tüm sorumluluğunu üstlenmenin verdiği heyecanı taşıyorum.
İçimizdeki Yengeç – Camdan Kalp
Yengeç burcu enerjisi terk edilme korkusunu çok yoğun taşır çünkü en büyük ihtiyacı ait olmaktır. Yanımızda kendisi olmasına izin verdiğimiz hiç kimse bizi asla terk etmez, duvar örmez. Duvarlar savunmak için inşa edilir, sevgi ise savunmasızlığı göze almaktır.
Kapatın Artık Geçmişin Kapılarını
Sen öylesin böylesin dedikçe çevremizdekiler, onları hayal kırıklığına uğratmamak adına olmadığımız bir şeyler olduk. Doğru söyledik, kızdılar yaptığımıza; yalanın güvenli bir liman olduğunu keşfettik; yalancı olduk.
Terapi, Her Yanda Terapi…
Ya da soruyu şöyle soralım: Gerçekten psikoloji bilimi bize tüm bu konularda işe yarar, etkin ve kalıcı çözümler sunabiliyor mu?
Denge
Bedenim yorgun, bedenim hantal, bedenim ağır bir yük taşıyor. Çalışmak istemiyor, çabucak tükeniyor. Çalışmayı sevmiyor. Hareket etmek onun başlıca görevi olmasına rağmen o bundan uzak kalıyor. Kendinin farkında değil, ihtiyacının ne olduğunu bilmiyor. Ona doğru yolu göstermek lazım; onu çalıştırmak, esnetmek, tıkanıklıklarını açmak lazım.
Ezber Bozan Uyarlama
Ünlü yazar Babette Cole’un Türkçeye çevrilen ilk kitabı Külprensi, Külkedisi masalını toplumsal cinsiyet rolleri açısından tepetaklak ediyor. Bu kez karşımızda ablalarının zulmüne maruz kalan zarif bir genç kız yerine, ağabeyleri tarafından sömürülen çelimsiz bir delikanlı var.
Karbon Ayak İzi
Aldığımız her ürün veya gerçekleştirdiğimiz her faaliyet için gerekli olan enerjinin üretilmesi sırasında atmosfere salınan karbon gazı Karbon Ayak İzi olarak tanımlanmıştır.
Permakültür’ün Temel Kavramları: Sürdürülebilirlik
Yaşamı boyunca ihtiyaç duyduğu enerjiyi üreten, kendi bakımını yapan, ömrünün sonunda ise yarattığı bir mekanizmayla kendini yenileyen ekolojik sistemler. Buna en güzel örnek doğal ormanlar.
Başarı Nedir?
Kimine göre başarı çok iyi okullarda okumak, iyi bir üniversiteye girmektir. Kimine göre ise başarı sadece iyi bir üniversiteyi bitirmek değil iyi bir meslek sahibi olmaktır. Bazı ailelere göre başarı iyi bir evlilik yapmak, sağlıklı mutlu bir aile kurmaktır…
Zihinsel Oruç
Zihinsel oruçta bedensel oruçta yapılan yanlışlar yapılmamalıdır. Yani tüm gün oruç tutup, açlık hissi ile eziyet çekip, akşam intikam alırcasına yenen yemek misali, zihinsel oruç tutup kendinizi düşüncelerden arındırıp ardından bombardıman şeklinde düşüncelerin içine düşerseniz olmaz.
Mutluluğun Reçetesi
Mutluğun reçetesinde paranın pulun, şan ve şöhretin mevcut olmadığını artık hepimiz pekâlâ biliyoruz. Hayatımızı kuşatan filmler, kitaplar, araştırmalar, makaleler bize mutluluğun maddiyatın dışında bir yerlerde olduğunu ezberlettiler artık.
Cömert Yürek
Hayatın en büyük sırlarından biri başkalarına yaptığımız her yardımın kendimize yapmış olduğumuz bir yardım olduğudur. Ne ekersen onu biçersin sözü işte bu sırrın bilge sözü.
Ben Demiştim
Gıda işletmelerinde bir kural vardır: Giren malzeme mutlaka satılır. Dökmek falan asla söz konusu olmaz. Kokmuşa bir çare, küflenmişe bir başka çare vardır.
Bahar Temizliği
Dolunayı da geride bıraktığımıza, havaları ısıtıp toprağı da güneşlendirdiğimize göre kendimize yeni bir hayat armağan etmenin zamanı gelmiş demektir; başlasın bahar temizliği.
Duyarlı Olmak Yorucu mudur?
Kendi duygularımızı ve ihtiyaçlarımızı önemsemeden başkalarına “iyi” davranmak bizi paspas, sadece kendi duygu ve ihtiyaçlarımıza odaklanarak kendimize iyi davranmak ise bizi bencil yapar.
Kimsiniz Siz?
Size bir sır vereyim mi? Ben yıllarca olduğumu sandığım kişi değilmişim. Hatta alakam bile yokmuş o kişiyle. Önce anne-babamın söylediği kişi olduğumu sanmışım. Onların bana davranışından bir kalıp çıkarıp, elbise yaparak giymişim üzerime. Sonra okula gitmişim; onların yerini öğretmenim almış.
Sokak Köpeği
Genelde hep yalnız dolaşsam da aslında, ben en çok yalnızlıktan ve yalnız kalmaktan korkarım. Bu yüzden bazen benim gibi sokaklara düşmüş köpeklere katılırım. Bazen de onlar gelir beni bulur. Birlikteyken açlığa, yalnızlığa, karanlığa, soğuğa karşı birbirimize güç veririz.
Hayatı Sadece Geriye Bakarak Anlayabilirsiniz, Ancak Geleceğe Doğru Yaşamalısınız
Hayat seçimlerden oluşan bir bütündür. Bazen seçim yaptığımızın farkında olarak yaşarız, bazen bilinçaltımız seçimlerimizi yapar, biz de uyarız.
Caretta’lardan Çok Şey Öğrenebiliriz
Oysa biz de onlar kadar mücadeleci ve kararlı açmıştık gözlerimizi. Zorlu bir yarışla başlamıştı yaşam. Annemizin rahmine yerleşmek için bile ne badireler atlatmıştık.
Amazon ve Alzheimer
Her gün yeni biriyle tanışıyorduk. Bir gün inatçı bir geç kız oluyordu, ertesi gün yaramaz bir çocuk. Sürekli andan geriye doğru uzayan bir zaman yolculuğunda, bir sonraki durağımızı bilmeden yol alıyorduk. Üstelik kaptan sürekli değişiyordu.
Girişimci Psikolojisi
Girişimcinin kendisine sorması gereken ilk soru belki de yanıtlanması en zor olanıdır. Çünkü kesinlikle dürüst bir yüzleşmeyi gerektirir: “Sahip olduğum işe ‘iş yapmak’ için mi giriştim?”
Hayattan Zaman Çalmak
Hepimizi hırsızlığa davet ediyorum bu yazıyla, yoksa olmayacak gibi geliyor; sihir olmayacak, aşk olmayacak, acılar unutulmayacak, gelecek kaygısı bitmeyecek gibi geliyor…
Bireysel Elektrik Üretimi
Artık çatılarımızda su ısıtmak için kullandığımız güneş enerjisi ısıtma sistemlerinin yanına elektrik üretimi için yeni paneller koyabilecek miyiz?
Öyle Bir Durum
İhtiyacımız olan şey “Sebebi ister cehalet ister maddi imkansızlıklar olsun, 18 yaşının altında evlendirilen her kız çocuğu benim için bir Uludere’dir.” diyecek yöneticiler.
Medet ya Nil!
Tam artık oldu, şimdi başardım derken yeniden hortluyor içimdeki lanet öfke gulyabanisi. Tam her şey yoluna girdi, başardım diyorum, bir şey basıyor düğmelerime maytap misali kıvılcımlar saçıyorum etrafıma.
Permakültür ve Bitki Kardeşlikleri
Permakültür tasarımı, kullanılan öğelerin birbirleriyle istenen fonksiyonları sağlayacak ve birbirlerini destekleyecek şekilde yerleştirildiği bir kompozisyon oluşturma sanatıdır.
Negatif Düşünce Gücü
Bardağın ne boş tarafını, ne de dolu tarafını, her iki tarafını birden görmek durumundayız.
Hayalimdeki Hayat
Hayallerimizi gerçekleştirmek için muhtaç olduğumuz kudret ancak elimiz, bacağımız, nefesimiz hareket halindeyken uyanıyor.
Aşkın Psikolojisi
Sevgi, sevdiğimiz insan aracılığıyla içimizdeki sevgiye uzanan içsel bir yolculuktur.
Anadolu’ya Dair Her Değer, İnovasyona Değer
Biz waffle peşinde koşarsak bu güzel ülkeyi “kaymaklı ekmek kadayıfı” görenlerin yolu açılır.
Aidiyet Bir İhtiyaç mı?
İnsan neden ait olma duygusu ile büyür ve ölür? Neden hep kendinden daha büyük, daha güçlü bir olguya ait olmak ister?
Duygu Halleri
Olmadığını sandıkların değil eksikliğin; tamsın sen, birsin. Öyle bir hamur ki seninki, ne eşi var ne benzeri…
Dilenci Kadının Küçük Kızı
O çocukla babası el ele tutuşup gezerlerken biz niye annemle burada oturup para isteriz, bilemem. Ben daha çok küçüğüm, bilemem.
Dilsiz Uşak
Balayı bittikten, günler rutine girmeye başladıktan sonra bizim dilsiz uşak bir gün aniden dile gelir.
Bırak Gitsin
Hayatında bayatlamış, eskimiş, işlevini yitirmiş olduğu halde hâlâ bırakamadığın neler ve kimler var?
Sağlam Gidicen Bu Hayatta
İlkbaharın ilk günlerinde, Koç’un yaktığı ateşin yangın olmasını engellemek için, Boğa burcu ağır ağır gelir ve ateşin fazla kısımlarına sakince toprak serpiştirir.
Müziğin Derdi
Gerçek, sözcüklerin yetersiz kalacağı kadar ortada ama tariflere sığamayacak kadar da çok yönlü ve karmaşıktır.
Her Çocuk Özeldir
Evet, her çocuk özeldir, her insan özeldir. Özümüzde sahip olduğumuz insani vasıflarımızla birlikte bizler farklı çeşnilere sahibiz.
Elektrik İçin Kırmızı Alarm
Elimizdeki enerjinin sınırsız olmadığını anlamalıyız. Bir gün prizde unuttuğumuz şarj aletinin tükettiği enerjiye muhtaç kalabiliriz.
Bir Renk, Bir Çiçek, Bin Şifa…
Çiçekler eşsiz görüntüleri ve hoş kokularıyla gönül alıcı bir hediye ya da evimizi güzelleştirmek için kullanılan bir dekorasyon unsuru olmaktan çok daha fazlasını ifade ediyor artık.
Domino Etkisi
Evrenin tüm bilgisi ve sevgisi vardı zerrelerimde. İş onları sulayacak, besleyip büyütecek bahçıvanlar bulmaktaydı.
J. B. Morrison – Frank Derrick ve Sıradışı Yaşamı
Yazarın dilimize çevrilen ilk kitabı, “Frank Derrick ve Sıradışı Yaşamı”, oldukça sıradışı, eğlenceli, bazen de hüzünlü bir roman.
Rezonans Kanunu
Evren 2 yaşındaki bir çocuk gibidir. Ona ne yapmamasını söylersen sanki inadına onu yapar.
Permakültür ve Kenar Etkisi Mucizesi – 2
Doğada sürdürülebilir artı değer ancak kenarlarda üretilebilir.
Çocuklarda Duygusal Özgürleşme Teknikleri
Ebeveynler olarak, kendi deneyimlerimizi onlara aktarmak yerine, kendi deneyimlerini yaşamalarına izin vermek gerekiyor.
Bir Dilek Tut Bahar Gelsin
İyi niyetli ve masum tüm dilekler, düşe kalka da olsa gerçekleşir.
Yenilenmenin Coşkusu
Hayatı heyecanlı ve keyifli kılan en önemli unsur, sürekli kendimizi yenileyerek yaşamak.
Birlikte Gelişelim
Daha iyisini nasıl yapabiliriz, sorusu Kuraldışı olarak şiarımız olmuştur.
Erkeğin İnsanlığının Köreltilmesi ve Kadının Ezilmesi
Ancak toplumumuzda temel sorun güvensizlik. Güven ilişkisinin oluşmadığı bir ortamda bireylerin samimi bir tutum sergileyebilmesini mümkün değil.
Yuh Artık!
Yeni formül, iki nokta üst üste, ES, NEFES, PİKİ, ÇAPA. Ya nasip çıktım yine yola.
Permakültür ve Kenar Etkisi Mucizesi – 1
İstanbul’un taşının toprağının neden “altın” olduğunu, kenar etkisinin ne olduğunu öğrendikten sonra artık herhalde daha iyi anlayabiliriz.
Bitkisel Yağ Atıkları
Ülkemizde bitkisel yağ kullanımı sonrasında oluşan atık miktarı yıllık yaklaşık 500 bin tondur.
Otu Çek, Köküne Bak
Eğer içten ve ruhtan bir arıza yoksa, çok istisnai durumlar hariç, sevgi, saygı dolu bir aileden canavar yetişmez.
Her Yer Şifa Ama Herkes Değil…
Dünyaya gönderilirken bize yüklenen bir hiçbir görev yoktur… Tek görevimiz, bize verilen hayatı en iyi şekilde yaşamak, yaşamın tadını çıkartmak, var olan ve var edilen meselelerimizi çözmektir.
Dönüşüm Notları
Ben değişmeye karar verince sanki sadece bu kararı vermiş olmamla sihirli bir değnek gelecek ve bana değmesiyle tüm sorunlarım hallolacak sanıyordum. Olmadı… Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama öyle sihirli bir değnek yokmuş.
Kötücül Duygular ve Algı Yönetimi
Kötü diye tabir edilen olgu aslında sizin yol göstericiniz, meşalenizdir. İyi ve kötü arasındaki nokta sizin durup yön tayini yapacağınız sapaktır.
Kahkaham Mücadelemdir
Burası bir seks işçisine edilen tecavüz ile bir bakireye edilen tecavüzün cezası arasında dağlar kadar fark olması gerektiğine inanan insanların ülkesi.
Ne Olur Bu Bir Rüya Olsun…
Evin lideri olan babam, bizi neredeyse her akşam salona toplayıp konuşma yapıyormuş. Nasıl giyineceğimizden yemeğin tuzuna, temizlik kurallarından uyku saatlerimize her şeyin doğrusunu o biliyor ve bize anlatıyormuş…
Kadının Gözlerindeki Dehşet Hâlâ Oradaydı…
Erkek biliyordu ki eğer o tokat inerse tek bir kez kadının yanağına, ikincisi, üçüncüsü hatta hatta dördüncüsü bir öncekinden daha da kolay olacaktı ve bu yangın, bu şiddet böyle sürüp gidecekti.
Yetti Artık!
Bir erkek eğitildiğinde bir erkek eğitilir, bir kadın eğitildiğinde bir nesil eğitilir.
Neden Bireysel Gelişim?
Hayat en zayıf yönümüzden vurur, eğer kendi zayıf tarafımızın farkında değilsek! Yaşam karşımıza bizi zorlayan bir olay çıkarır. Bu olayın içinde bize farkındalığımızı arttıracak bir hediye paketi vardır.
Hayatınızın Senaryosunu Yeniden Yazın
Hayat’ın son baskısı onu yaşamayı başaranlara ithaf edilmiştir.
Kaosun Kıyısında Yarına Kalabilmek
Artık özerklik ve ikili ilişki arasında bir zıtlık olduğu konusundaki ezberimizi bozmak durumundayız. İlişkilere determinist yani sebep-sonuç ilişkisi bağlamında yön verebilmek gerçekçi gözükmüyor.
Yavuklunun Yanı
Meselenin içeriği değil mühim olan, nerede durduğumuz… Yavuklunun karşısına mı geçiyoruz, yanına mı yanaşıyoruz?
Çocuğumun Özgüvenini Geliştiriyorum -V
Türk toplumu olarak hurafelere inanıyoruz ama tuhaftır sezgilerimize inanmıyoruz.
İkinci Hayat
Anladım ki hayatta imkansız diye bir şey yok ve ünlü filozof Heraklitos’un dediği gibi “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.”
Duygusal Beslenme
Zor yerde, zor koşulda; bileğinizin gücü ile bir yere geldiğinizde bir değer katılıyor size: Emeğe saygı… İster köyde ekmeği pişirenin verdiği çabayı getirin gözünüzün önüne, ister tarladan sofraya bir şeyler ulaştıranın…
Endülüs’te Paskalya
Yılın üç yüz günü güneşli bir şehirde zor ama olur da kapalı bir havaya rastlarsanız üzülmeyin. Güneş sizi sonraki durak Kordoba’da bekliyor olmalı.
Komşumu Sevmiyorum
Bize benzemeyen insanlardan, bizden farklı düşünen, inanan, görünen insanlardan hoşlanmıyoruz. Eh, bize benzeyenlerle de pek barış içinde yaşadığımız söylenemez.
Işık Hızında Düşünce
Yarınlarımız hakkındaki her şey bugünkü düşüncelerinizin eseri. Amacınız ne olursa olsun, ister duygusal ister başka bir amaç uğruna, aklınızdan geçen her düşünce ışık hızıyla harekete geçer ve bedeninizde bir duygu yaratır.
Permakültür Hakkında Bilmeniz Gereken 7 Şey
Doğayı camdan atarsanız size arka kapıdan elinde bir tırmıkla geri döner.
İçimden Gelenler
“Keşif” kelimesini dillendirdiğimde bile vücudumda o coşkuyu ve gözlerimdeki hafif nemi hissediyordum. Bu şekildeki bir yaklaşım beni hayata karşı heyecanlandırıyordu…
Bir Yaşam Düşünüyorum
Artık, üzülürsünüz diye kendimi feda etmeyeceğim size. Çünkü asıl üzülen ben oluyorum ödün üstüne ödün verdikçe.
Bir Söz İstiyorum Senden
Bir söz istiyorum senden. Hayatında önemli yer tutan, belki vazgeçmekte zorlanacağın, hatta vazgeçmemek için bahaneler yaratmada tüm uzmanlığını konuşturacağın bir ikili ilişkiden vazgeçmenle ilgili bu söz.
Aşina Kıpırtı
Sevgili uzaktaki dost, eski bir yıldan sana selam olsun… Yeni yıla girerken yüreğinin belki uzak, belki yakın bir köşesinde uyanan o eski, o aşina minik kıpırtıyı çek ucundan çıkar gün yüzüne…
Beş Element
Organların görevlerini üstü kapalı bir şekilde görevi şudur budur diye bilip geçmeyin. Sindirim dediğiniz şey her gün yaşadığınız duygularla alakalıdır.
Çocuğumun Özgüvenini Geliştiriyorum-IV
Çocukların yaratıcılığının gelişmesinin önündeki en büyük engel, ebeveynin sabırsızlığıdır. Çocuğun karşılaştığı her zorlukta hemen çözüm bulurlar. Hâlbuki çözümü çocuklarının bulması için sabır göstermeleri gerekir.
Permakültür: Bulaşıcı Güzellik
Permakültür tasarımında akış ve düzenin kurallarına uyulurken, tüm bileşenler göz okşayıcı ve işlevsel bir biçimde yerleştirilmeye çalışılır.
Yanındayım!
Hırslarımızla değil vefa duygumuzla yaklaşıyoruz dostlarımıza. Paylaşıyoruz; paylaştıkça çoğalıyoruz. Ruhlarımıza dokunuyoruz. Böylece ruhumuzu, ilhamımızı, hayatımızı besliyoruz.
Ötekileştirme ve Mahalle Baskısı
“Bizden değilsen değişeceksin, değişmezsen düşmanımsın” tarzında bir dayatma toplumun tüm kesimlerinde kanıksanan bir iletişim şekline dönüşüyor. Böylece narsisizm yaygınlaşıyor, maalesef toplum kibre ve ego’ya teslim oluyor.
Akın Akın Dönüşüm
Bir bilgenin dediği gibi ahir zamanlardan geçmekteyiz ve artık sadece kendi hayatımızdaki eylemler değil bizden önceki nesillerin eylemleriyle de yüzleşme dönemi bu…
Sigarasız Yeni Yıl
Yapılan bir araştırmada sigaranı yol açtığı hastalıkların tedavisi, işgücü kayıpları, kazalar, yangınlar gibi nedenlerle her 1 liralık sigara harcamasına karşı 2 liralık ek toplumsal maliyet getirdiği hesaplanmıştır.
Bunları da Açıklasınlar
Doğal zeytin, suyundan çıktıktan sonra 4-5 gün içinde hafiften beyaz beyaz pamukçuklanmaya başlar. Bunu engellemek için yapabileceğiniz tek şey yağlamaktır. Bekletildiği halde pamukçuklaşmayan zeytinler falan… İşte onlar enteresan…
Asla Annem veya Babam Gibi Olmayacağım!
En çok kullandığımız cümlelerden birisi ise ‘‘Asla annem veya babam gibi olmayacağım’’ cümlesidir. Zaman geçer, yetişkin bireyler oluruz. Derken bir de bakarız ki aslında anne-babamız ile neredeyse aynıyız.
Yeni Yılda…
Şimdi ne olmasını istiyorum ve beni ne tutuyor? Bunun olması için nelere ihtiyacım var? Fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal olarak neleri geliştirebilirim?
Dağların Reddettiği Yük: Sorumluluk
Sorumluluk sahibi olmak her zaman bir erdemdir. Ancak sorumlulukları yerine getirmekten başka hiçbir hayat amacı yokmuş gibi yaşamak da insanın kendine, varoluşuna ve dünyaya yapabileceği en büyük ihanetlerden bir tanesidir.
Yeni Bir Hikâye
Zihnimin dünyayı algılamaya çalışan kısmı bana hep şunu fısıldıyordu: “Bu dünyada hepimiz biriz, aynıyız, eşitiz.” Bundan daha farklı bir gerçeklik olamaz, olursa bu yaradılışa, yaradılışın adaletine ters düşer.
Düşünmemenin İlacı, Meditasyon
Bazılarınızın, “Düşünmemek mi? Bu nasıl olacak peki?” dediğini duyar gibiyim…
Koşulsuz Sevgi Aranıyor
“Al sana koşulsuz sevgi; hayrını gör” dediler. Altısını ceplerime doldurdum, yeni daldığım can erik ağacından topladığım taze erikler misali.
Bir Başka Berlin
Evet, gördüğüm diğer Alman şehirlerinden biraz daha soğuk, biraz daha kasvetli. O ışıl ışıl Noel süslerinin arkasına saklanmış da olsa belli oluyor bu. Ancak çok iyi bir sebep olursa ikinci kez gidilecek bir şehir… Muhtemelen böyle anlatıyor olacaktım şimdi size Berlin’i, son gün tesadüfen aldığım Duvarın Hikâyesi adlı o küçük kitap olmasaydı.
Permakültür
Başlangıçta Permanent Agriculture yani sürdürülebilir tarım uygulamalarını içeren bir tasarım bilimiyken kısa sürede kapsamı insan faaliyetlerini içeren tüm alanları kapsayacak şekilde genişleyen Permakültür, Permanent Culture yani sürdürülebilir kültürü ifade etmektedir.
Ölümsever İnsan, Yaşamsever İnsan
Birisinin çıkıp da başkalarına şunları söylediğini düşünelim: “Ben dünyanın en üstün insanıyım…
Çocuklar ve Bilinçaltı
Bir çocuğun en çok ihtiyaç duyduğu duygulardan birisi güvendir. Güven içinde olduğunu bilen çocukta korku duygusu harekete geçmez. Dolayısıyla çocuğa her zaman sevildiği ve ne olursa olsun yanında olunduğu hissettirilmelidir.
Kim Yin, Kim Yang?
İlişkilerde çoğunlukla kendimize çok benzeyen insanları ararız ama genelde mıknatıs gibi karşıt kutupları çekeriz. Doğru olan budur. Aynaya bakıp “kız ya da erkek olsaydım kendimle çıkardım” diyecek kadar kendimizi sevmek elbet güzel bir şey, ama iş ilişkiye gelince Yin Yang ilişkisi kurabileceğiniz bir ilişki yaşayabilirseniz tadından yenmez.
İnanç Olmadan Umut Bir Hiçtir
Yay burcu kışın tam ortasında, karanlığın göbeğinde bize umut vererek hayatta kalmamızı sağlar ve çok değerlidir. Yay burcu enerjisi öylesine bilge bir enerjidir ki kendisi her yerde mutlu olmayı başarabileceği için karanlıkta debelenenlere umut olmayı seçmiştir.
Küçük Siyah Yas Kitabı
Acı çeken çoğu insan, acının nedeni ne olursa olsun benzer bir duygusal süreçten geçer. Her türlü kayıp duygusunun ardından yaşanan süreç ağır ya da hafif, uzun ya da kısa olabilir… Ama bu sürecin ORTAK aşamaları vardır.
Shakespeare and Company
Bu yazı Paris’te Seine nehrinin kenarında, o meşhur katedralin yakınındaki küçük kitabevi hakkında. Hayatımıza giren güzel şeylerin çoğu gibi o da hayatıma en çok ihtiyacım olduğu anda ve hiç beklemediğim bir şekilde girdi…
Çocuğumun Özgüvenini Geliştiriyorum-III
Çocuk eğitiminde genelde iki hata yapılır: Çocuğun arzuladığı her şeye evet demek veya evet denmesi gereken isteklerine bile hayır demek.
Seni Affediyorum
Sırtında taşıdığın sorumluluklar, hırsların, bastırılmışlıkların, yaptığın haksızlıklar, söylediğin yalanlar, açığa çıkartmamayı seçtiğin duygular, öfkeler, bağırmalar, küfürler hepsi karşında ve hepsi senin parçaların. Onlara bakıp kendini kötü hissetmene gerek yok.
Karanlığında Uzayan Zamanlar
Zaten hep kıskanmışlardı onu. Düzgün biri çıkmayacak mıydı karşısına? Hep mi ondan gidecekti? Kötü gözlerin nazarındaydı işte! Yaşadıkları hep başkalarının eseriydi. Ustaca kuruyordu cümlelerini. Okumuşluğun verdiği bir düzen ve süsleme sanatı vardı aklından geçirdiği cümlelerinde. Zekice kendini aklıyordu cümleler ve hep karşısındakini suçlu çıkarıyorlardı. DÖVÜYORDU bu cümleler…
Uzaklardaki Dosttan Mektup
Hayatın tekdüze ve hep aynı sorunları tekrarlayan bir kısır döngüye dönüşüp dönüşmemesi bizim elimizde olan bir şey. Dış dünyada bir şeyler değişirse daha mutlu olacağımıza dair duyduğumuz inanç tatlı bir rüyadan ibaret bana sorarsanız.
Ruh Ağrılarına Renk Masajı
Ayurvedik masajda önemli olan sadece bedensel değil ruhani anlamda da bir arınma, temizlenme sağlamaktır. Çakralarımızdaki yırtıkları, tıkanmış kanalları temizlerken, parmak uçlarımız, ayaklarımız ve avuçlarımızda bulunan meridyen noktalarına temas oldukça önemli. Renk masajındaki gibi nefesle bütünleşilerek yol alınıyor.
Tuluyhan Uğurlu
Eğer o topraklardan, taştan, ağaçtan gelen o derin sessiz büyüyü almış ve bizzat deneyimlemişse bunu müziğine yansıtır; siz dinleyicilerini o ana da taşır, memleketinize de. Hatta dünya turuna bile çıkarır sizi.
Gerçekliğe Doğru
Romancı için yazmak, mimar için tasarlamak neyse, Bingo için de koşmak o. Elbette durup dururken koşmuyor. Koşmak, Bingo için bir amaç değil. Ama başka bir amacın aracı da değil. Bir sonuç, bir yaşam biçimi, bir hayat tezahürü. Mağara duvarına resim çizilen zamanlardan beri söylenegelen bir türkü gibi.
Özgürlüğün Baş Dönmesi
Bireyleşme bazen çevreyle birlikte hareket etmeyi, bazen de ona karşı bir tavır takınabilmenin kaygısıyla yüzleşmeyi gerektirir. Ne yazık ki Türk toplumu özerk yetişkinlerin değil çocuk-ana babaların yaygın olduğu bir sosyal örüntü sergiliyor.
Çocuk
İçinizdeki çocuğu bulmak için içinize dönmeli ve sessizlikte onu dinlemeye hazır olmalısınız. Belki onu ilk seferde bulacaksınız, belki de birkaç ziyaret sonrasında çıkacak saklandığı yerden. Orada olduğunu ve sizi beklediğini bilin yeter. Onunla bağınızı kopardığınız, ondan uzaklaştığınız andaki haliyle bekliyor sizi.
Kültürel Tasarruf
Teknoloji ile birlikte modern dünya bize sınırsız seçenek ve kolaylıklar sağlamasına rağmen neden hâlâ eski günlere, gençliğimize veya çocukluğumuza dönmek isteriz? İnsani ilişkilerin, paylaşımın, dostluğun, birlik beraberliğin, bencillikten uzak yaşam tarzının hüküm sürdüğü o mütevazı devirler hâlâ neden özlemle anılıyor?
Çocuğumun Özgüvenini Geliştiriyorum-II
Ebeveynlerin çocuklarının özgüven ya da temel güven duygusunun gelişiminde etkisi çok büyüktür. Çocuk iki yaşına kadar annesiyle olan ilişkisinde “ben değerliyim” duygusunu, altı yaşına kadar da babasıyla olan ilişkisinde “karşıma çıkan engelleri aşmak için yeterliyim” duygusunu edinir.
Hayatın Kısa Devreleri
Nerelerde, neler biriktiriyor insan? Bir taşa, bir kuşa, çiçeğe, böceğe, yağmura, buluta… Ne çok, ne çok ve ne değişik anlamlar katarak dolduruyor hafızasının anı defterini. Bazen bir çöplüğe dönüyor. Bazen de huzurlu bir dinlenme köşesine. Arada bir yüzleşip, temizlik yapması belki de bundan. Bir sonraki ziyaretinde huzurla dinlenebilmek için.
Çocuk Yogası
Çocuk yogası çocukların gelişimine faydalıdır. Gerek el ve bedensel becerileri, gerek fiziksel, psikolojik, duygusal ve sosyal gerekse öz bakım becerilerine yönelik olumlu etkileri vardır.
Renkleri Fark Etmek
İnsan ruhu, evrendeki elektromanyetik alanın bir parçasıdır ve bu frekans, bu bağ ile beslenir. Bu güçlü elektromanyetik alan, hayatımızda gereksindiğimiz şeyleri çeker.
Kendine İhanet
Çocukluk döneminde özerklik gelişimi yara almış bir yetişkinin son derece çelişkili, bozuk bir ilişki modeli geliştirmesi ise şaşırtıcı olmasa gerek. Asıl şaşırtıcı olan bu çarpık ilişki modelinin toplumun çoğunluğunda kabul gören, hâkim model haline gelmesi.
Alfa In, Beta Out!
Vücudumuzda milyarlarca hatta trilyonlarca hücre bulunur ve her hücrenin kendi ritminde titreştiği bir frekansı vardır. Bütün hastalıklar ve sorunlar da bu titreşimlerde aksaklık çıktığında kendini gösterir. Titreşimleri düzene soktuğunuzda hastalıklar da yok olur gider.
İlk Heyecan
Alışkanlıklar ya da yaptığımız şeylerde ustalaşmak bazen içteki o heyecanı alıp götürür, işte o zaman o saflık da renk değiştirmeye başlar. En önemlisi yaptığımız her şeyde o titreşim halindeki yaratım heyecanını sürdürmek.
Gerçek Bir Botoks Hikâyesi
Hani derler ya Allah’ın sopası yok diye… Aslında var; var ama farklı şekilde işliyor. Dersini alana tabi!
Madem Yapacaksınız
Kime sorsan, kiminle konuşsan atalık tohum kullanıyor. Bahçeler asla ilaçlanmıyor. Herkes dağlarda kekik, meralarda inek peşinde… Arıları sorsan 2500 rakımın altında kanat çırpanı yok. Asla ilaç, şeker beslemesi yok. Sorduğunuzda pazarda, markette sağlıksız tek bir şey yok…
36 Numaralı Bandırma Yolcusu
Yeni olasılıklar, yeni yollar, muhtemel sonlara göre şekillenen yeni hikâyeler. Taksiyle bir otobüsün peşinde saatlerce gidip, sonunda sinirden ağlayarak (belki de gülerek) eve dönüşümün hikayesi. Ya da mutlu sonla biten bir kovalamaca hikâyesi. Belki de ertesi gün gazetelerin üçüncü sayfasında yer alacak bir sürat felaket getirdi hikâyesi…
Seni Seviyorum Len!
Sevgiliye, anneye, babaya, kardeşe söylemenin ötesinde bu iki sihirli kelimenin en anlamlı halini buldum ansızın. İnsanın kendine “seni seviyorum” demesinden daha anlamlı ne olabilirdi ki? İşte hayatın özü.
Hepimiz Akrep’iz
Güneş Dünyamızı Akrep burcunun enerjisi ile ısıtıyor ve aydınlatıyor bu günlerde. Bize ulaştırılan bu Akrep burcu enerjisi öylesine tutkulu ve samimiyet içeren bir enerji ki Güneş’in Akrep’te seyrettiği dönemlerde tutku ve samimiyeti listemizin başına almadığımız zaman giriştiğimiz işlerde arzulanan ilerlemeleri kaydedemeyebiliriz.
Tik Tak
Peki gökyüzünün sonsuzluğuna bakmak aklına gelmiyorsa hayallerini gerçekleştireceğin yoldaki sonsuz seçenekleri nasıl fark edeceksin? Farkındalık seni yine anın kendisine çekiyor…
Aidiyetin Alı, Işığı
Bir sabah uyandığımızda vücudumuzdaki hücreler toplamı bir önceki sabahkinden farklı. Sadece bu da değil. Bir önceki gün yediklerimiz, girip çıktığımız psikolojik durumlar, uyurken gördüğümüz rüyalar, manyetik gücü enerjimizi etkileyen ayın ve gezegenlerin konumu aslında her sabah yeni bir kişiye uyanmamızı sağlıyor.
Kum Saati
Hayat çok basit. Onu karmaşık hale getirmekte ısrarcı olan biziz. Hayatı yeniden sadeleştirelim, hayatı yeniden basitleştirelim… Sadece gerçekten önemli olanlara odaklanarak. Henüz vakit varken. Henüz geç olmadan. Zira hiçbirimiz kum saatimizde ne kadar kum kaldığını bilmiyoruz.
Duyguların Renkleri
Doktora gideriz, ağrı, sızılarımızdan, baş dönmelerimizden dem vururuz. Hemen bir tetkik, ardından ilaç dolu reçeteler yazılır. Üstelik sıkı sıkı tembih edilir, “Asla üzülmeyeceksin, canını hiç bir şeye sıkmayacaksın.” İyi ama bunun reçetesi yok mu? Üzülmemenin, baş dönmelerini ruhsal olarak durdurmanın bir formülü olmadan, neye yaradı bu ilaçlar? Böbreklerimiz ne hale gelecek kimyasallar yüzünden? Olmaz, siz yinede takmayın kafayı hiçbir şeye; rahatlayın, boş verin gitsin; biraz rahat olun ve ilaçlarınızı düzenli almayı unutmayın. Bir anda, ne de güzel nasihatlar ve bir kucak dolusu ilacımız olur değil mi? Eve geliriz, yakınlar, akrabalar, çocuklar sorular sorar; “Doktor, hiç bir şeye üzülmeyeceksin dedi. En önemlisi buymuş.” deriz. Evet, en önemlisi bu; ruhumuz sağlıklı olduğunda, bedenimiz de, auramız da güçlü ve ışıl ışıl olacaktır. Maalesef kimyasal destekçi olarak verilen ilaçlar artık pek işe yaramaz hale geldi. Eğer hala ruhumuz mutsuz ve bedbahtsa, önce onun sağlığı ile ilgilenmeliyiz. Psikitarist ya da psikoloktan bahsetmiyorum elbette. Onlardan da medet umamaz olduk; aldığımız anti depresanlar bize yetmez oldu; bağışıklık sistemimiz kanıksadı artık bu ilaçları. O halde özümüze dönmenin, farkındalıklı olmanın tam zamanıdır; o halde ruhumuza iyi bakmanın, onu zihnin karmaşasından kurtarma zamanıdır. Hiç durmadan konuşan zihinlerimizi ise ancak meditasyon yaparak huzura kavuşturabiliriz. Yoga, nefes çalışmaları, ayurveda, renk terapisi, aromaterapi […]
Pinyata Meditasyonu
“Tamam, Saim; kapattım gözlerimi işte. Arkama yaslanmadım bu sefer, uykuya dalamayayım diye. Bu sefer, sen ne söylersen söyle ben bir pinyata hayal edeceğim.” Tavanda asılı, ışıl ışıl. Gazinolardaki yuvarlak, kendi kendine dönen, aynalı tepe lambalarına benziyor. Yaş günü çocuklarının heyecanı ve içinden neler çıkacak merakıyla elimdeki kristal çekiçle var gücümle vuruyorum ona. Tek seferde tuz-buz oluveriyor. İçinden hayal kırıklıkları, seçimsizlikler, terk edilmişlikler, hayır diyememeler, annemin baskıları, babamın eziklikleri, el âlemin dırdırları, öfkeler, kızgınlıklar dökülüyor kafamdan aşağı. Her biri canımı çok yakıyor. Ellerimle başımı korumaya çalışıyorum; ellerim acıyor. Ne yaptın be Saim! Ne dedin de bilinçaltıma ne mesajlar gönderdin de benim pinyatamdan bunca kendinle yüzleşmeler dökülüverdi ansızın? Aslında iyi ki de dökülüverdi. Hem Nil dememiş miydi? Yüzleş, kucaklaş ve özgürleş diye. Ağzına sağlık be Saim. Şimdi bir kalkan açılıverdi kafamın üstünde beni korumak için. Kendini sev, kendine güven, kendine saygı duy, sen cesursun, sen kararlısın, hayır demek senin en doğal hakkın, kolaylıkla ve kendiliğinden çıksın ağzından, kendinle yüzleş ve özgürleş diye yazıyor iç yüzünde. Anladım, mutluluk kalkanı, umut şemsiyesi, dönüşüm fanusu bu. Anladım, güvendeyim artık. İçimdeki, dışımdaki tüm olumsuzlukların sorumluluğunu alıyorum üstüme ve cesaretle “Güç bende artık!” diyerek haykırıyorum. Elimdeki çelik raketle, kalkanın altından çıkıyor, üstüme üstüme gelen tüm kötülükleri, bir […]
Sevgili Annem
Bu aralar fiziksel olarak pek karşılaşamasak da duygusal âlemde beraberlikler yaşıyoruz seninle; sen farkında olsan da, olmasan da. Bu aralar seni sürekli PiKi’liyorum ne hikmetse. Duygusal İnanç Kalıplarımız, başka bir değişle Şema’larımızın çakışması ve meydan muharebeleri var gündemde. Senin maddi manevi istismarların, benim sana kendimi feda edişlerim hoplatıyor sinirlerimi gergin bir trambolin misali. Derinlere, her gün daha da derinlerine iniyoruz ruhumun beraberce. Biliyor musun ne fark ettim? Aslında doğurmak istediğinin “Ben” olmadığını… Doğurmak istediğin sadece bir bebekti. Böylece kısır olmadığını ele güne ispat edecek, onların gözüne girecektin. Altı yıl uğraştın ve başardın. Tebrikler. Sonunda Allah sana bir çocuk verdi. Gebe kalmadan önce ettiğin, “Allahım bana bir çocuk ver, yüzünü göreyim, sonra istersen al.” duan yüzünden neredeyse daha kırkım dolmadan ölecektim. Fıtık ameliyatı olup hayata yeniden tutununca iş işten geçmiş anne sütünün tadı sadece bir damla olarak damağımda kalmıştı. Bir yaşına dek sadece hafta sonları görüşebilmiştik, çünkü çalışman gerekiyordu. Daha bir buçuk yaşındayken sınır ötesine sürülüşüm tüm bu ayrılıklara tuz biber ekmişti. Sen kendi tabirinle yüreğine taş basmıştın; bense sana en çok ihtiyacım olduğu çağda sensizlik zindanlarına mahkûm olmuştum. Sonra bu tuz biber kâfi gelmemiş olsa gerek, kardeşimin doğumuyla beni de yanınıza almıştınız; bu sefer de anaokuluna sürülmek pahasına. İlkokul öğretmenimin […]
Sonbaharın Eşiğinde
Gökyüzünün yoğunluğu, kolektif olarak enerjilerin yükselmesi ve bir şekilde sizin de sürece dâhil olmanız, yazdan çıkıp, bulutların arasından sonbahara giriş… Biliyorum fazlasıyla hızlı, bir o kadar da yoğun… 2014’ün sonuna iyice yaklaşmışken, aslında bulutların dağılmaya başladığını, yağan yağmurlarla size ağır gelen her şeyin akıp gittiğinin farkındasınız. Ekim ayı, dönüp dolaştırdığımız konuların artık kestirmeden bir sonuca bağlanması için bir alan tanıyor bize. Bize düşense derin bir nefes alıp, cesurca, “Ya şöyle olsa, ya böyle” diye söylenmeyi bırakmaktır. Bunu gerçekleştirebilmek için, belki de bugüne kadar olan tüm bakış açılarımızı değiştireceğiz; olsun varsın; durağan bir şey yok, her şey hareket halinde ilerliyor; akışta kalarak buna izin vermeliyiz. Sizin adınıza kararlar alan bir düzenin içinde kalmak, kargaşayla (kaos) sarmalanmanıza sebep olur. Hayatınızda neler olduğuna bir bakın; müziğin nasıl bir ritmi var? Rüzgâr nereye doğru esiyor? Direneceğinize, tutunacağınıza izin verin gitsin… Uyumlu ilerleyince, karşınıza neler çıkıyor? Bu süreçte değişen ritmi fark edin. Belki her salınımda bir şeyler eksilecek hayatınızdan; ama bir şeyler de eklenecek tam ve bütün olmanız için. Parçalarımızın tümüyle kuşanacağız. Çünkü şimdi tam zamanıdır! Bize gönderilen ama “Şimdi zamanı değil” diyerek bir köşeye attığımız tüm paketleri açmanın vaktidir. Sürprizlere açık olmanın, geleni kucaklamanın vaktidir. Ekim ayının hediyeleri bol olsun!
Kime Konuşuyorum!
İtirafım var… Siz çevremdekiler, benim çok iyi bir dinleyici olduğumu, çok hoşgörülü, yumuşak huylu ve mütevazı bir insan olduğumu söylersiniz. Sağ olun. Ama sizlere bir itirafım var. Sizler sürekli içinde “ben” geçen kelimeler kullanıp egoların tavan yaptığı cümleler kurarak kendi hikâyelerinizi anlatırken, ben hiçbirinizi dinlemiyordum. Hafızam zaten çok kötü. Bir gıdım yeri ne diye beni hiç alakadar etmeyen, sonradan hatırlamak bile istemeyeceğim, size ait şeylerle doldurayım ki. Üstelik sadece “şimdi”yi yaşamaya çalışırken, kendi geçmişime bile sünger çekmeye çalışırken, neden sizin geçmişinizle kirleneyim? Alınmayın sakın. Sizler de bunu elbet kasıtlı yapmıyordunuz. İnsanlar neden benim gibi insanları sever biliyor musunuz? Herkesin “ego”sunu doyurduğum için. Size karşı hoşgörülü davranarak egonuzu desteklediğim için. Ben sizin egonuzu destekledikçe siz de benim hoşgörümü, mütevazılığımı, alçak gönüllülüğümü desteklediniz. Siz beni destekledikçe ben daha da mütevazı ve hoşgörülü oldum. Herkes beni bu şekilde sevdi çünkü, bu şeklim herkesi fazlasıyla tatmin etti. Egolar doyuma ulaştı. Çok sevgili arkadaşım Anıl ara sıra beni arar ve telefonda şöyle der: “Oğlum senin yanında susmayı özledim.” Benim olayım sessizlik. Kendi içimde sükûnet. Bana bir şey sorarsanız cevabını veririm, kısa ve net olur. Durduk yere bir şey anlatmaya çalışmam. Başkalarının laflarının arasına girip, durun asıl benim anlatacağım daha iyi çünkü içinde pek çok “ben” […]
En Değerli Hazinemiz: Zaman
Yoğun şehir hayatında, günlük karmaşanın içinde telaşla geçirilen gün ve gözümüzün önünden hızla akıp geçen zaman. Aslında çoğu kez zamanın akıp gittiğini fark etmek ama bir şeyler yapamamak ve sonra yaşanan pişmanlıklar. Modern çağda tüm insanlığın üzücü ortak noktalarından biri zamansızlık. Teknoloji ve imkânlar geliştikçe, beklenenin tam tersine, günlük yaşantımızda kendimize ayıracağımız zaman konusunda sorunlar yaşamaya başladık. Zamanın yetmediğinden şikâyet eden insanların serzenişleri her geçen gün artıyor. Acaba yanlış yaptığımız bir şeyler mi var? Hayata bir defa geliyoruz; zaman hepimiz için çok değerli değil mi? Güne başladığımız andan, gece yatana kadar geçen zaman dilimini efektif kullanarak, dengeli bir planlama yaparak zaman tasarrufu yapabiliriz. En değerli hazinemiz olan zamanı, doğru yaklaşım ve uygulamalar sayesinde keyifle geçirebileceğimizi söylemek isterim. Planlı yaşamak derken, sadece nerede ne yapacağımızı ve aşağı yukarı ne kadar zaman harcayacağımızı tasarlamaktan bahsediyorum zira esnekliği olmayan, katı planlamalar da hayattan keyif almamızı zorlaştırabilir. Güne uykunuzu almış olarak başlayın; güzel bir gün güzel düşünceler ile başlar; pozitif olun; 5 dakikanızı ayıracağınız ufak egzersizlerle vücudunuzu ve ruhunuzu tamamen uyandırın. Dengeli bir kahvaltı ile artık güne hazırsınız. Kıyafetlerinizi, hava durumunu kontrol ederek, geceden hazırlayabilirsiniz. Trafik ve ulaşım malum, epey bir zamanımızı alıyor. Yanınızda kitap, e-kitap veya okumanız gereken evraklar bulunsun, ölü vakitleri bu […]
Fark Etmek
Hep anlatıyorum ya ben, her şey ”fark etmekle” başladı diye: Büyükşehrin yaşam dinamikleri ile mutsuz olduğumu, mutsuzluğumu ve gerginliğimi oğluma da aksettirdiğimi fark etmek ile… Önce, nerede yaşamak istediğim sorusunun cevabını aradım kendimde. Buldum da, Ege’de… Sonra ne yapmak istediğimin cevabı… Onu da buldum. Kimseye minnet etmeden oğluma ve kendime bakabilmek, temiz bir hava soluyabilmek… Hani oğlumun okuluna yürüyerek gidebilmesi falan kâfiydi benim için. Kendimi tanımaya, ”fark etmeye” çalıştım sonra. Kimdim ben? Neyi yapabilirim? Ne abarttım kendimi, ne de aşağıladım. Ben sadece yanıtları bulmaya çalıştım. Ege’yi fark ettim sonra. Tatları fark ettim. Bu toprağın güzel insanlarını… Tanıyıp tanıştıkça aslında ne çok şeyi bilmediğimi… İşkolik olduğumu da fark ettim. Şehirden mi kaçmıştım kendimden mi? Hiç olmadığım kadar mutluydum. Yanıt da buydu. Ben sanırım olmak istediğim yerdeydim. Hiçbir zaman ”emekli” olamayacağımı sadece ben değil; tüm ailem, arkadaşlarım da aynı anda fark etti sanıyorum… Ege’de bir köye yerleştim. O köyde yöre halkı ile çalışmaktan, üretmekten ama gerçek anlamda üretmekten ne çok zevk aldığımı, bunun hem beni, hem de yöre halkını mutlu edeceğini de 2000′li yılların başında fark ettim. Sosyolojik bir fark yaratabilir miydik? Bir de göçü durdursak… En azından olduğumuz, bulunduğumuz yerde. Yayılır belki sonra… Tam on dört sene oldu Nazilli’de. Billur Su […]
Kalem Mezarlığı
Birbirini çok seven ve çok iyi anlaşan 3 arkadaştık. Hayatın temel taşlarının oturduğu ilkokul sürecinde birbirinden hiç ayrılmayan 3 arkadaş… Her şeyi birlikte yapardık. Ders çalışmak bizim için çok önemli bir görevdi ama sosyal hayatımızı da asla ihmal etmezdik. Okuldaki sosyal etkinliklerin hepsinde yer almaya çalışırdık. O dönemdeki hayata bakış açımız da farklıydı diğer birçok kişiden. Yaşadığımız çevreden beki de çok daha uzakları hayal eder, çok daha fazlasını beklerdik hayattan. Hayallerimizin her biri, bir diğerinden çok daha özgür ve limitsizdi. Hiç imkansız mı acaba düşüncesiyle düşlerimizi ifade etmekten çekinmedik. Bizim için her şey mümkündü, yaşamak ve nefes almak kadar olasılık dahilindeydi. Şehrin orta yerindeydi okulumuz ve kocaman bir de bahçesi vardı. O bahçe bizim için özel bir anlama sahipti. Çünkü orada bizim için çok anlamlı ve kutsal olan bir ‘kalem mezarlığı’ vardı. Ne kadar çok çalıştığımız bitirdiğimiz kurşun kalem sayısıyla orantılıydı. Tabi ki o kalemlerin hepsinin bir ömrü vardı. Gidebildiği en küçük haline kadar kullanırdık kalemleri ve sıra en keyifli zamana gelirdi. Kullanılamayacak kadar küçülen kalemlerimizi törenle kalem mezarlığına gömerdik. Bu çok özel bir andı bizim için ve özel bir seremoni yapardık. Hayallerimizi sıralardık kalemlerimizi gömerken. Çünkü o kalemleri gömmek aslında bizim için hayallerimizin yeşermesiydi. Kullandığımız kalemlere bize verdikleri destek […]
Mektup
Sevgili Okur, Hayallerimde sana bu satırları Sakız adasından yazıyor olacaktım. Güneşli ama serin bir günde, eski bir taş evin avlusundan, kahvaltı artıklarımın durduğu bir tahta masadan yazacaktım. Aklımda böyle bir resim vardı. Planım elli gün, elli gecedir sürdürdüğüm seyahatimi Sakız adasındaki bir hafta sonu ile taçlandırıp İstanbul’a dönmek; dönüşümün üzerinden on iki saat bile geçmeden bir ay sürecek çok yoğun ders programıma başlamaktı. Zannedersem ki ilahi müdahale oldu. Yüce Tanrı bile “İnsaf bre kızım” dedi bana. Sakız’a gidemedim. Fırtına çıktı, tekne bozuldu, bekledik, öteki tekne gelmedi filan… Neticede ben geceyi 4 yaşımdan beri ilk defa ziyaret ettiğim Çeşme’de geçirdim. Sakız’a gidemediğim gibi ertesi sabah şartlar öyle bir dizildi ki İstanbul’a anneciğim evine dönmekten başka bir tercih yapamayacağımı anladım. Şimdi sevgili okur, bu mektubu annemin salonundan yazıyorum. Evimiz mis gibi kahve kokuyor ve tatlı sesli bir hanım Rumca şarkılar söylüyor. Ne diyeyim? Direnmeyip de hayatın bana sunduğuna gözümü açtığımda aklımdaki en son resmin aslında en çok hasretini çektiğim olduğunu anladım. İnsanın evi gibisi yok! Geçen ayın tamamını yollarda geçirdim. Öyle ki en uzun kaldığım İzmir’de bile aynı yastığa baş koyduğum gecelerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Orada bile bir evden diğerine taşınmayı başardım. Tabiatım itibarı ile hareketi seviyorum. Annemle babam tanışıp […]
Koş Bingo Koş!
Not: Bu yazı 24 Eylül 2014 tarihinde soL Gazetesi Kitap Eki’nde yayımlanmıştır. “Geçmiş, insanı ezer, geçmişin yükü arttıkça hareket edemezsin.” O, Bingo Mwalo. Kibera’nın, Nairobi’nin ve muhtemelen dünyanın en hızlı koşan taşıyıcısı. Boyu kısa, aklı uzun, 15 yaşındaki, 1.20’lik Bingo’nun yeraltı dünyasının en meşhur olduğu iki kıtadan biri olan Afrika’da (diğeri elbette ki Amerika) bir çamurdan diğer bir çamura koşuşunun hikâyesi. Deha ve hızın bileşiminden yaratılmış karakter Bingo, nam-ı diğer “cüce”, Nairobi’nin uyuşturucu pazarını ellerinde tutan mafya babalarından Jonny ve Wolf adına çalışan bir kuryedir. Sarhoş ve kumarbaz bir baba ve vahşi bir cinayete kurban giden bir anneden doğma Bingo, acımasızların dünyasında hayatta kalma mücadelesi veren ve kötüler arasında kala kala kendi de kötüleşen ve katılaşan bir adam-çocuktur. Annesi ölürken “koş” demiştir ve o andan itibaren yalnızca ve olabildiğince koşacaktır. Ta ki kendisini evlat edinen Bayan Steele ona bir kimlik verene ve düzenbazlıktan, dolandırıcılıktan daha önemli şeyler olduğunu anlayana dek. “Birazdan geçmişimden kurtulacaktım, ama bir köle geçmişten nasıl kurtulur?” Fizyolojik olarak büyüme geriliği olmasına rağmen zihinsel yönden ileri derecede gelişmiş olan Bingo’nun hikâyesinin seyri, bulunması gereken yerde, bulunmaması gereken bir saatte, tanığı olmaması gereken bir cinayete şahit olmasıyla değişecektir. Ancak, değişmeyecek bir şey vardır; “iş iştir, para paradır ve yaşamak […]
Aşk
Kendimin en karanlık köşesindeydim. Hep böyle sürüp gideceğini sanmıştım. Gidebilirdi de… Hep sert, sivri, hırslı, aksi, inatçı, bencil, huysuz ve somurtkan olabilirdim. Sonra bir ışık gördüğümü sandım dışarda. Oysa fark ettim ki ışık içerden parlıyordu. Tam sol tarafımdan parlayan bir ışık. Kalbimin karanlığında parlayan incecik, ürkek, beyaz bir ışık. Belki de “Ben buradayım!” bile diyemeyecek kadar ürkek… Belki de varlığını gizleyecek kadar utangaç… Fakat kendisine rağmen o kadar güçlüydü ki her renkte yanıp sönmeye başladı: yeşil, mor, mavi, sarı, kırmızı, pembe, turuncu… Bir şeyler tahmin ettiğimden de hızla değişiyordu. Sanki ilk defa gerçek “Ben” ile karşılaşıyordum; çünkü duygularla tanışıyordum. İlk başta yabancısı olduğum bir coşkuyla tanıştım. Sabaha daha coşkulu “Günaydın” der oldum. Coşkuya masum bir heyecan eşlik etti. Fakat eski heyecanların aksine bu cesur bir heyecandı. Evet, korkuyordu; fakat korkusuna rağmen varlığını göstermekten çekinmiyordu. Cesaret kendisini daha da göstermeye başladı ve sevginin ilk kırıntılarına yer açtı. Biranda cömert oluverdim sevgime karşı. Sarılmanın tereddüdünü yitirmek hiç bu kadar kolay olmamıştı. Farklı bir sevginin keşfi ve cesaret, daha kırılgan, daha karmaşık bir duyguyu doğurdu: Özlem. Düşsel varlığındaki tekliğe fiziksel varlığında da kavuşma isteği… Fakat bu sefer karanlık bir özlem değildi, umutlu bir özlemdi karşılaştığım. Kavuşma anında bir çift parlak göz ve gerçekten […]
Çocuğumun Özgüvenini Geliştiriyorum-I
Bana danışan ebeveynlere öğrenci koçluğu ile neler sağlanabileceğini anlatırken vurguladığım ilk şey, çocuğun özgüvenini geliştirmenin ne kadar önemli olduğudur. Böylece ebeveynler çocuklarının özgüvenini geliştirmenin, okul başarısından daha önemli ve öncelikli olduğunu hatırlarlar. Özgüveni geliştirmek, çocuklarının doğumundan itibaren, her anne-babanın uğraştığı bir konudur. Özgüveni yeterince gelişirse, çocukları hem okulda hem de sosyal ilişkilerde başarıyı yakalayabilir. Çocuklar ergenliğe yaklaştıkça, sahip oldukları becerileri kendileri değerlendirmeye, özgüvenlerini kendileri biçimlendirmeye başlarlar. Bunu yaparken ailenin yanı sıra öğretmenler ve arkadaşlardan da beslenirler. Okul, bu anlamda çok önemli bir kaynaktır ve bu yüzden çocuğun okulla ilgili söylediklerini gerçekten dinlemeli, sadece okulda yaptıkları değil, okul hakkında hissettikleri de anlaşılmaya çalışılmalıdır. Arkadaşları ile sorunları ya da örneğin öğretmenin olası dikkatsiz tutumu ebeveynler tarafından dikkate alınmalıdır. Ebeveynlerin gösterdiği özen okul yönetimleri tarafından da gösterilmelidir. Sadece sınav başarısına değil, çocuğun bir birey olarak yetiştirilmesine de özen gösterilmelidir. Öğretmenler hırsları yüzünden bu yetiyi kaybetmemeli, çocukların özgüvenlerini zedeleyici davranışlarda bulunmamalıdırlar. Öğretmenler, temel görevleri olan bilgi aktarma ve öğretme görevlerini yerine getirirken, öğrencilerinin özsaygılarını da dikkate alırlarsa daha etkili olabilirler. Amerika Birleşik Devletleri’nde öğretmenler üzerine yapılan bir araştırmada, öğrencilerine genellikle olumlu ve genellikle olumsuz tepkiler veren iki öğretmen grubu karşılaştırılmıştır. Bu araştırmada yer alan öğretmenlerin hepsi kendilerini iyi bir öğretmen ve izledikleri yöntemin de […]
Sorgulanmamış İnançlar, Sorgulanmamış Yaşamlar
Adetleri, gelenekleri, din adına yapılan uygulamaları sorgulamak, “kutsallık dokunulmazlığı” örtüsü altında bugüne kadar sorgulanmamış inançları sorgulamak, sorgulayan zihne sahip olmak, İNSANLIĞIN gelişimi için, çağa uyum sağlamak için bir önkoşuldur. Örneğin, geçenlerde değindiğim bir konu: “Kurban Bayramı”nın kurban geleneği. Bu konu hakkında yazdığım ve facebook sayfamda paylaştığım yazıma gelen çoğu yorum, yazının tamamını okuma zahmetine bile girmeden, sadece ilk birkaç cümleye bakarak, üzerinde hiç düşünmeden, otomatik olarak verilen saldırgan/agresif tepkilerden ibaret. “Ben, bana öğretilenleri sorgulamıyorum. Sen ne hakla sorguluyorsun?” mesajı. Hakaret, küfür, beddua, nefret dolu “dini-darca” yorumlar… Yorumların “ibret verici” olması nedeniyle, hakaret dolu olanlarını bile silmemeye özen gösterdim. Ama bazı yorumlar öylesine cinsel içerikli, şiddet dolu küfürleri içeriyordu ki, bunları yazan “dinidarlar” adına ben utandığım için silmeyi seçtim… Bu tür “yorumlar” İslam adına yapıldığı için esef verici. Yazdığım yazılarda ifade ettiğim düşüncelerin herkes tarafından beğenilmemesi, yanlış bulunması, son derece normal. Farklı düşünceler, düzeyli bir tartışmayla hepimize zenginlik katar. Bizim gibi düşünmeyenlerin fikirlerini sevmeyebiliriz ama bu, hakaret etmek ve küfretmek için bir neden değildir. Hakaret ve küfür sözcükleri, içinde zekâ barındıran sözcükler değildir. Dindarlar ve Dinidarlar “Kurban bayramında kurban kesmeyin. Bu uygulamanın dinde yeri yoktur. Tanrı şizofrenik emirler vermez. Bayram, kavurma şölenine döndü. Hayvan boğazlamak bir ibadet olamaz. Beslenmek için hayvan […]
Düğmelerim Hükümsüzdür
Rengarenk, büyüklü-küçüklü yüzlerce düğmeden oluşan şıngır mıngır bir gömlek var üzerimde. Düğmelerim, karşımdakilere gel bana bas albenisiyle bezeli. En parlak, en ışıltılı düğmelerime ödül veriyorum bugün. Birincilik ödülü “saflık” düğmemsine gidiyor. O kadar da kötü bir şey değildi saf olmak. Ben temizlik olarak algılamıştım onun anlamını yıllarca. Ne vardı ki pür-i pak, tertemiz olmakta? Herkesi kendin gibi bilip, herkesin nazını çekmekten ne zarar gelebilirdi ki? Yıllar içinde “saflığın” ardında enayilik, beni kullanabilirsinlik, bana nazın geçerlik, beni parmağında oynatabilirsinlik, hatta salaklık, aptallık, bönlük yazıları belirmeye başlamış alnımda. Ben anlamamışım. Karşımdakiler, hatta yanımda zannettiklerim bu yazıları alnımda okuyup okuyup, canıma okumuşlar fark ettirmeden. Enseme vuruldu lokmalarımı kaybettim. “Hayır”ları unuttum. “Tamam”lar, “olur”lar, “vur belime kazma”lar yeni yazılarım oldu. “Hayır” diyemedikçe, ya da ben “hayır” demeyi seçmedikçe, öfkem kabardı, yerli yersiz sel oldu, yıktı. Öfkelerim hemen yanı başındaki “sabırsızlık” ve “patavatsızlık” düğmelerimi ateşledi. Kar tanesi çığa dönüştü. Açtıkça ben kendimi insanların genel kullanımına “saf”lık düğmem devreye giriyor, beni çığın altında boğuyordu. Ansızın bir ışık belirdi uzakta. Işık huzmeleri arttıkça, aydınlığa çıkan yol karşıladı beni. “Saf”lık gerçek anlamına yeniden kavuştu. “Saflık” yaftasından soyutlandığımda sabırsızlıklarıma ve patavatsızlıklarıma da duyarsızlaştım kendiliğinden. Bana nazın geçer saflığımın düğmesi, düğmeler gömleğimin üstünde artık küçücük bir nokta misali. “Safsın sen” diyorum […]
Mavi Çiçek
Kimimiz bir rüya gördü, peşine takıldı, kimimiz bir kahkahanın ardından adımını attı. Her ne olduysa iyi oldu, güzel oldu. Tazelik dolu, renkli çiçeklerin içinden güle oynaya giderken, bir baktık yol karışmaya başladı, dalların arasından aydınlık görünmez oldu. Kimimiz daha fazla uzaklaşmak istemedi geri döndü, kimimiz karanlıkta yolunu bulamayacağını düşündü, ilerlemedi, kimimiz ise ne olursa olsun diyerek derin bir nefes alıp ilerledi korkusuzca… Bu yazı işte o korkusuzca ilerleyenlere ithaf edilmiştir. Şimdilerde o derinliklere ilerleyenlerin, düşlerde ulaşılmaz sanılan dünyaya doğru yaklaştıkları zamanlardayız. Derine indikçe karanlık arttı; bilinmeyenin, görünmeyenin içinden karşımıza canavarlar çıktı, etrafımızı gölgeler sardı; bunların karşısında tek bir inançla durduk: Yüzleşmeye hazırım diyerek; bana anlattığı gerçekleri dinlemeye hazırım diyerek. Böylelikle üstümüze geçirilen tüm katmanlardan sıyrılmaya başladık. Eski kimliğimize dair tüm bildiklerimizi bırakmaya, hafiflemeye. Tüm çıplaklığımızla, görünürde savunmasız ama içeride bütün olarak dikildik ayağa. Doğanın vahşi tarafını gördük; karlar kapladı üstümüzü örttü, fırtınalar yolumuzda kulağımıza fısıldadı. İşte orada aslında Doğa’nın özünü gördük; en vahşi ve en saf halimizi… Kurbanlar verdik belki, belki de danslar ettik bir ateşin çevresinde. Karanlıkta ve derinliklerde ilerlerken hissetmeyi deneyimledik; çünkü burada sadece hisler ve duygularla ilerlenirmiş onu gördük. Yaramızın içindeki “hazineyi” fark ettik. O sesi duyduk, yankılanarak çarptı tüm duvarlarımıza: “Harabenin olduğu yerde hazine ümidi de […]
Para Tasarrufu
Para tasarrufu yapabilmek, günümüz bireylerinin bireysel ekonomilerini kontrol edebilmeleri için önemli bir parametre. Etrafımızdaki ışıklı, albenisi yüksek dünya, elimizdeki parayı kontrol etmemizi zorlaştırıyor. Yenilikleri, teknolojiyi, modayı ve diğer pek çok şeyi takip etmek neredeyse imkânsız, elde etmek ise hayal. Tüm bu çılgınlığın yanında özellikle belirli gelir düzeyine sahip insanlar neler yapabilir? Bu ayki konumuz paramızı nasıl tasarruf ederiz. Öncelikle evimizde ve bulunduğumuz ortamlarda birçok tasarruf kalemini nasıl kontrol edeceğimizi öğrendik, öğreniyoruz… Bu yazıdaysa paramızı nasıl doğru şekilde harcayabileceğimizi, nasıl kontrol edebileceğimizi ve biraz dikkat ederek neleri değiştirebileceğimizi inceleyeceğiz. Alışveriş, yaşamımızın olmazsa olmazı; marketlere gittiğimizde çoklu ürünlerdeki indirimler hep cazip gelir ama aslında ihtiyacımız o kadar değildir. Başta kârlı gözükse de hem fazla para vermiş hem de ihtiyacımızdan fazlasını almış oluruz. Çoğu son gününe yaklaşmış ürünler olduğu için kullanamaz israf etmiş oluruz. En doğrusu markete gitmeden önce eksiklerinizin listesini yapmak ve sadece onları alıp çıkmaktır. İhtiyacınız kadar alın. Her insanın belirli dönemlerde acil veya ekstra paraya ihtiyacı olmuştur. Bankalardan kredi alınarak giderilen nakit sıkıntısı ardından bitmek bilmeyen geri ödemeler ile can sıkıcı bir hal alır. Kredi çekerken ödeyebileceğiniz en kısa vadeyi seçin, az ve uzun vadede öderim derken çok fazla faiz ödeyip para kaybettiğinizi unutmayın. Bankalarda bulunan kullanmadığınız hesaplar, kredi kartları, […]
Gıdaları Koruma ve Saklama Yolları
Bu sene her zamankinden daha çok geziyorum sanki… Daha bir ”hafta sonu bilir” oldum. Ayağımdan terliği çıkardığım anlar oluyor. ”Bu çanta bu ayakkabıya uygun mu acaba?” durumları bile yaşıyorum. İkinci bahar halleri mi yoksa kaçan treni azıcık da olsa yakalama çabası mıdır nedir? Memnunum ben halimden. Onca yılın inzivasında, insanlıktan kaçar hallerimde küçük bir kırılma oluyor. Çok da iyi oluyor. Birbirinden güzel, canlı ve gerçek insanlar ile tanışıyorum. Durduğumuz yerler, çalıştığımız alanlar, uğraşılarımız çok başka. Soruyorum. Hem de binlerce soru. Anlatıyorlar. Anlamaya çalışıyorum. Kulaklarımla beraber kalbimi de açıyorum. Herkeste kendine has bir güzellik bulmaya çalışıyorum aslında. Saatlerce hiç sıkılmadan sohbet edebildiklerim, sarılıp sarılıp öptüklerim, daha çiftlikten çıkar çıkmaz arkalarından mesaj yazıp ”Gitme, kal.” diyesim oluyor çokça… Hızlı ve pervasızca sevebiliyorum. Nedenini düşündüğümde karşımdakilerin ”gerçek” insanlar olduklarını, kendilerini sakınmadıklarını, maskelemediklerini fark ediyorum. Karşınızda bu gerçeklik, ”ben buyum” hissiyatı olduğunda yelkenleri suya indirmek -ki zevkle- saniye sürmüyor. Sıcacık kanlarımız ile ısınıp derinlere dalıyoruz. İnsanın gerçek olanı bünyeye çok iyi geliyor. Öğreniyorum. Kimi zaman kahkahalarla gülüyoruz kimi zaman hüngür hüngür ağlıyoruz. Bunlar gülüyor”muş gibi” yapmaktan, üzülüyor”muş gibi” görünmekten bin kere daha yeğ… İmitasyon bir takıdan sahte bir domatese, maske takmış insanlardan çakma tereyağına… Hissettiğim hep aynı. Her şeyin yalanından nefret ettiğimden eminim mesela. […]
Sevgi Öyle Güzel ki…
Sevgi öyle güzel ki unutulmuş adını hatırlatmak için nelere katlanır Bir annenin kucağındaki çocuğun nameleridir bazen Özlemin olduğu doruklardan yuvarlanıp gelir insana Bir aşığın kalp atışlarındadır Bir öğretmenin hecelerle verdiğidir öğrencilerine Bir dostun sarılışlarından çıkar gülümseyerek Sevgi öyle güzel ki İnsanlar arasında gelincikler gibi açar ve birleştirin ellerinizi diye çırpınır adeta Bırakın kavgaları, küskünlükleri, acıları ve kinleri diye dil döker durur Bırakın olumsuzlukları, bana sarılın diye yalvarır içini çekerek Sevgi öyle güzel ki bir yaprağın üzerindeki çiğ damlası gibi dökülür anaların yanağından Sahilde oturan yaşlı bir çiftin kenetlenmiş elleri arasındadır Bir gelinin gözlerindeki tatlı gülümsemedir onu güzelleştiren Sevgi öyle güzel ki bir şarkının notalarında oynaşır gülerek Bir şiirin mısralarına güzellik katar Bir ressamın fırçasındaki boyadır, renklendirir duyguları Bir yazarın satırlarındadır, dostluğu simgeler Ve sevgi öyle güzel ki… Adını anmak bile yeter…
Birazcık Yoga
Guru B.K.S Iyengar Hoca’nın çok kıymetli anısına Bu ay yoga hakkında yazmazsam olmayacaktı. Pek çok sebepten dolayı… Ama hayır, ülkemizde geçen aylarda patlak veren yoga hocası-öğrencisi skandalı bu sebeplerden biri değil. Doğrusunu isterseniz o konu benim ilgimi pek çekmedi. Türkiye’nin yoga cemiyetinde bir ilk olmasına rağmen Hindistan’dan ABD’ye kadar dünyanın her yerinde örneklerine rastlanan bir skandal olduğu için. Erkek hocanın mistik yoldan şaşıp da etrafındaki kadın öğrencileri baştan çıkarması veya kudreti aracılığıyla onları kendi emellerine alet etmesi durumu hem tarih kadar eski, hem de sadece yoga değil pek çok manevi odaklı cemiyetin çürük dişlerinden biri. Benim lisansüstü tezim de –tesadüfe bakınız ki- Aczmendi tarikatları içinde yaşanan seks skandalları etrafında örülmüştü. Toplumumuzun bu tip skandallardan çıkardığı sonuçlara ve ürettikleri kimlik politikalarına bakmak isterseniz Boğaziçi Üniversitesi’nin kütüphanesinin bir rafında benim tezi bulup okuyabilirsiniz. Hayır, bu ay yogadan bahsetmek istememin başka iki sebebi var. Birincisi ben kendim hocamın yanında tamamladığım yıllık eğitimimden döndüm; onun heyecanı içeresindeyim. Hocamız ihtişamı, tantanayı sevmeyen ve binlerce yıllık bu pek kıymetli öğretiyi mümkün olan en sade biçimiyle bize aktarma arzusunda olan 66 yaşında, tatlı sert bir adam. Bir hafta boyunca vücudun kendi ateşini kullanarak, bizi alışkanlıklarımız ve kör noktalarımızla yüzleştirdi. Tembellere acımadı ama çabanın başarı takıntısına ya da […]
Serbest Kürsü
Bu ay, ailece çıktığımız Bodrum tatilinde, zihnime serbest kürsü yaptırdım. Her duyguya ve düşünceye söz hakkı tanıdım. Hiçbirine tutunmamaya ve takılmamaya çalıştım, tatilin keyfinden mahrum kalmamak adına. Ve keşfettim ki birçok konu gibi “bireysel gelişim” de bıçak sırtına yerleşebiliyor. Farkındalıktan uzak yaşamak sarkacımın bir ucuysa “gelişiyorum” adı altında “kendimi didikleyişlerim” de sarkacımın diğer ucu. Ancak her iki durumda da aynı noktaya varıyorum: Gelişimden uzaklaşırken kendimi, “Benim her an çözmem gereken sorunlarım var.” değersizliğinde ve “Sorunlarımı bir türlü tam olarak çözemiyorum.” yetersizliğinde buluyorum. Bir olay sonucunda yaşadıklarımın yarattığı duygular kendimle ilgili yargılamalara dönüşüyor ve bu düşünceye sımsıkı tutunarak eksikliğimi bir an önce kapatmaya çalışıyorum. Geçmişin Billur’unu rahat bırakmıyorum, Şimdinin Billur’unu andan koparıyorum ve Gelecekteki Billur için endişeleniyorum. Oysa bir soruna tutunmak ve aynı yoldan mücadele etmek diğer seçenekleri görmemi engelliyor. Kendime ve başkalarına karşı objektifliğimi ve adaletimi yitiriyorum. 20 senedir kat ettiğim yola haksızlık ederken kendim için kaybettiğim anlayışı başkalarına da yansıtamıyorum. Sık sık sorguladığım özgürlük kavramı ve “Özgür değilim.” sitemlerimi tutsak ettiğim düşüncelerimle karşılaştırdığımda yine aynı sonuca varıyorum: “Fiziksel dünyada yaşadıklarım zihnimin bir yansımasıdır.” İşte zihnimin 10 günlük serbest kürsüsünden birkaç alıntı: Yalnızım. Hayatımdaki bütün insanlar göçebe gibi geliyor ve ben de onlara sımsıkı tutunmaya çalışıyorum. Bir de gururum var […]
Göz Egzersizleri ve Hızlı Kitap Okuma Teknikleri III
Kendimize ve çocuklarımıza kültür kazandırmanın en etkili yolu okuma alışkanlığı edinmektir. Öğrenim hayatımız, özel yaşantımız, hobilerimiz, kariyerimiz ve keyif almak için okuruz. Okuyarak zihnimizin yetenek ve gücünü geliştiririz. Dünyaya bakışımızı okumayla genişletir, bilgilerimizi, tabiattaki güzelliklerin inceliğini kavramayı ve düşünce çabukluğunu okumayla arttırırız. Okuma eyleminde soyut ve somut kavramların simgeleştirildiği sayı ve harf karakterlerinin görüntüleri, gözlerden beyine giden bir tepki başlatır. Bu tepki sinir hücreleriyle beyne iletilir ve ilk tepkiyi diğerleri izler. Bu işlem, okuma eylemi boyunca sürer gider. Okuma eylemi sırasında gözün satırlar boyunca düz bir çizgi üzerinde gidip geldiği ve sonra bir alt satıra geçip yeniden aynı işlemi sürdürdüğü zannedilirdi. Emile Javal’ın araştırmaları sonucu, gözün çekirge gibi sıçrayarak ve duraklayarak ilerlediği ve her duraklamada birden çok sözcük kümesi gördüğü anlaşılmıştır. Okuma işlemi sırasında göz, satırlar üzerinde kayarak, gelişi güzel gidip gelmelerle değil, bir takım düzenli sıçrama ve duraklamalarla ilerler. Sıçrama mesafesi ne kadar uzun ise, duraklama sayısı o kadar azalır. Sıçrama mesafesinin uzunluğu, duraklama sayısı ve duruşlardaki kalma süresinin olabildiğince kısa olması, okuma hızını arttırır. Okuma yeteneğimiz geliştikçe her duraklamada dört beş sözcüğü birden görmeye ve hızla beyne iletmeye başlarız. İletilen bu sözcükler beyinde hemen anlamlandırılır. İletimin bu şekilde hızlanmasıyla okuma ve anlama hızımız artar. Okuma işleminde gözün iyi […]
İntihar: Ruhsal İflas
Robin Williams intihar edeli neredeyse üç hafta oluyor. Sosyal medya dünyasında artık eski bir haber. Ama intihar her daim yaygın bir haber ve biz çoğundan haberdar olmuyoruz. Dünyada Cinayet Sonucu Ölen Her İki Kişiye Karşılık Üç Kişi İntihar Ediyor Gazete sayfalarında, medyada her gün cinayet haberleri görüyoruz ama intihar haberlerine pek rastlamıyoruz. Bu da intihar oranının cinayetle karşılaştırılamayacak kadar az olduğu inancını yaratıyor. Gerçek oran ise çok farklı: Dünyada cinayet sonucu ölen her iki kişiye karşılık üç kişi intihar ediyor. Bu şaşırtıcı bir rakam değil mi? Medya intiharın özendirilmemesi için intihar haberlerine cinayet haberleri kadar yer verilmediğini savunuyor. Oysa şu da başka bir gerçek: Medya için cinayet haberi intihardan daha çekici; intiharda katil ve kurban aynı kişi. Hikâye ölümle son buluyor. Oysa cinayette iki ayrı kişi var. Hikâye ölümle başlıyor. Soruşturmalar, öldürme nedenleri, diğer kişilerin rolleri, mahkeme süreci, türlü çeşitli hayat dramları… Bu nedenle cinayet haberleri medyada yer alırken intihar haberleri kişi ünlü olmadıkça medyada pek yer almıyor. İşte intiharla ilgili birkaç istatistikî bilgi: Kadınlar erkeklerden üç misli fazla intihar girişiminde bulunuyor ama erkeklerin ölümle sonuçlanan intihar oranı kadınların üç misli. Genç kadınlar genç erkeklerden daha fazla intihara teşebbüs ederken 50 yaşın üzerindeki erkekler 50 yaş üzeri kadınlardan daha çok […]
Birey Ruhu
Dünya siz neyseniz odur; bir cennet de olabilir, cehennem de. Hangisini seçip yaratacağınız tamamen size kalmış.
Yol Defteri
Yaza yazılmış bir yazı elbette ki bir yolculuk barındırır içinde yerleşik hayattan; keşfedilesi yeni sokaklara, yeni kültürlere doğrudur bu yolculuk. Ruh da gezgin hali sever ve her adımda, baktığı her yerde Kaynağı görürse, bu yolculuk bir cennet bahçesine döner. Temmuz ayı bol adımlı bir ay oldu; durmadan arşınladığım sokaklardan, her adımda ruhumun katmanlarından bahsetmek var bu ay. Kim bilir belki size bir rota çizer ya da bir tadımlık olur. Bir minik arınma ile başladı yolculuk, Yalova Termal Kaplıcaları’nda. Bunca zamandır bu kadar yakınımızda olan ama bir türlü gidip görmediğim bu yer beni doğası ile kendine âşık etti. Doğa Ana’nın kalbine kadar köklenmiş, dallarıyla Gök Baba’ya varmış ağaçlar mı istersiniz, her yerden çıkan buharlar mı, yoksa etrafta gezinen periler mi? Bu su dünyası, bolca sessizliğin onurlandırıldığı bir yer. Oradan rota daha yukarılara doğru kaydı ve ilk adım Brüksel’e atıldı; zamanın nasıl dilimlerden sıyrıldığını gördüm. Girdiğim kiliselerde mumlar yaktım; bildim ‘O’ tek ve bir. Bruges’e varan tren, sanki bir masalın içinde bıraktı bizi. Renk renk, kutu kutu binalar, binalara eşlik eden yeşil ve şehrin damarları gibi içinden dolanan kanal selam etti. Gözlerimi kapayıp gittiğim ortaçağ, tam karşımda tüm mimarisi ile dikiliyordu. Dokunduğum her taş bolca hikâye anlattı. Beni en şaşırtansa bu masal […]
Hiç Tanımadığı Bir Erkek Kadına Çiçek Verirse…
Çiçek vermeyen erkeği tanımaz ki kadın önce, erkekle tanışması çiçekten sonra başlar. Bu yüzden eline bakar erkeğin pek çoğu. Çiçek var mı yok mu diye bakar da âlim olan anlar sadece. Yakışıklıymış, değilmiş çok da fark etmez o saatten sonra kadın için aslında. Erkeğin çirkini olmaz diye atasözü bile vardır ya elinde çiçek varsa gerçekten de öyledir kadına sorduğunda. Hiç tanımadığı bir erkek çiçek verirse… Etkilenir işte kadın; İster istemez etkilenir, çiçek ruhudur kadının çünkü. Çiçek varlığının ifadesidir; kırılganlığıdır; hassasiyetidir; ruhunun bir nesnede can bulmasıdır; beni bütün duyularınla sev demesidir. Çiçeğin suya olan muhtaçlığı gibi sevgiye ihtiyacının fark edilmesidir. Tebessümü bu yüzdendir zaten. O tebessüm “Solmama izin verme” demesidir. Her çiçek güzeldir; tıpkı kadın gibi; özeldir aynı zamanda. Her halinin ayrı bir özelliği, güzelliği vardır bakmasını bildiğinde. Çiçeği veren erkek o güzelliği görmüş demektir. Ya da kadına öyle gelir. Menekşedir bazen; hoşlanmaz fazla ışıktan, gölgede büyür, sever erkeğin gölgesinde büyümeyi; biraz ilkel de olsa, kabul edilmelidir. Lavantadır aynı zamanda; kupkuru olup ufalansa da vazgeçemez o güzelim kokusunu etrafına yaymaktan. Zararlıları uzak tutar sevdiklerinden; ilişkisinde güvenilmezlik istemez. Kaktüstür; dayanıklıdır öyle. Kimi zaman fazlaca korusa da kendini, kendi canını yaksa da dikenleri vazgeçemez işte kaktüslükten. Sevgi gördü mü en güzel, en nadide […]
Çikolatamı İsteme Benden
Geldi yaz ayları, yeniden başladı zayıflama çılgınlığı! Hoş artık yaz, kış, kadın, erkek demeden devam eden bir beden takıntısı var! “Benim yağ oranım ideal seviyede; spor salonunun fatihiyim; kas oranım şahane; hadi sen de bizimle girsene rejime” muhabbetlerinden gına geldiğini söylesem yeridir. Bu durumda benim kilom tepkisel mi?! Hiçbirimizin, birbirimizden farkı yok! Ne zaman bir çılgınlık başlasa aynı toplumun, dünyanın üyeleri olarak hepimiz durumdan nasibimizi alıyoruz. Ne kadar “ben bu durumlardan uzağım” artistliği yaparsak yapalım, ister istemez içine çekiliyoruz. Aksi takdirde uyumsuz damgasını yemek kaçınılmaz oluyor. Güzellik, incelik furyasında kilo fazlan varsa iradesiz, sağlığının sorumluluğunu almayan, standartlara uymayan gibi etiketlerle sana bakan gözlere alışman gerekiyor. Eğer kilo fazlası olan arkadaşlarının yanında ince kalıyorsan da “Aman yemekten keyif almayan hayattan da keyif almaz zaten; bir parça yemek zehir olsa zehirlemez” cümlelerine maruz kalmak neredeyse kaçınılmaz. Bana göre yok birinin diğerinden farkı; ikisi de son derece rahatsız edici. En vahimi ise beden algısıyla barışık olmayanların sayısının her geçen gün artması; üstelik bunların çoğu da hayatımızda yer alan insanlar. Kaldı ki çoğumuz zaman zaman aynı hataya düşüyoruz. Kilo sorunu olmamasına rağmen ebedi diyette olanlar, kilo sorunu olmasına rağmen sağlıklı olduğunu savunanlar, kavganız yemekle değil, kendinizle! Yasaklı yiyecekler listesi, vicdan azabı, suçluluk ve pişmanlık […]
10 Numara Kirlilik
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde ne yazık ki çevre kirliliği ile ilgili gündem faciaların yaşanması ile ön plana çıkıyor. Ülkemizin gündemini siyaset ve uluslar arası ilişkiler konularının belirlediği şu günlerde, daha önce de yaşadığımız ama bundan ders çıkarmadığımız için önlem de almadığımız ve yine vatandaşlarımızın canına mal olan 10 numara yağ skandalı ile karşı karşıya kaldık. 2008 yılından beri neredeyse her yıl, özellikle yoğun trafiğin yaşandığı tatil dönemlerinde, 10 numara yağın sebep olduğundan şüphelenilen kazalarda artış gözleniyor; önlemler alınsa da bu soruna çözüm bulunamıyor. Bu ayki yazımda ne yazık ki sıradan bir vatandaşın bilmesine bile gerek olmayan 10 numara yağ ve etkilerinden bahsedeceğim. 10 numara yağ adı aslında bir genelleme. Yüksek akışkanlık değeri olan baz yağlar, white sprit benzeri çözücüler kullanılarak inceltilmiş baz yağlar, atık yağlar ve benzerleri ile karıştırılmış çeşitli maddelere, kaçak motorine ve diğer karışımlara 10 numara yağ deniliyor. Numara, yağın inceliğini belirtmek için kullanılıyor; numara küçüldükçe yağın inceliği artıyor. Bizim bildiğimiz 10 numara yağ, evdeki dikiş makinelerini yağlamak ve kapıların gıcırtılarını gidermek için nalburdan aldığımız yağın benzeridir. Sanayide, özellikle tekstil ve makine endüstrisinde yoğun olarak kullanılır. Asıl amacı, hassas makinelerin yağlanması, aksamın aşınmasının engellenmesidir. 10 numara yağ parlayıcı ve özellikle yandığında çevre kirliliği oluşturan bir maddedir. Uzun […]
Turizm Halleri
Denize falan da gittim ben bu hafta. En son gittiğimde 2002 idi sanırım. Durum vahim… 2003′te İpek’in doğumundan sonra biyolojik halimi sosyolojik ve psikolojik durumlarımın yıldızları ile barıştıramadığımdan olsa gerek uzunca bir ara vermiştim. Aslında ben girerdim, hatta bayılırdım da… Mayo – bikini olaylarına kendimi pek yabancı buldum desem… ”Kendimle barışığım” deyince yırtabiliyorsunuz. Dağ-tepe kültür turizmini, özellikle gastronomi seyahatlerini daha bir tercih ediyorum. Hem heyecanlandırıyor, hem mutlu ediyorlar. Yıllar yıllı Ankara’nın doğusu ağırlıklı gezilere devam… Sadece işte bu yıl, bu gidişatta ufak bir gedik açıldı; ben de kendimi burada buldum. Sokaklar akıyor, insan seli adeta. Otelden meydana doğru yol altı yüz metre; yolu geçmek yirmi dakika… O karmaşayı görünce de aynen tornistan, otele… Bu kez oluyor otuz dakika. Sırtlarına çarpmadığımız insan kalmadı yolda. Yaya yollarına saçılan masalar sağ olsun… Her sene turizmin bittiği bir turistik bölgemiz olur illa ki. Kuşadası biter; Didim biter; biter de biter… Her sene oturulur, ”Şu oldu, bu oldu, ondan…” diye herkese yüklenilir. Türkiye’nin tanıtımının iyi yapılmadığı söylenir; Yunan Adaları’na gidenler suçlanır falan. Her sene iflas eden dükkânlar olur; bir umut, afakî hava paraları ile açılan işyerleri, kapanan işyerleri… Turizm sektörünün kurdu değilim ama uzak olduğumu da söyleyemem. İçinde olduğum senelerde de aynıydı ana sorun, şimdi […]
Orada Bir His Var Uzakta
Orada bir his var uzakta…. O his bir hasret. Hayır, birine ya da bir ülkeye değil, zamana dair bir hasret. Ben bu aralar her sabah “o his” ile uyanıyorum… O zamanı ben yaşamadım. Tam yaşayacaktım, kaçtı. Ben doğduğumda parti bitmiş, geriye sönmüş balonlar ve sarkmış süsler kalmıştı. Bir de partide eğlenmiş, ömürlerinin geri kalanını o lezzetli günleri anlatarak geçirecek ihtiyarlar. Vapura “vapor”, kurdeleye “kordela” diyen elleri gliserin kokulu neneler, halalar… Şimdi onlar da zamanın ufkuna batıp gittiler ve o hasretini çektiğim zamanın izleri büsbütün silindi. Halbuki ben çocukken, izler her yerde idi. Büyükada iskelesindeki Hrisafi kitapçısında, vapur düdüklerinde, mutfak radyolarındaki Türk Sanat Müziği namelerinde, salonların tavanından sarkan kristal avizelerde hep özlediğim bir zamanın hayaletini görürdüm ben. Pek muhtemel siz de biliyorsunuz “o hissi.” Filmin başını, ortasını kaçırmışız da en sonunda doğmuşuz gibi bir şaşkınlık, kafa karışıklığı ve kaybolmuşluk hissi. Belki bizim bir türlü büyüyemeyen bir kuşak olmamız da o his ile ilgili bir şeydir. Bizden sonrakilere sormak lazım, “o his” onlara da aşina mı diye. Ama belki de bana has bir şeydir… Bazı sabahlar yakama yapışan, diğer sabahlarda unuttuğum… Hasretini çektiği zamanda akşamüstleri kadınlar evlerinin önüne bir sandalye çekip oturuyorlar. Hava biraz serinlemiş oluyor ve çocuklar meydana çıkıp oyunlar oynuyorlar. […]
Çocuklarda Duyguyu Tanımlamanın Önemi
Toplumdaki en önemli görevimiz hem ruhen hem de bedenen sağlıklı bireyler yetiştirmektir. Bunun için de yapmamız gereken asıl şey çocuğun kendini ve duygularını tanımlayabilmesine yardımcı olmaktır. Çocuk olumlu ya da olumsuz herhangi bir olay anlatırken önce onu sonuna kadar dinlemeli sonra da ona mutlaka “Ne hissettin” sorusunu sormalıyız. Anlattığı olayla ilgili duygusunu tanımlayamayan bir çocuğun olaylara bakışı da sadece sembolik olur. O olaya karşı hissettiği duyguları tarif edebilmek kişinin kem kendini tanımasına yardımcı olur hem de etrafındaki diğer bireylerle ilişkisinin kalitesini arttırır. Diyelim ki çocuk okuldan geldi ve bir arkadaşının ona yaptığı olumsuzlukları anlatıyor. Onu dinledikten sonra çocuğumuza “Arkadaşının böyle davranması sana ne hissettirdi” diye soralım. Aldığımız cevaplara göre aşağıdaki soruları nazikçe ona sorarak ana duyguya ulaşmasına yardımcı olabiliriz. Çocuk: Arkadaşım bugün gizlice silgimi aldı. Ebeveyn: Arkadaşının böyle davranması sana ne hissettirdi. Çocuk: Bana kötü davranmış oldu. Ebeveyn: Onun sana kötü davranması sana ne hissettirdi? Çocuk: Onun kötü biri olduğunu. Ebeveyn: Evet ama onun kötü biri olması onunla ilgili bir şey; sana kötü davrandığında sen ne hissettin? Çocuk: Ona kızdım. (Kızmak bir duygu değildir, bir duygu sonucunda ortaya çıkan tepkidir.) Ebeveyn: Tam olarak neden kızdın sence? Çocuk: Kendimi değersiz hissettirdi. Bu konuşma bu şekilde uzayabilir. Burada beklediğimiz cevap aslında duyguyu […]
Göz Egzersizleri ve Hızlı Kitap Okuma Teknikleri II
Anlayarak hızlı okuma tekniklerini öğrenmeyi ve hayatına geçirmeyi herkes arzu eder. Öğrenciler, meslek sahipleri, ev hanımları… Herkes kendini geliştirmek için daha fazla kitap okuyabilmek ister. Okuma alışkanlığı kazanma arzusunun birinci sebebi edindiğimiz bilgilerin yaklaşık %70’ini kitaplardan öğreniyor olmamız. İkinci sebebi ise, tabii ki bize zaman kazandırması. Hızlı okuma teknikleri eğitimi almış olan bireyler bir bakışta birden fazla kelimeyi görebilir ve beyinleri bunu hızlı bir şekilde algılayabilir. Aktif görüş alanları genişler, sağ beyinleri daha aktif hale gelir, böylece gözleri beyinlerinin anlama hızına yetişebilir. Bu da bireyin konsantrasyonunu ve okumaktan aldığı keyfi arttırır. Japonya, Amerika ve birçok Avrupa ülkesinde hızlı okuma teknikleri okul ders müfredatının parçasıdır. Türkiye’de de bazı liselerde uygulamalar yapılmaya başlanmıştır ama öğretmenlerin bu konuda tam bir eğitim alamamasından dolayı bu çalışmalar sadece okuma egzersizleri ile sınırlı kalmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nda İngiliz pilotların ve kule gözcülerinin, savaş sırasında karşılaştıkları uçakları hızlı bir şekilde tanıyabilmeleri ve müdahale edebilmeleri için Amerikalı bilim insanları ‘tatistoskop’ denilen bir alet geliştirmişlerdir. Bu alet sayesinde pilotların ve gözlemcilerin göz kasları geliştirilmiş ve göz çevikliği artmıştır. Savaştan sonra ise gözü hızlandırmanın başka ne gibi yararları olabileceği araştırılmış ve okumadaki önemi böylelikle ortaya çıkmıştır. Batıda göz kaslarının önemi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra anlaşılmışken, doğuda dört bin yıldır yoga […]
Robin Williams ve Bipolar Bozukluk
Onu yetmişli yıllarda San Francisco’da genç yeteneklerin çıktığı bir komedi kulübünde izlemiştim ve enerjisine bayılmıştım. Bu, Mork’un nanu nanusundan çok önceydi. Robin Williams, filmlerini izleyen herkesin hayata bakış açısında iz bırakan bir insan/ komedyen/ aktör idi. Para, güç, konum, şöhret mutluluğun gerçek kaynağı değil işte. Çocukluk döneminde “kendimiz olarak” sevilirsek sevmeyi öğreniriz. Yetişkinlikte ise bu kendimizi sevmenin aynadaki yansıması olarak başkaları dediğimiz aynalarımızı sevmenin pratiğini yapma imkânı buluruz. Çocuklukta yeterince sevilmemişsek yetişkinlikte hep sevilmenin peşinden koşarız… Sevmeyi bilmediğimiz için sevilerek sevmeyi öğrenmek isteriz. Oysa bu çeşit öğrenme çocukluk dönemine aittir; yetişkinlik dönemine değil. Yetişkinlikte ne kadar çok sevilirsek sevilelim, bu sevilme, hayran olunma milyonlarca kişi tarafından bile olsa bize sevme yetisini kazandırmıyor… Kazandıramıyor. Yetişkinlikte ancak severek sevmeyi öğrenebiliriz. Sevilme, onay ve kabul görme açlığı ile değersizlik duygusu doğrudan bağlantılıdır. İnsanlar kanser hastalığını “doğal” kabul ediyor ve kanser hastalığı geçiren kişinin yanında duruyor ama çoğu kişi ne depresyonu ne de manik depresyon denilen bipolar hastalığını anlayabiliyor. Hatta depresyon geçiren kişi, çoğu insanın gıpta ettiği yaşam koşullarına sahipse ancak kişi intihar ederek öldükten sonra depresyonun derinliğinin farkına varıyor. Manik depresyon hastalığı geçiren kişilerin çoğu yaratıcıdır. Sanat ve eğlence dünyasında en çok yaratım ve üretim bu kişilerin mani döneminde olur. Mani döneminde enerji […]
Seni Seviyorum
“Seni seviyorum” sözcüğünün derin açılımında “Sana güven duyuyorum, senin yanında kendim olabilmenin, yargılanmadan kendimi olduğu gibi ifade edebilmenin, yüksek sesle düşünebilmenin özgürlüğünü ve hafifliğini yaşıyorum” mesajı vardır. Sevgi, özümüzün ana maddesi olmasına rağmen, ortaya kendiliğinden çıkmaz. Çıkışı belli bir bilinç seviyesine ulaşmakla olur. Tıpkı, tek hücrenin döllenmesinden oluşan bebeğin doğması için ana rahminde büyüyüp gelişerek dünyaya gelmeye, hayata etkin biçimde katılmaya “hazır” hale gelmesi gibi. Sevgi bir bilinç boyutunun duygusal boyuttaki ifadesidir. Aşk ilişkisini gerçek ilişkiye dönüştürmesinin yanı sıra, dostluk ilişkisinin de temelini oluşturur sevgi. Şimdi sizinle Kuraldışı ve Ötesi kitabımdan Sevgi başlıklı yazımın bir bölümünü paylaşmak istiyorum. “Sevgi, insan duygularının en yüce ve en nadir olanıdır. Aşkta ne kadar heyecan varsa, sevgide artı olarak dinginlik vardır. Yani heyecan ve dinginlik gibi zıt duyguların harikulade bir yumağıdır sevgi. Sevme yetisi kozmik anlamda sadece sevgi duyulan kişiyle sınırlı kalmaz. Sevilen kişiye duyulan, hayatın her alanında, her boyutunda, her türlü canlı ya da cansız varlığa gösterilen saygıyı da kapsar. Sevgi denilen şey, emek sonucu, bilinçlenme sonucu, yaşanmışlıkların kazandırdığı deney birikimlerinin kişiyi olgunlaştırması sonucu ulaşılan cennettir. İçinde sevgi tomurcuğu açan insanlar için birisine bile bile kötülük yapmak, akıllarından geçirmedikleri hatta isteseler de beceremedikleri bir şeydir. İnsanı gerçek anlamda insan kılma boyutuna geçişin anahtarıdır […]
Yazın Getirdikleri
Yaz geldi, havaların ısınması ile tatil planları yavaş yavaş uygulanmaya başladı. Deniz kenarında keyifli bir tatil için binlerce insan her sene sahil kıyılarımızı ziyaret ediyor; peki, çevre açısından bu yığılma nasıl bir etki oluşturuyor? Hoşça vakit geçirdiğimiz güzel kumsallar, masmavi denizler etkilerimize ne kadar maruz kalıyor? Yoksa yine her zamanki gibi yıkıcı yönümüzden mi nasipleniyorlar? Dilerseniz bu sefer sahillerimize bir göz atalım. Yaklaşık 600.000 yatak kapasitesine sahip Antalya, cennet kıyıları ve tarihi dokusuyla ülkemizin turizm kapasitesinin üçte birini karşılar. Devasa tesisleri, düzenli ve örgütlü hareket edebilme gücüyle bu rakam her geçen gün daha da artıyor. İstanbul’un turist ağırlama kapasitesinin 3 katından fazlasına denk düşen bu ezici üstünlük, insanların deniz aktivitelerini çekici bulduğunu açıkça gözler önüne serer. İnsanlar ormanlık alanlarda veya deniz kıyılarında dinlenmek ve eğlenceli vakit geçirmek istiyor ancak ne yazık ki bunun doğa için bedeli ağır oluyor. Kirlenme ile ilgili en büyük dezavantaj denizlerdedir. Kara, nehir, göl hatta atmosfer gibi ortamlara atılan kirleticilerin neredeyse tümü bir şekilde denizlere ulaşır. Denizlere karışan kirletici maddelerin dolaylı ve dolaysız etkileri, insan dâhil tüm canlıların ciddi ölçüde zarar görmesine hatta ölümüne yol açabilir. 8300 km kıyı uzunluğu bulunan ülkemizde kıyı bölgelerimizde oluşan kirlilik belirli bölgelerde kritik boyutlara ulaşmak üzeredir. Oceansatlas’ın verilerine göre kıyısal […]
Göz Egzersizleri Ve Hızlı Kitap Okuma Teknikleri I
Çocuklarına okuma alışkanlığı kazandırmak hemen hemen her ebeveynin arzusudur. Okuma, gözlerimiz yardımıyla işaretlerin beyne iletilmesi, beynin bunları anımsaması, hayal etmesi ve algılayıp pekiştirmesidir. Okumanın aşamaları görme, tanıma, bütünleştirme, anlamlaştırma ve hafızaya almadır. Ülkemizde 10.000 kişiden sadece 8’i düzenli kitap okuma alışkanlığına sahip. Milli Eğitim Bakanlığının yaptığı ankete göre kitap okumamama nedenlerimiz şöyle sıralanıyor: Kitap okuma alışkanlığım yok %50,2 Yeterince zaman bulamıyorum % 16.6 İş dışı zamanlarımın yoğun olması %10,6 TV, sinemayı tercih ediyorum %10.5 Kitap fiyatlarını fazla buluyorum %4.6 Derslerim sebebiyle okuyamıyorum %3.4 Diğer sebepler %1.9 Cevap yok %2.27 Kitap okuma alışkanlığını kazandırmaya çocuk yaşlarda başlamalı; bunun için şunlar yapılabilir: – Çocuklara doğru örnek olmak. Anne babalar kitap okumalı ve çocukları bunu görmeli. – Kitap okumak için evde belli saatler belirlenmeli ve o saatlerde tüm aile kitap […]
Küçücük Omuzlarda Koskocaman Bir Dağ
Bir dağa çıkıyorum; hedefimde zirve. Nefes nefese… Bembeyaz bir martı var süzülüyor masmavi gökyüzünde; görmüyorum. Yemyeşil ağaçların üstünde bülbüller bir şarkı tutturmuş; duymuyorum. Baharın kendisini yaza bıraktığı bir sabahta sımsıcak bir güneş var; hissetmiyorum. Mış gibi yapmalarım var… Görüyormuş, duyuyormuş, hissediyormuş, keyifleniyormuş gibi yapıyorum. Bedenim, kıpkırmızı güneşe inat buz gibi. Yoksa kalbim mi buz tutmuş? Kuşmuş, mavi gökyüzüymüş, güneşmiş kim takar? Benim bir hedefim var. Dağın en uç noktasına varmak ve “Ben dağın zirvesine ulaştım.” demek. Koşuyorum. Mutluymuşum gibi. Önümde ne bir taş var ne de bir dal… Engel tanımıyorum. Gururla koşuyorum. Kulağımda alkışlar çınlıyor. Zirvede göreceğim eşsiz manzaranın hayaliyle yaşıyor, o an hissedeceklerime odaklanıyorum. Peki, içinde bulunduğum ana ne oluyor? Şu anda ne hissediyorum bilmiyorum bile. Önemli de değil. Zirvede tekim ve eşsizim. Orası sadece ve sadece bana ait olmalı. Çılgınca istiyorum orayı. Oysa o tek bir anın verdiği hırs o ana ulaşmak için milyonlarca değerli anı kurban etmeme neden oluyor. Artık zirvedeyim. Bitti. Oysa hiç bir şey hayal ettiğim gibi değil. Sipsivri bir dağın tepesinde cezalı gibi tek ayaküstünde duruyorum çünkü iki ayağıma birden yer bile yok. Yalnızım. En büyük korkumla baş başayım. Tek ve eşsiz olmak isterken en büyük korkumun yalnızlık olması ne garip çelişki değil mi? […]
Güle Güle Öfke
Hayatımda hoşuma gitmeyen yaşam deneyimimi sordunuz yanlış anlamadıysam. Cevap veriyorum. Hayatımda hoşuma gitmeyen yaşam deneyimlerinin birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci… sırasında eşime karşı olan öfke kontrol sorunumun yarattığı kalp kırgınlıkları var. Bu durumun ortaya çıkması için ne mi yaptım? Cevap veriyorum. Onu ilahlaştırdım, mükemmellik kraliçesi yaptım onu. Çünkü ben ancak mükemmeli seçer, ancak mükemmelle birlikte olabilirdim. Ona ve onun mükemmelliğine aptalca güvenmiştim. Onun insan olduğunu unutmuş, en ufak olumsuzluğunu acımasızca ve anlayışsızca eleştirmekten geri kalmamıştım. Aslında eleştirdiğim kendi seçimimdi. Nasıl olurdu da benim mükemmel eşim böylesine basit hatalar yapabilirdi? Nasıl olurdu da ben böyle birini seçmiştim? Seçimim bir hata mıydı? Kendimi mi kandırmıştım? Hem ben nasıl böyle bir hata yapabilirdim ki? Hani beni çekip çevirecekti? Hani bana anlayışlı bir anne olacaktı? Nasıl olurdu da böyle hatalar yapabilirdi? Hayır, olamazdı, olamazdı, olamazdı. Tüm öfkemi hak etmişti bu nedenle. Hatalar yapıp beni hayal kırıklığına uğratan ve beni öfkelendiren ta kendisiydi. Tahammülsüzdüm. Tüm olumsuzluklarına öfke patlamalarımın tek müsebbibi olarak bir de beni sorumlu tutuyordu. Bana böyle bağırma, benden özür dile diyen tepkilerine cevap vermedikçe daha da üstüme üstüme geliyordu; aynı annem gibi. Kongreye, toplantılara gitmek istediğimde izin almam şarttı; aynı annemden almam gerektiği gibi. Ben tam annemden özgürleşirken, yeni annem, Eşim, çıkmıştı karşıma. […]
Mükemmeliyetçilik Mi? Benden Uzak Dursun!
Hani en iyi özelliğim mükemmeliyetçi olmam diye böbürlenen insanlar vardır ya, işte ben de yıllarca mükemmeliyetçiliğin iyi bir şey olduğu yanılgısıyla yaşayanlardandım. Bir işi yapıyorsan tam yapacaksın! Yoksa hiç yapma daha iyi tavrı takınanlardandım. Meğer hem kendime hem başkalarına ne kadar yorucu davranmışım. Fark etmem, idrak etmem, kabul etmem, değişim yönünde adım atmam maalesef uzun sürdü. Bu yazı ile yıllarca baskı altına aldığım kendimden ve aşırı taleplerimle bunalttığım herkesten özür dilerim. Mükemmeliyetçilik mi? Artık benden uzak dursun! Mükemmeliyetçiliğimden mükemmel (!) bir hızla özgürleşiyorum. Mükemmeliyetçilik, Gordon H. Flett ve Paul L. Hewitt (2002) tarafından kendine yönelik, başkalarına yönelik ve sosyal olarak belirli mükemmeliyetçilik olarak üçe ayrılıyor. Kendine yönelik mükemmeliyetçilik, sürekli olarak kendini eleştirme, gerçek dışı standartlar belirleyerek ve kendinden son derece yüksek beklentiler ile bir nevi kendine zulüm etmesi olarak tanımlanabilir. Başkalarına yönelik mükemmeliyetçilik de ise kişi belirlediği gerçekdışı beklentilere başkalarının uymasını bekler. Aşırı talepkar ve hata bulma eğiliminde olduklarından genellikle doyumlu ilişki kuramazlar ve öfke dolu olurlar. Sosyal olarak belirli mükemmeliyetçiler ise onay ve takdir görebilmek için çok yüksek standartlara ulaşmaları gerektiğine inanırlar. Başkalarının onlardan aşırı beklentileri vardır ve bu beklentileri yerine getirmezlerse kabul görmeyeceklerdir. Bu yanlış inançlarla birlikte de depresyona, öfkeye, sosyal kaygılara davetiye çıkarırlar. Artık kendime zorlu bir […]
Zehirli Müzik: A=440 Hz
528 Hz içimize huzur verip, bizi iyileştirme gücüne, diğer frekanslar da kendi çaplarında pek çok etkiye sahipken, neden şu anda dinlediğimiz tüm müzikler 440 Hz frekansına ayarlı? Buna kim ne zaman karar vermiş ve müzik nasıl olmuş da tekelleşmiş?
Kendini İşgal Et
Yogaya yeni başlayan öğrenciler, biz eğitmenlerin bilinecek her şeyi öğrenip de onların karşısına öyle geçtiğimizi sanırlar. Oysa diğer mistik sistemlerde olduğu gibi yoga bilgisi de metinlerde, kitaplarda, hocamızın sözlerinde değil kendi içimizde derinlerde bir yerlerde saklıdır ve bu bilgiye ancak içe dönerek varılabilir. Onu söze dökmek başlı başına bir maharettir, bir parça şair olmayı gerektirir. Söze dökülen kısmı, en şairane benzetmelerle bile bezense, hissedilen tarafının yanında pek sönük kalır. Yoga da aşk, yaratıcılık, sanat, annelik gibi tecrübe edilmediği sürece hakkında edilen lafların hep boş kaldığı o esrarlı alana aittir. O esrarlı alana dair bildiğimiz tek şey de onun hakkında hiçbir şey bilmediğimizdir! Yani yoga dolu yıllar ve yaşlar nihayet beni tekrar sevgili Sokrat’ın kucağına getirdi: Tek bildiğim şey hiç bir şey bilmediğimdir. Bu anlayış benim gibi dışarıdan (okuldan, kitaptan, öğretmenden) edinilen bilgiyi hayatının en kutsal köşesine yerleştiren bir ukala için taptaze bir alan. Ben kendi bildiğimin en doğru olduğuna inanır, etrafımı saran insanların da inatla o doğruya sürüklenmelerini ister, benimle hemen hemfikir olmazlarsa da zamanla dediğime geleceklerini düşünürüm. Oysa yoga her sabah bu cevheri yeniden yeniden yüreğime yerleştirip beni Sokrat’ın güvenli kucağına bırakıyor: Tek bildiğin şey, hiç bir şey bilmediğindir Defne. Şimdi ayağa kalk ve günü bu anlayışın ışığında yaşa. […]
Varsayımın Dayanılmaz Hafifliği
Elime tesadüfen geçen bir kitap:Dört Anlaşma… Tesadüfler vardır ya hayatta hep. Tıpkı gazoz kapağı gibi cuk otururlar belli zamanlarda. Bir kaldırırsın fıss diye gazı kaçar egonun. İşte öyle bir tesadüfün eseri olarak zamanında evrenden talep ettiğim Toltek bilgeliği… İnsanlık diyetindeyim, “terbiyeli ego haşlama” yapıyorum da birkaç öğünde, bari tadı güzel olsun diye evrenden malzeme istiyordum. Herhalde dileğimin kabul olduğunun da bir göstergesi bu kitap. İlk anlaşmadan başlıyorum. Daha doğrusu başlayamıyorum. Varsayımda bulunma diyor çünkü. 3-5 harfte özetlemişler de öyle kabul edilir mi hemen. Yıllarımı verdim ben bu işe. Kolay mı bir çırpıda anlaşmak? Hele ki dürüst olmak gerekirse, nereye koyacağım bu kadar zekâyı? Leb demeden leblebiyi anlama yeteneğimi kendime nasıl satacağım? Bir bakıştan, manalı bir gülüşten, açılmayan telefondan, cevap gelmeyen e-postadan doğan senaryoları yazmadan nasıl duracağım? Nasıl açıklayacağım kendime beklentilerimi karşılamayanların kendince nedenlerini? Gardımı nasıl alacağım kırılıp incinmelere karşı? Satranç oyunu değil mi hayat dediğin? Olası hamleleri en kötüsüyle düşünmeden, nasıl galip gelebilirim ki? Nasıl anlaşma bu? Varsayımda bulunmadan nasıl yaşayacağım? Şu şöyleyken bu böyle değil midir yani? Peki ya benden bekleneni nasıl koyacağım ortaya? Hayal kırıklığına uğratırsam ya sevdiklerimi? Varsayımda bulunma, demesi kolay. En derin kaybetme korkularımın, değersizlik duygularımın can buluşu varsayımlarım. Randevuya geç gelen sevgilinin artık eskisi kadar […]
Yaz Aşkları, Aşk Oyunları
Gençlik yıllarımda popüler bir şarkı vardı. Ne kimin söylediğini ne de sözlerin tümünü hatırlıyorum ama şarkının içinde şöyle bir nakarat vardı. “Aşk oyunu bu diyorlar bir bahar sevişiyorlar sonunda ayrılıyorlar.” Nisan yağmuru kadar kısa süren aşklar… Peki, bu hormonal patlamalar gerçekten aşk mı? Çoğu insan, değil sevgiyi aşkın ne olduğunu bile bilmiyor. Yoğun cinsel çekimi, cinsel açlığı, beğenme ve beğenilme duygusunu, tutkuyu hatta alışkanlığı bile aşk sanıyor. Galiba âşık oldum diyenleri de epey duymuşluğum var. Galiba âşık oldum, olur mu? Aşk hamilelik gibidir ya vardır ya yoktur. Oldun mu kesinlikle bilirsin. Yarı hamilelik yoktur. Aşkı tadanlar ise yaşadıkları acı- tatlı karmaşık duyguların, aşkın başlangıcından bitimine giden süreçte yaşananların sadece kendilerine has olduğunu sanıyor. Kimsenin kendisini anlayamayacağını düşünüyor. Aşk acısını dayanılmaz buluyor. Mevsim aşk mevsimi. Hızlı başlayan, kısa süren, çabucak biten yaz aşkları zamanı. Gerçi büyük aşklarla başlayan günümüz evliliklerinin de süresi yaz aşklarından pek de farklı değil. Altı ayda, bir bilemedin iki senede sona eren büyük (!) aşk evliliklerinin oranı özellikle büyük şehirlerde oldukça yüksek. Nikâh yapmamış olsalar, bu ilişkilerin gerçek ömrü yaz aşkı kadar kısa sürecek ama “büyük aşk”, diye tanımladıkları bu ilişkinin bu kadar çabuk boşanma aşamasına gelmesinden belki de utandıkları için bu durumu son raddeye […]
Her Şey Düzelir
Bakarsınız Anadolu’dan bir ışık doğar. Umudu kesmemek lazım… Binlerce yıldır beş tavuğu, bir horozu olan kümesler vardı bahçelerde. Sonra bir gün bir kıyamet kopardılar, yaktılar, gömdüler hepsini. Oysa ne insanlık kuş gribinden telef haldeydi, ne de toplu bir salgın ile çoluk çocuk mevta olmuştu. Yumurtasını kümesten aldığı, kaynatıp yediği için ölen de yoktu. Ama konuşan çoktu. Biz sadece manşetleri okuduk, gerisini boş verdik; hata ettik. ”Sağlıklı” dediler, önümüze mutant hayvancağızların yumurtalarını çıkardılar. Bunun pastörize olanı bile çıktı. Balık çiftliği artıkları ile beslenen o hayvancağızların yumurtaları haliyle balık koktu. Biraz şüphelenir gibi olduk ama sonra o da kılıfına uyduruldu: ”Omega 3 içeren yumurta” dediler buna. Doğrudur… Köylerde inekleri sağdılar binlerce yıl. Sütü bir taşım kaynatıp yoğurt yaptılar. Öleni kalanı duymadık. Endüstri, ”Yok, olmaz.” dedi. ”Ben buna da elimi atacağım.” Attı; sağ olsunlar büyükşehirler beta, rota diye kırılıyor. Nereden çıktığını bilmediğimiz dayanıklı virüsler sardı dört yanı… Köylere ”Tü kaka” dediler. Köy pekmezinin kanser yaptığını söylediler ama biz pekmezden kanser olan görmedik hiç. Ambalajlı ürünler, senelerce dayanan bakliyatlar, böceklenmeyen pirinçler, mercimekler her yeri sardığında gördük. Sürü psikolojisine girdik; ilişkiyi kurmak, anlamak istemedik. Biz ”moderndik”; turşusunu, bulgurunu, peynirini, yağını köyünden getirten komşuyu hakir gördük, güldük. Onun çocuğu bizimkilerden daha […]
Sürgünde Doğan Bir Dilin Ustası
Bu yazı 23 Mayıs 2014 tarihinde yayınlanan Radikal Kitap ekinden alıntılanmıştır. Sürgün edebiyatı ya da sürgün yazar denince akla memleket hikâyeleri gelir. Kolay değildir insanın ülkesini, ailesini, birlikte mücadele ettiği yoldaşlarının mezarlarını bırakıp, sadece anılarını alıp gitmek. Kayda değer bir literatürü barındıran sürgün edebiyatı, hem yazara hem de okura zengin bir dünyanın kapılarını aralar. Yazarın karşısında zengin bir dünya vardır; çünkü terk etmek zorunda kaldığı kültüründen farklı bir kültürde barınmak durumundadır. Yeni insanlar, deneyimler ve elbette yeni bir dil. Okur içinse bu zengin dünyanın sınırları daha kolay tahmin edilemez. Sıradışı bir yaşam ve var olma deneyimini aktaran bir yazarın sunacağı dünyanın sınırları kadardır okurun karşılaşacağı şey. Hele bir de yazar kendi anadili dışında, sürgünde öğrendiği o dilde yazmaya başladıysa… Kader Abdolah, sürgün edebiyatı denilince akla ilk gelen isimlerden değil, en azından Türkiye’de. Ama Hollanda’da Abdolah’ın kitap satışları 1,7 milyonu bulmuş durumda. Yazarın her kitabı çok satan listesine giriyor orada. İran doğumlu Abdolah, 1977 yılında Tahran Üniversitesi’nden fizik diplomasıyla mezun oluyor. Öğrencilik hayatının bitmesiyle Şah’a karşı mücadele etmek üzere örgütlenmesi aynı döneme denk geliyor. Amerikan emperyalizmine karşı yılları bulan mücadelelerinde İranlı devrimciler, İslamcı örgütlerle de işbirliğine giriyor. İran’ın anti-emperyalist ve ilerici mücadele geleneği işte bu uğrakta Hizbullah’ın oyununa geliyor ve […]
İsraf ve Görülmeyen Gerçekler
Yoğun ülke gündeminde bir facia daha unutulmaya yüz tuttu. Soma’da yitirdiğimiz insanlarımız, zor şartlarda çalışıp geçim derdi ile yaşamaya çalışırken elimizden kayıp gittiler. Oturmamış politikalar ve vatandaşların duyarsızlığı ile yeni facialarla karşılaşmamız çok sürpriz olmayacak. Sonuçta unutan, ders alamayan, önlem ve planlarını oluşturmayanların kaçınılmaz sonda payı büyük ama bu olaya biraz farklı açıdan bakarak aslında hepimizin bu yaşananlarda payı olduğunu anlamak çok zor değil. Şimdi bu olaya israf ve tasarruf penceresinden bakalım. Çok basit rakamlarla resmi görmek mümkün; öncelikle madenlerimizden çıkan kömürün nerelerde kullanıldığı ile başlamak gerek. Kahverengi kömür olarak adlandırılan Linyit kömürü ısıl değeri (kalorifik değer) düşük, barındırdığı kül ve nem miktarı fazla olmasına rağmen yeryüzünde çok miktarda bulunduğu için gelişmiş ülkeler de olmak üzere pek çok ülkenin enerji hammaddesidir. Linyit kömürünün tamamında yakını termik santrallerde yakıt olarak kullanılarak enerji elde edilir. Linyit rezervi ve üretiminde ise Soma başı çekiyor. Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu’nun (TKİ) linyit rezervlerinde Soma 717 bin ton ile birinci sırada. TKİ, 2012 yılında çıkardığı ya da çıkarttırdığı kömürlerden toplam 33.6 milyon tonunun satışını yaptı. Bu miktarın yüzde 77’sini termik santrallerde kullanılmak üzere piyasaya sattı. Soma yılda ürettiği 10 milyon ton ile de satılabilir linyit üretiminde de birinci sırada. Bu rakamlardan bizim için en önemli olanı […]
Oldum Havası
Beni en zorlayan insanlar ‘‘Oldum Havası’’ çalanlar… Bu insanlar adeta insanlığa hizmet için yaratılmışlardır! Nasıl olunmaması gerektiğine dair eşsiz birer örnektirler! İşin trajik yanı da çoğunlukla ‘‘Oldum Havası’’ çaldıklarının farkında bile değildirler. Nasıl mı? Mesela Oldum Havası çalan insan size ‘‘Akıl verme’’ diyerek akıl verir. Ardından ‘‘Şunu şöyle, bunu böyle yap’’ tadında cümleler gelir. Büyük bir gayret içinde ikna çabasına girmenin yanlışlığı konusunda sizi ikna etmeye çalışır… Uzun bir gözlem sonrası yaptığınız yoruma ‘‘Varsayımda bulunma’’ der. Çünkü söylediğiniz hoşuna gitmemiştir. Benzer bir yorumu söylemek istemediğinizde, öğrenmek için diretir. Varsayım yaptığınızı düşüneceğini tahmin ederek yorumunuzu söylersiniz ve bu sefer ‘‘Yooo bu varsayım değil çünkü ben de öyle düşünüyorum’’ der! Açık iletişimden, sağlıklı ilişki nasıl kurulurdan bahsedip açıklığa davet teklifinizi bir kaç kez reddeder. Sağlıklı ilişki derken de demek istediği ‘‘Sen kendini düzelt’’tir. Çünkü o zaten düzgündür. Olmuştur! Sen tam konuşmak, derdini anlatmak isterken sözünü böler. Dinlemenin öneminden bahseder. Etkili dinlemekle ilgili öğrendiği bilgileri sıralamaya başlar. Tüm çabalarının boşa gitmesi yetmezmiş gibi konuşman da yarım kalınca son bir ümit ile ‘‘Dinlemek ile duymak arasında fark vardır’’ diyorsun ya ‘‘Dinler gibi görünme duy beni!’’ dersin. ‘‘Hııı?’’ der. Dinler görünmeyi öğrenmiş ve ne yazık ki duymayı unutmuştur… Duyduğu tek ses, içinde çalan ‘‘Oldum Havası’’dır. […]
Tesadüf Diye Bir Şey Yok
Öğlen saatindeki randevum için ofise geliyordum. Tam ofise varmak üzereydim ki bir mesaj geldi: “Canım seansa girmek istemedi, gelemeyeceğim.” Kadının hem yazış tarzından hem de bu kadar son anda haber vermesinden rahatsız olmuştum. O hafta hazırlanmam gereken iki seminer olduğu için seans almamıştım; Kendisi ihtiyacım var diye o kadar çok ısrar etmişti ki kırmak istemediğim için tamam demiştim. Sabahladığım için biraz yorgundum ve üstüne de 1,5 saat süren bir yol mesafem vardı. Onca yolu boşa geldim diye geçirdim içimden. Ofisi biraz havalandırıp eve dönmek üzere yola çıktım. Metroya binmek üzere yürüyordum. Önümde yalpalayarak yürüyen birini fark ettim. Birkaç adım sonra merdivenlerin demirlerine tutundu, kıpırdamadan kaldı birkaç saniye. Yanına yaklaşıp “İyi misiniz?” dedim. Omuzlarını silkti. Öyle birlikte birkaç saniye daha bekledik. Belli ki hareket edecek durumda bile değildi. Koluna girdim ve “Lütfen gelin, hemen köşedeki oturacak bir yer var, biraz dinlenin” dedim. Hala sessizdi ve çok zor adımlarla büfeye kadar yürüdük. Bir bardak su içti. Hiç kalkacak halde değildi. Kendisine doktora gidelim mi diye sordum. Bunca yıl gittim de ne oldu, dedi. Anlatmak ister misiniz, dedim. O da “Zaten anlatmadığım bir siz kalmıştınız, eh size de anlatayım” diye başladı cümleye. 19 yaşındayken sırf çok zengin diye kendisinden 12 yaş büyük biriyle […]
Çağdaş Kölelik Düzeni
Zincirin bir halkası koptu orada; müthiş bir acı. Eksik kaldığımız, başka şartlar yaratamadığımız için azap ve pişmanlıkla doluyuz. Toprağın üzerinde ekmek ve güvence bulamadığı için toprağın altında ömrünü tüketen emekçilerin yasını tutuyoruz. Fiilin müdahiline de fail diyor dilimiz. Yani biz… Bundan sonrasında yapacak tek şey kalıyor artık: Devleti beklemek yerine devlet olmak. Türkiye Cumhuriyeti’nin başı sağ olsun… Sekiz yılda elli iki’den kabaca dört yüz… Her hafta bir şeyler yazdım. Gündemi bilmem, zaten anlamam da… Ben tarım bilirim, inek bilirim, ağaç bilirim; gıdayı, Anadolu köylüsünü bilirim. Yıllardır sadece bunları söyler, bunları yazarım. Başkaca her şeyi sadece dinlerim. Bu ilk ve belki de son. Soma’yı düşünmemek, yazmamak, unutmak mümkün değil… Ocağın fiziksel şartları, odalar, alan düzenlemeleri, giriş – çıkış koridorları, sahipleri ve sorumlularının basın toplantıları… Gönlümün dayandığı yere kadar izledim. Ucuz iş gücü, tüm patronların rüyası olan düşük maliyet ile maksimum verim… Yeni bir şey yok garp cephesinde… Alt alta yüz tane tedbir seçeneği olsa da yasalar zorunlu kılmadıkça bir tanesi bile uygulanmaz. Yasanın zorunlu kıldığı kısım ise ne yazık ki yeterli gelmiyor. ”Yeterli aslında…” yorumlarına da gerek yok sanıyorum. Sonuç ortada. Bugün en hassas kalp ameliyatları, beyin ameliyatları dahi robotlarla yapılırken yerin yedi kat […]
Soru İşaretleri
Sorularım var sorulmamış. Cevaplarımsa yok. Soru yoksa cevap nasıl olsun ki? Sorun yoksa çözüm nasıl olsun ki? Kabul yoksa zihin sorunun varlığını nasıl idrak eder ki? Zihinde bir kavram yoksa zihin onu diğer kavramlarla eşleştirerek çözüm yoluna gidemez ki. O yüzden bu karanlığa gömülü günlerde bir mum yakmak benim elimdeydi. Ben de bir soru seçtim kendime sonsuz bir okyanustan. Bir soru bir başkasını doğurdu. Gerçekten sordum, sorguladım bu kez. Şikâyetten bahsetmiyorum. Sordum. “Zaten biliyorum.” demedim. Sorunun varlığını kabul ettim. Ve çözüm hiç olmadığı kadar yakınlaştı. Varolan dünyanın sistemini kim yarattı? Ekonomik, siyasal ve toplumsal sistemin yaratıcısı kimdir? Bu sistemin parçaları nelerdir? Bu sistemin parçaları kimlerdir? Ben bu sisteme gerçekten mahkûm muyum? İnsan, tek başına bir birey olarak ne kadar güçlüdür? Değiştirme gücü kimin elindedir? “Dünya’yı değiştirmek” kavramı zihnimizdeki yansıması kadar ağır mıdır? Dünya gerçekten de değişebilir mi? Benim “Dünya’yı dönüştürme” gücüm nereye kadardır? Ben gerçekten de dönüşebilir miyim? Benim dönüşümüm dünyamı değiştirebilir mi? Varolan düzenden mutlu muyum? Ben neden toplumsal anlamda mutsuzum? Düzeni değiştirmemde önümdeki engeller nelerdir? Önümdeki engeller kimlerdir? Mutlu olmadığım bir düzeni değiştirmek için uğraşmıyorsam ikincil çıkarlarım nelerdir? Bahanelerim nelerdir? Bir lidere gerçekten ihtiyacım var mıdır? İçimdeki gizli lider ne güne duruyor? Egomu ve hırslarımı bir an […]
Öfkeliyim
Fark ettim ki tüm düğmelerim öfke ile etkinleşiyor. Her şeye, herkese karşı beni yanardağ gibi her an patlatmaya hazır hassas öfke düğmeleri… Üç boyutlu animasyon filmlerinin çekim aşamasında, perde arkasında şahit olduğumuz, oyuncuların üzerindeki algılayıcı dolu kıyafetler gibi her milimetrekaremde milyonlarca öfke düğmesi… Boşluk yok, öfke yumağıyla sımsıkı örülmüş bir öfke elbisesi. Ama neden? Neden üzerimdeki bu öfke kazağı? Neye, kime karşı? Ve nasıl bu kadar hazır her an patlamaya? Kim ördü bu kazağı üzerime? Cevaplar açık: Benim tercihim her an onu üzerimde taşımak ve bu denli hassas kılmak dış uyaranlara. Çıkarıp bir anda atıversem ne hoş olurdu hâlbuki. Çıkarıp yok ediversem sonsuza dek. Evet, evet ben istedim onun üzerime tastamam giydirilmesini. Ben izin verdim. Annem, babamı, kardeşimi sorumlu tuttum öfke nöbetlerimde. Babamın silikliğiydi annemin üzerime yüklediği görevlerimin sebebi. Bak işte o görevlere de ben izin vermiştim. Al sana yeni bir farkındalık. Anneden, babadan uzak büyümüşlerdi. Aynısını bana da tattırdılar hiç sormadan ne istediğimi. Bana seçim hakkı tanımadılar. Buna gerek de yoktu ayrıca, hakkımda en iyisini ancak onlar düşünebilirlerdi. Gelince tekrar bir araya, belki de ayrı kaldığımız yılların acısını çıkarırcasına ya da suçluluklarını telafi edercesine, kendi doğruları istikametinde sıkboğaz ettiler yine beni, fikirlerime özen göstermeksizin. SAYFA-BOLUMU Ben ezilip, itaat ettikçe […]
Sözün Bittiği Yer
Bu yazıya bir türlü başlayamadım. Günlerdir kendimi söyleyecek sözüm kalmamış gibi hissediyorum. Soma faciasının ve facia hakkında yapılan yorumların ruhumda yarattığı suçlama, saldırı, savunma, öfke, üzüntü, çaresizlik, suçlama, saldırı, savunma çemberinde fırıldak gibi dönmekten bir oturup da iki satırı alt alta seremedim. Üstüne bir hemşerisinin cenazesi sırasında yediği polis kurşunu ile can veren Uğur Kurt’un haberi geldi. Ardından gelen yorumlarla ben yine çemberin içinde, daha derininde, merkezinde… Sözün bittiği yerdeyim. Sokaklara çıkıp haykırmanın can kaybından başka bir şey getirmediğini anlamış pek çok kişi gibi ben de inandığım değerler için hangi alanda mücadele edeceğimi şaşırmış durumdayım. Yazsam ne yazar, diyordum. Hepimiz yazıyoruz. Yazıyoruz da ne oluyor? İnsan canının her şeyden ucuz, en ucuz olduğu gerçeği değişiyor mu? Sözün bittiği yerde varoluşsal bir krize girmek üzereyim. Derken hafta sonu geldi. Yılın en dolu hafta sonu. Bu okuduğunuz yazının tek satırı bile henüz ortada yok. Toplam on sekiz saat boyunca psikolojik danışmanlık eğitimi aldığım okulda görevliyim. Birinci sınıfların Aile Tarihçesi Sunumları sırasında hocalara asistanlık yapmak lazım geliyor. Her bir sunum dört saat sürüyor, aralarında yarım saat ara, sonra yeni bir sunum. Benim görevim bahsi geçen ailenin hikayesini dinlerken yılları takip edip o arada dünyada olup biteni rapor etmek. SAYFA-BOLUMU Geçen sene aynı projeyi […]
Mükemmeliyetçilik Nedir?
Okyanus kadar engin potansiyelinin zerresini dünyaya damlatamamış bir annenin, 100 metre engelli yarışta koşarken obua çalan çocuğunun, yarışın son metrelerinde 2. olacağını fark edip yarıştan çekilmesine neden olan duygular toplamının süslü adıdır mükemmeliyetçilik. Yıllar boyu kendi gösteremediği varlığın, yarattığı canlıda daha iyisiyle vukuu bulma beklentisinin bir türlü karşılanamamasına, karşılandığı durumların da Evren’in geri kalanından daha üst mertebede olması durumuna denir. Anne için çocuğunun yaptığı şey mükemmeldir, yapamadığıysa mükemmeliyetçiliği yüzündendir. Hep daha iyisinin var olduğunu bilen anne, çocuğunu dünyanın en tatlı ve en zehirli pastasıyla besler durur. Çocuk, annesinin peri kızı edasıyla verdiği pasta dilimlerini, önceleri kötü bir cadının elinden yer gibi yüzünü buruşturarak mecburen yese de zamanla hem pastanın tadına alışır hem de kötü cadı ona peri kızı gibi görünmeye başlar. Pastayı yedikçe etiketi de her tarafına yapışır. Hatta yaşı ilerledikçe pasta da etiketi de bağımlılık yapar çocukta. Hem tadı güzeldir hem de etiketi çok süslü. Bu pasta hayatını da hayli kolaylaştırır, egosunu besler ama aslında şişmanlatır. Ne de olsa yaptığı mükemmeldir, yapmadığıysa mükemmeliyetçiliği yüzündendir. Tadı güzeldir de bir o kadar da zararlıdır ama bir türlü fark edemez. Hayatın tadını hiç alamaz mesela, her zaman biraz daha fazla/az, tuzlu/ekşi/tatlı/acı olabilir hayatı. Biraz daha az durmuş olabilir fırında ya da üstü […]
?
Bundan bir kaç yıl öncesi blogumda her ay sonu Z raporları yayınlardım, geçen gün eski raporlara göz atarken mayıs ayına takıldım, bundan iki yıl öncesi, mayıs demiş, gurur ve utanç diye başlık atmışım. Şimdi 2014’teyiz, başlık aynı mı? Kesinlikle! Gördüğüm döngü bir nevi geriden şimdiye doğru bakmamı gerektirdi. 2012 içeriğindeki gurur ve utanç daha küçük çaptayken, bu sene yaşananlar haddini hayli aşmış. Tünelin ucundaki ışıkla buluşmadan önceki en karanlık an! Saplanıp durduğumuz, ucundan kıyısından tutup bırakmadığımız her şey değişim, dönüşüm adına bizi ayağa kaldırma, harekete geçirme adına daha sert ve daha dikkat çekici oluyor. En büyük temennim önce kendi yaşamımızda eriştiğimiz barış, huzur ve sevgiyi dışarıya yansıtabilmemiz. İçimizde olamadığımız ne varsa, önce onu yapmaya çalışmak, bizi her seferinde dipsiz kuyulara düşürür; içselleşmeyen, yaşanmayan her şeyin yaratılmak adına hep bir ağızdan istenmesi bu yüzden zıtlıkları getiriyor. Biliyorum haziran sıcaklığıyla giriş yaptı, peşi sıra tatil duygusunu depreştirdi, ama kendimizle çalışmaya devam edelim. Bu ay ayna karşısında vakit geçirelim bir süre, bir sandalye çekip geçelim karşısına, hatta kendimizle buluşmak için bir randevu ayarlayalım. Karşımızda oturan, gözlerimizin içine bakan o kişiden sormasını isteyelim en temel soruyu: “Ben Kimim?” Acele etmeden, cevapları dinleyelim. Olumlu, olumsuz her nasılsa. Dinleyin! Ben’in ardından başka bir varlıkla iletişim içinde […]
Kurumsal Çigong
Teknoloji içinde yüzdüğümüz günümüzde, zamanımız kısıtlı ve çok değerli, stres seviyemizse tavan yapmış durumda. Her şeye daha hızlı ulaşmanın peşinde koşarken bedenimiz ve zihnimizde oluşturduğumuz aşırı baskıya kulak asmıyoruz. Farkında olmadan gitgide dengeden uzaklaşıyoruz. Sosyalleşiyoruz, mobiliz, hiper bağlantılarla iletişim kuruyoruz, sürekli iletişim halinde de kalabiliyoruz, hayatı kolaylaştıracak pek çok şeye de sahibiz. Ancak bu “süreklilik” hali bizi bedensel ve zihinsel yönden yıpratıyor. Kendi bedenlerimizin ve zihinlerimizin efendisi olup sağlık ve mutluluğumuzun dizginlerini ele alabilir miyiz peki? Toplum tamamen çalışmaya odaklanmış. Tabiri caizse iş manyağı haline gelmişiz. Rahatlamayı öğrenmek bir lüks. Kimse bunu istemiyor zira her türlü rahatlama ve dinlenme şekli tembellikle bir tutuluyor. Çılgın gibi oradan oraya koşuşturmuyorsan toplum seni dışlar. Esas olan tek şey seri olmaktır, hızdır. Rahatlamak işini yapmanı engellemez; işini yaparken kendine de vakit ayırabilmeni sağlar. Üstelik kendini daha iyi tanımana da yardımcı olur. Yaptığın işin kalitesi değişir; daha yaratıcı, enerji dolu işler yaparsın. Eskisine göre daha az hata yaparsın çünkü artık kafan daha rahattır, her bakımdan derli toplusundur. Artık gereksiz işlerle uğraşmıyorsundur. Odaklanma ve konsantrasyon gücün artmıştır. Kurumlar çalışanlarına pek çok eğitim ve pek çok fırsat sağlar. Bunların çoğu elemanların daha da hırslı ve girişken olmasını hedefleyen, daha çok çalışmasına ve enerji sarf etmesine dolayısıyla da […]
Kayıptan Sonra Yaşam
Anne, baba, evlat, akraba, arkadaş, eş, sevgili... Sevdiğini kaybetme korkusu ne yaygın bir korkudur. Ama yetişkin yaşta olup da sevdiği tek bir kişiyi bile - ölümle- kaybetmemiş, bu acıyı tatmamış insan yoktur. Kaybın acısının iyileşme sürecine "yas süreci" diyoruz... Ve ne yazık ki toplum olarak yas tutmayı bilmiyor, bu süreci durdurmaya, yok saymaya, dışarıya belli etmeden içimizde yaşamaya, duygularımızdan, acılarımızdan kaçmaya, ilaçlarla baskılamaya çalışıyoruz. Doğal süreci böyle zorlamalarla engellemeye hatta kısaltmaya çalıştığımızda ruhun acısı bir süre sonra bedene değişik sorunlarla yansımaya başlıyor. İnkâr- Öfke- Pazarlık- Depresyon - Kabul... İsviçreli psikiyatrist Elizabeth Kubler-Ross, ölümle ilgili yaptığı araştırmalara dayanarak yas sürecinin aşamalarını böyle sıralıyor. Yas sürecinin aşamalarına -onsuz- hayata adaptasyon aşamaları olarak da bakabiliriz. Deneyimler gösteriyor ki bu aşamalar illa ki sıra sıra değil de iç içe de yaşanabiliyor, bazı aşamalar atlanabiliyor da. Yas süreci uzundur. Üç günde bitmez. Yas tutmanın bir standardı, önceden belirlenmiş bir ritüeli ya da zaman sınırlaması yoktur. Haftalar, aylar, bazen yıllar sürebilir. Bu süreç tıpkı parmak izi gibi kişiye özgüdür. Yıllar acıyı azaltsa da kaybettiğimiz sevdiğimizi ASLA unutturmaz. Ama hayatımıza devam edebilmek için kabul aşamasına gelmek durumundayız… Yas duygusunun, bir duygudan öte... bir SÜREÇ olduğunu hatırlamak önemli. Kaybımızdan dolayı derinden sarsılmış, düzeni bozulmuş, ezberi bozulmuş, akışı bozulmuş [...]
Cafe Del Mar İle Kıyılara Köşelere
Hiç anlamamışımdır: Neden çoğu insan kıyılarda köşelerde kalmışlara ya da bu kıyı köşenin kendisine değer vermez? İnsanların ezilmiş ya da haksızlığa uğramışlara göstermesi gereken adaletten söz edecek olsam, insanın da müziğin de hayatın da asıl haksızlığa uğramış kısmının bu kıyıda köşede kalmışlar olduğunu rahatlıkla söylerim. Hayatımızın kalbi ve merkezi olan, altın değerinde, fakat üzerine düşmek şöyle dursun, adeta kaçtığımız anlardan söz ediyorum. Bundaki en büyük etkense hayatımızın her anını ve sahip olduklarımızı başkalarının gözünden görmeye zorlanmamızdır. Çünkü onlar belirlemiştir sahneyi neyin alacağını ve biz de çoğu zaman sahneye layık görmediğimiz çoğu şeyi buruşturup atıyoruz ya da dikkate değer bulmuyoruz. Kimsenin değer vermediği bir şeyle meşgul olursak komik duruma düşeriz sanıyoruz. Hayatı gerçekten sevdiklerimiz ve dostlarımızla yani içtenlikle bize eşlik edenlerle paylaşmak muhteşemdir. Peki ya mutlulukla ve gerçek paylaşımlarla ilgisi olmayan ancak sahneyi almış olan popüler sosyal medya paylaşımlarına ne demeli? Anı yaşadığımızın gerçek delili, anı resimlemek ve bunu birilerinin gözüne sokmak gibi bu kavrama tamamen zıt bir eyleme ne zaman dönüşüverdi? Ya da yaptığımız bir işin anlamlı olması için herkesçe kabul edilen bilinir bir etiket taşıması gerekliliği bize ne zaman gerçekten anlamlı bir şeyler yaptığımızı hissettirdi? Eğer dünyanın her yerinde çok satanlar listesine girmiş bir kitabı okumuyor, tanınmış bir müziği […]
Gün Işığı Görmeden Sürdürülen Hayatlar
Türkiye’de şu anda maden ocaklarında çalışan 49 bin insan, mecbur kaldıkları için sadaka gibi verilen yevmiye uğruna her gün canlı canlı mezara sokuluyor. Gündüz vardiyasında çalışanlar için neredeyse hiç gün ışığı görmeden sürdürülen bir hayat… Yoksul insanları ailelerinin geçimlerini sağlamak uğruna her gün yerin yedi kat dibinin karanlıklarına girmek zorunda bırakmak gelecekte insanlığın evrimini anlatan kitaplarda “insanlık suçu” kategorisinde yer alacaktır. Kim -geçinmek için başka bir SEÇİMİ olsa- her gün yeraltının zifiri karanlığında kömür tozu soluyarak, her an ölüm tehlikesi içinde yaşayarak, insanlık dışı koşullar altında kazma sallamak ister ki? Çalışma alanına varmak için bile her gün yeraltının karanlık dehlizlerinde saatlerce yürüyorsun. Molalarda dışarı çıkayım birkaç dakika temiz hava alayım durumu yok yani. Kumanya bile verilmiyor bu insanlara. İşçiler yemeklerini evlerinden getiriyor. “Doğasında” ölüm olan bir meslek mi olur? “Maden işçiliği” yamyam kapitalizmin yüksek kâr uğruna insan hayatını hiçe sayan anlayışının yarattığı bir işkolu. Çok değil, 150 küsur yıl önce akıl hastaları, mahkûmlar ve esirler maden ocaklarında zorla çalıştırılıyormuş. Her yerde bol miktarda odun bulunduğu için kimse “pis kokulu” olarak nitelendirdiği kömürü ne kullanmak istiyormuş ne de yerin altına inmeye gönüllü oluyormuş. İşçi sayısı yetmediği için işçi sorununa Osmanlı sarayından verilen bir fermanla çözüm bulunmuş. 1867-1921 yılları arasında maden yörelerinde […]
İş Kazası Değil, Cinayet!
https://www.gazetesiz.com/makaleler/korkut-akin/silili-madencilerin-kurtulus-hikayesi-122995.html GAZETESİZ.COM/KORKUT AKIN Dün, Soma’da bir patlamanın ardından yüzlerce madenci göçük altında kaldı. Uzun süre kaç kişi oldukları, nerede bulundukları saptanamadı. Ülkemizde iş güvenliği, iş sağlığı, iş eğitimi gibi önemli konular hep göz ardı ediliyor. Sorumlular hiç mi hiç bulunmuyor bizim ülkemizde, nedense. Kimse istifa gibi onurlu bir tavır göster(e)miyor, ne yazık ki. “Ölmek bu mesleğin kaderinde var” yaklaşımının karşısında… Hatırlıyor musunuz, Günter Wallraff, “En Alttakiler” adlı kitabında Almanya’da zor koşullar altında çalışan Türkiyeli madencileri anlatmıştı da istifalar gelmişti… İş kazası değil, cinayet! 2011 Haziran’ında yazdığım bir yazıyı paylaşıyorum bu kez. * * * “Güzel öldüler!” Geçen yıl dünyanın iki ucunda iki göçük yaşandı. İkisi de tüm dünyanın ilgisini çekti. Biri ülkemizdeydi, işçiler ne yazık ki göçük altında kalıp “güzel öldüler”. Diğeri, dünyanın öbür ucunda, Şili’deydi. Devlet tüm imkanlarını kullandı, dahası destek, yardım istedi ve 69 günde yerin 700 m. altında mahsur kalan 33 madenciyi kurtardı. Her iki ülkede de madenciler gerçekten zorlu koşullarda, emeklerinin hak ettiği kadarını kazanamayarak çalışıyor. Her iki ülke de deprem kuşağında olduğu için sürekli tehdit var. Her iki ülke de cumhuriyetle, halkın seçtiği yöneticiler tarafından yönetiliyor. Şili’de, cumhurbaşkanı daha ilk günden göçüğün olduğu madene gidip kazazede yakınlarıyla birlikte göçük altında kalan madencileri kurtarma planlarına katılıyor. […]
Üç Günlük Yas
Madenci yurttaşlarımızın ölmesi bir insanlık suçudur. 21. yüzyılda hâlâ maden işçiliği diye bir mesleğin olması ve bu zor çalışma koşulları altında işçilerin can güvenliğini sağlayacak tedbirlerin – şirkete fazla masraf olmasın diye- alınmaması başlı başına bir insanlık suçudur, toplu katliamdır. Maden şirketleri denilen doğa düşmanı, açgözlü, kapitalizm vahşeti, çaresiz insanların işgücünü, insanlık dışı koşullar altında sömürüyor. İnsanlar ekmek parası uğruna güneş yüzü görmeden yıllarca her gün toprağın altına giriyor. Bu ölümler kader değil, cinayettir. Çevre dostu, yenilenebilir birçok eko- enerji türü varken, günümüzde bu enerjilerin yaygın kullanımı kömür ve petrol lobileri tarafından engelleniyor. Neden? Doğanın yenilenemez kaynaklarını son damlasına kadar tüketene dek kendi cepleri dolsun diye. Para para daha çok para kazanmak için gezegenimizin üstüne de altına da tecavüz ediyor bu yamyam şirketler. Bunun için de hayatlarına beş kuruşluk değer vermediği fakir halkın hatta çocukların işgücünü kullanıyor. Yer altının kömür, elmas, maden ve petrol çıkarmak için böylesine talan edilmesi, ekosistemi bozarak doğa felaketlerini de tetikliyor. Yamyam şirketler doğayı sömürüyor, insanı sömürüyor, umutları sömürüyor. Türkiye ölümlü iş kazalarında(!) yani cinayetlerinde Avrupa birincisi, Dünya üçüncüsü. Nedense utanç listelerinde hep ön sıralardayız. İşte bundan utanıyorum. Devlet üç günlük yas ilan etmiş. Üç günlük yas, vicdanları susturmaya yetiyor mu?
Homo Sapiens Cinayeti
6 yaşındaki Gizem’in hunharca bıçaklanarak, canlı canlı yakılarak işkenceyle öldürülmesiyle ilgili facebook sayfasında yazdığım mesaja gelen yorumlara bir bakış açısı olarak bu yazıyı yazıyorum. Eleştirin ama yararlanmamız için eleştirirken ÖNERİ getirin lütfen. Öncelikle idam cezası gibi geriye dönüşü olmayan bir cezaya HER KOŞULDA karşı olduğumu belirtmeliyim. Kimsenin canını biz vermediğimiz gibi alma hakkına da sahip değiliz. Elbette suçların bedeli ödenmeli. Masumlar korunmalı. Özellikle çocuklara karşı işlenmiş ağır suçlar en ağır yaptırımı hak ediyor. Fiziksel ya da zihinsel tüm hastalıklar bedensel/zihinsel zarar belli bir noktaya gelene kadar telafi edilebilme ve iyileştirilebilme kapasitesine sahiptir. Ama o nokta aşıldığında sonuç genellikle ya hapishane ya akıl hastanesi ya da mezar oluyor. Jung, zihinsel hastalıklar için buna “Gölgenin esareti altına girmek” diyor. Tıp ise bu durumu patoloji olarak tanımlıyor. Patolojik boyuta gelmiş fiziksel ya da zihinsel bir hastalığın sağaltılma olasılığı/oranı nedir? Tıp ve psikoloji bilimleri halen bunun cevabını arıyor. Suçlunun insan haklarını korurken, kurbanın ve suçlu topluma yeniden karıştığı takdirde olası yeni kurbanların insan haklarına da aynı özenle yaklaşmak önemli. Suçlunun yaşadığı geçmişin izleriyle empati kurarken, kurban çocuk ve ailesinin şimdi yaşadığı dayanılmaz acılarla da empati kurmak önemli. Bu konuda herkes bakış açılarına bağlı olarak farklı tanımlarda/yorumlarda bulunabilir. Sonuca bağlı yorum başka, nedenlere bağlı yorum […]
Anneler Günü İçin Mis(!) Gibi Kimyasal Kokan Çiçekler
Anneniz gönderdiğiniz güzel görünümlü çiçekleri vazoya koyacak; doğal(!) kokusunu içine çekecek ve kokladığı çiçekle birazdan yaşayacağı baş ağrısı ya da alerji krizi arasında bağlantı kurmak aklına bile gelmeyecek…
Doğanın Çocukları
Doğaya dokunmak, toprağın kokusunu, ağaçların huzurunu, akarsuların sesini, bitmek tükenmek bilmeyen doğa işçilerinin çabalarını gözlemlemek bizi ve çocukları rahatlatır, yaşama daha güzel ve paylaşımcı bakmamızı sağlar. Küçük yaşta edinilen doğa sevgisi, çocukların farkındalığını arttırarak günümüz şehir yaşantısında doğa ile sınırlı olanaklarda iletişime geçebilen çocukların gelişimi için çok önemli. Doğayı televizyon ve bilgisayar ekranından öğrenen, okul veya evde neredeyse tamamen doğal yaşamdan uzak büyüyen günümüz çocukları doğanın bize verdiği değerler konusunda yeterli bilgiye sahip değil. Portakalın manavda, çileğin markette, karpuzun kamyonet kasasında yetişmediğini bilmeleri, toprak ananın tüm güzelliklerini bizimle karşılıksız paylaştığını öğrenmeleri için toprakla daha haşır neşir olmaları, elmayı dalından koparmaları, çiçek ekmeleri gerekiyor. “Bu çocuk asosyal, işi gücü bilgisayar” derken, aslında onları doğa ile iletişime geçirmeyen bizde değil mi suç? Çocukların doğayla ilgili bilgilerinin en önemli kaynağı ebeveynleridir. İlköğretim çağında fen bilgisi derslerinde uygulama eksikliğiyle verilen derslerden önce ailelerin çocuklarını daha küçük yaşlarda doğayla buluşturması gerekir. Yapılması gerekenler aslında oldukça basittir; çocukların öğrenme merakını keyifli oyunlarla birleştirerek hem doğadan keyif almalarını hem de doğa hakkında değerli bilgiler edinmelerini sağlayabiliriz. Bırakalım bu küçük kâşifler ağaç dallarında sarkan turuncu topların portakal olduğunu kendileri keşfetsin, karadutun ellerini boyadığını toplarken öğrensinler. Onlara bu yolda arkadaşlık ederek hem sizinle hem de doğayla ilişkilerini kuvvetlendirmek aslında […]
Beyaz Atlı Şövalyem
Her kadının bir beyaz atlı şövalyesi vardır. O ilk aşkıdır. Geceler boyu yolunu gözler, iyi geceler öpücüğünü almadan yatmaz, onu her öpüşünde heyecanlanır. Sarılmak için her akşam sabırla pencerede gelişini bekler ve bir kez sarıldı mı dakikalarca bırakmaz. Göğsünde uyuyakalır kimi geceler. Kimi sabahlar onun minicik öpücüğüyle uyanır. Şövalyesi onu karanlıktan, kötülüklerden, hayal kırıklıklarından ve hatta kendisinden sonraki aşklarından bile korur. Beyaz atlı şövalyesi, kadının daha küçücük bir kızkenki gücü, cesareti ve güvenidir. O, onun ilk aşkıdır… Benim de beyaz atlı bir şövalyem oldu. Ama ben ona hiç âşık olmadım; olduysam bile bunu bir şekilde kendime unutturdum. Beyaz atlı şövalyem benim yanımda değildi uzun süredir; tam karşımdaydı. Her yerini kaplayan parlak metal zırhı, sipsivri kılıcı, en dayanıklı kalkanı ve bana buz gibi bakan gözleriyle her an taarruza ya da savunmaya geçmeye hazırdı. Bense onun karşısında gittikçe küçülsem de koskocaman görünmeye çalışıyordum. Duygusuz gözlerinden kaçırdığım bakışlarım, bedenindeki ayna gibi zırha kaydığında kendimle yüzleşiyordum. Kendimi onda görmeyi kabul edemiyordum bir türlü. Ben de kuşanmıştım soğan gibi katmanlı en sağlam metal zırhımı. Kalkanım ve kılıcımla hazırdım; tıpkı onun gibi. Bir adım atsam kılıcını saplar diye korkuyordum. Adım atmasam, bu bekleyiş en keskin kılıç darbesinden bile daha çok acı veriyordu çünkü […]
Yoksa Siz Hâlâ…
Bir zamanlar demir perde ülkeleri vardı. Sonra ne olduysa oldu, perdeli ülkeleri oyunun içine çekmek haliyle zor olduğu için evrenin hâkimleri onları da açtı. Başka bir hayatın da mümkün olabildiğini gösterecek örnek; oyunların serbestçe oynanabilmesi için engel kalmadı. Sanıyorum direnen son ülke Küba. Sağlık alanındaki tuhaf başarıları ve ortaya dökülen istatistikleri ile cidden enteresan şeyler oluyor orada. İlaç kartellerinin giremediği bu ülkede tohum, kök ve bitki yaprakları ile hazırlanan terkipler şu sonucu doğuruyor: Dünyanın en az hastalanan, en sağlıklı insanları Küba’da yaşıyor. Belgeseller, araştırmalar, raporlar, istatistikler… Seyrediyorum, inceliyorum, okuyorum. Bir yanımla duyduğum hayranlığı öbür yanım ile çatışır buluyorum. Öbür yanım bu kuşağı yakalamış bir ölümlü: Herkes gibi ilaç kutularına aşina ve alışık. ”Doğru”yu gördüğü halde ”Bu doğallık beni aşar! Hatta biraz korkutur ” diyor. Ezkaza başıma bir hal gelse kabile büyücüleri tarzında bir tedavi görmek ister miyim, bilmiyorum. Neredeyse tüm veriler hayranlıkla izlediğim o insanların benden, bizden, hepimizden daha sağlıklı olduğunu gösterse de tersine bir rahatsızlık hissediyorum. Çocukluğumdan beri maruz bırakıldığım kurgu ve yerleştirme politikası sonucu, yeri gelince ben ”de” önüme çıkarılan bu cilalı devirden kaçamıyorum. Ekonominin temeli alıcılar yaratmaktır. Ürününüz varsa bunları satmanız yetmez. Onları satın almak için çalışacak; daha çok satın almak için hep daha çok çalışacak tüketici […]
Yaratım Süreci
Son zamanlarda yaratım, yaratıcılık üstüne epey bilgi topluyorum. Yaptığım çalışmalarda rastladığım en temel konu da bu. Ruhun yaratıcı ifadeye duyduğu özlem; ilk telaffuzda bu, sınırlı bir alan içerisinde, sadece dans, sinema, yazı gibi değerlendiriliyor. Aslında burada görünenin ardında büyük bir mesaj saklı. Altında çeşitli başlıklar var, en temelinde de cesaret! Cesaret, kendi gerçeğimizi bulmanın ve bulurken yaratılan dünyamızın ateşidir. Hiçbirimiz diğerlerimizden ayrı, farklı değiliz; dışarıdan farklı gözüksek de farklı yetenekleri ön plana çıkartmış olsak da özümüzde tek ve biriz. Hepimiz aynı yaratıcılığa sahibiz; kimimiz kelimelerle, kimimiz notlarla, kimimiz bedeninin salınımıyla açığa çıkarır kendini. Ama bu sadece bir kısmıdır, en büyük yaratım, kendi gerçeğimizi kurmaktır. Üstelik buna her insan muktedirdir. Sanatın her parçası anın içinde gizlidir; evrenin kendine ait bir ritmi vardır, onla salınırsanız müziği duymuş, dansa eşlik etmiş olursunuz; gördüğünüz her kare, çerçevelerin dışına taşan resimlerdir ve o gün ağızlardan çıkanlar en edebi eserdir. Yaratım belki de en büyük sihrimiz, nasıl kullanacağımızı tam kavrayamadığımız üstün bir güçmüş gibi sihrimizden korkar, gerçekten yaratmaktan geri dururuz. İşte cesaret burada bir omuz atar bize; “Her şeye rağmen, tüm zarafetinle ayağa kalk. Kalbini yanına al” der. Kalbin devreye girmesi çok anlamlıdır. Latincede “cesaret” kelimesi, “cor” kelimesinden türetilmiştir ki bu “yürek” demektir; cesaretin kaynaklardaki karşılığı […]
Anlayış Yolunda
Yine bir eğitimin akşamı… Yine karışmış duygular, yön arayan düşüncelerle, kendinden kaçmak isteyen “ben” ile baş başayım. Yok hayır, “ben”e hakkını vermeliyim; bu yolda en cesur olan o. Kaçış yolları arayansa “ego”m. “Ben’e yolculuk halindeyim, harika bir serüven bu” derken, egom rahatsız. Onu rahatsız eden duygu ve düşüncelerimin peşindeyim. Bu yazıyı uzun zamandır yazmak istiyordum. Ancak belki de yüzleşmelerimin etkisini artıracağı için yazamadım. İşte şimdi, tam da bu anda, bu cesarete sahibim. Korkularım mı? Onlar tabii ki de yanımda, yanı başımdalar… Kendimle ilgili yıllardır görmediğim, yeni tanıştığım özelliklerimle bir barış imzalayacağım bu gece… Öylesine yaşarken hayatımı, potansiyelimi fark edememiş, toplumsal öğretilere ayak uydurmuş, sistemin bir dişlisi haline gelmişken, bir gün, bir yol ayrımında olduğumu fark etim. Kendi yolumu çizmek, bu yolu verimli ve keyifli hale getirmek, dahası “yol”un da yolculuğumun bir parçası olduğunu anlayarak, doyasıya bir yolculuğa çıkmak adına adım atım. Yaşadığım hayatta ben “kim”dim? Bu hayat gerçekten benim hayatım mıydı? Yapabileceğimin en iyisi miydi yaşadıklarım? Sorular başladı… SAYFA-BOLUMU İlk farkındalığım seçimlerim üzerine oldu. Özgür seçimler yapan, yüksek farkındalık sahibi biri olduğumu zannederken, okuyacağım okuldan, seçeceğim mesleğe hatta hayatıma giren sevgililerime kadar aileme göre yaptığım seçimleri yaşadığımı fark ettim. Ya annemin uygun bulacağı seçeneklere yöneldim ya da ona tepki gösterebileceğim […]
Stresle Başa Çıkma Yolları-4
Stres kısaca sıkıntı, zorlanma, dayanma gücünün azalması olarak tanımlanmaktadır. Akut stres ile karşılaşan insanlarda adrenalin salgısı artar. Kalp atış hızında artış, ağız kuruluğu gibi belirtiler ortaya çıkar. Stres bellek kaybına ve bağışıklık sisteminin zayıflamasına da sebep olur. Sınav stresi, iş stresi başarıyı doğrudan etkiler. Stresli dönemlerde beslenmeye dikkat ederek ve doğal takviyelerle stresimizi yönetebiliriz. Bu zor dönemlerde, B grubu vitaminler açısından zengin besinlerin tüketimine özen göstermeliyiz. B vitaminleri, zihin yorgunluğu ve aşırı stres durumlarında, bağışıklık sistemini güçlendirmek ve cilt sağlığını korumak için kullanılabilecek bir vitamin grubudur. Tahıllar, kuru baklagiller, süt, yoğurt, peynir, yeşil yapraklı sebzeler, balık ve karaciğer en iyi doğal B vitamini kaynaklarıdır. Özellikle sınav sabahları yumurta önerilir çünkü yumurta çinko, B vitamini, iyot ve kaliteli protein içeriği ile yüksek enerji sağlar. Magnezyum, sinirlerin ve kasların rahatlamasını sağlamak konusunda etkili bir mineraldir. “Anti-stres” mineral olarak da bilinir. Badem, brokoli, kabak, fasulye, et, süt, balık, yumurta, kuru baklagiller ve tam tahıllar en iyi magnezyum kaynaklarıdır. Günlük stresi atmak ve sınav öncesi gece rahat uyumak için papatya çayı önerilir. Papatyanın dışında melisa, şerbetçiotu, rezene, anason, lavanta, fesleğen, nane, gül kullanılabilir. Bana danışan ve sınav stresiyle uğraşan öğrenciler sıklıkla “Hafızamı nasıl güçlendirebilirim?” diye sorarlar. Onlara biberiyeyi öneririm. Adana Kozan’da doğmuş, Toroslarda yaşamış, Roma’da […]
Korkuya Rağmen…
Bazen Ben’e ulaşmak için kendini kendinden kurtarman gerekir… Kendinin kahramanı olman gerektiğini, sana yardım edecek kişinin senden başkası olmadığını bilirsin. Bir yerlerde son noktaya gelmişsindir… Yeniye geçiş yapmak ister, ilk adımı nasıl atacağını bilemezsin. Aslında bilirsin de bilmek istemezsin. Yeniye atacağın adımlar korkutuyordur… Alışık olanı sürdürmek daha kolay geliyordur… Düzeni bozmak istemiyorsundur… Oysa adım attığında işler değişir… Gittikçe güzelleşir… Nefes almaya başlar, özgürleşirsin… Artık huzurlu, dengeli ve güvendesindir… Elimde yeni kapıyı açacak eski bir anahtar var. Anahtarı çevirmekten korkuyorum. Kapının arkasında göz kamaştıran güzelliklerin beni beklediğini biliyorum. Yeninin güzelliği karşısında heyecanlanıyorum. Eski ile yeni arasında gidip geliyor, bir süre yerimden kıpırdayamıyorum. Kilidi çevirmek ve eskiye veda etmek… Her seçim bir vazgeçiş olduğuna göre yeniye adım atmak eskiden vazgeçmek… Bunca zaman beni besleyen acı-tatlı her şeyi geride bırakmak demek. Yeniye geçiş, alışık olunandan bilinmeyene yol almak, korkuya rağmen adım atmak, cesur olmak demek. Şimdi bulunduğum yerde, bugüne dek imkânsız görünen şeylerin ne kadar kolay gerçekleştiğini görüyorum. Engellerin ancak benim düşündüğüm kadar engel olabildiğini biliyorum. Tıpkı korkunun ecele faydası olmadığını, korkuya rağmen adım atılması gerektiğini ve en büyük engelin kendimden başkası olmadığını bildiğim gibi… Bilmek ile harekete geçmek arasında ince bir çizgi var. ‘‘Nasıl olmasını istediğimi biliyorum ama hiç zahmet etmeden gerçekleşmesini […]
Kırılgan Hanım Ve Gerçeğin Formülü
Bu sabahki dersime yeni bir öğrenci geldi. Ben yaşlarda bir kadın. Arkalarda bir yere geçti. Dikkatli bir insan belli ki. Derste yoga matı kullanılmadığını anlamış, diğer öğrenciler gibi battaniye çekti altına oturdu. Bu ders Cumartesi günleri saat 11’de. Saatinden midir gününden midir nedir genelde pek neşeli ve şen oluyorum bu ders sırasında. İstanbul’daki öğrencilerle telefonumdan hoş beş ettikten sonra elimde Shadow Yoga kitabı ile Portland’lı öğrencilerin karşısına geçtim, battaniyemin üzerine kuruldum. Kalabalık bir sınıf ama yeni kadın dışındaki bütün öğrencileri ismen ve cismen tanıyorum. Eskiden böyle damlama usulüyle (İngilizcede drop-in diye tabir edilen) girilen derslerden ödüm kopardı. Tanıdığım öğrencilerle tanımadıklarım karışıyor, serileri bilen bilmeyen hep bir arada… Hoca açısından çok zor bir durum. Müfredatı yeni başlayanlara göre mi ayarlayacaksın, emektar tecrübeli öğrencilere göre mi? Programda dersin seviyesini orta-ileri diye belirttik ama bir tip öğrenci var, seviyeye aldırmadan saati ya da günü uyuyor ve hatta sırf hocayı seviyor diye kendine fayda yerine zarar getirecek derse damlıyor. Bu tip durumları en aza indirgemek ve kendi hocalarımın da tavsiyesini yerine getirmek maksadıyla ben damlama usulü ders vermeyi tercih etmiyorum. Genelde dört haftalık kurslar vasıtası ile öğrencilere Shadow Yoga öğretiyorum. Bu Cumartesi günleri olan damlama usulü verdiğim tek ders. Bu derse gelirken daima şen […]
Kendini Affetmek ve Annelik
Kuraldışı Yayınevi yazarlarından seneler önce okuduğum Thom Rutledge şöyle der: “Kendini affetmek bulaşık yıkamaya benzer. Bardakların rafa temiz bir şekilde dizilişinden çok hoşlanırım ancak birkaç saat içinde yeniden kirleneceklerini de bilirim. Her zaman yıkanacak bulaşıklarımız olacak ve her seferinde yıkayıp kaldırmak yine hoşumuza gidecektir.” Evet, ilk duyuşta belki kulağa hata yapmanın doğallığını sorumsuzca kabul edip rahatlamayı çağrıştırıyor gibi gelebilir ancak durum tam tersidir. Kendini affetmek hayata devam etme sorumluluğu ve gücünü kazanmanın yegâne yoludur. Annelik duygusunu henüz tatmamış biri olsam da tanıdığım iki farklı anne karakteri bana kendini affetmek hakkında son derece yapıcı bir ilham verdi. Bunlardan birincisi 20’li yaşlarının başında hem eş hem de annelik rolünü üstlenmiş ve çok kısa zamanda tökezlemiş olan bir anne. Henüz tam olarak bireysel gelişimini tamamlamadan, kötü evlilik dönemi sancıları içinde bocalarken ve bunalımını nasıl aşacağını bilmeksizin ayağa kalkmanın ilk adımlarını keşfetmeye çalışırken, 3 yaşındaki oğlunda konuşma problemi olduğunun farkına vardı. Ama çevresi tarafından bunun genetik ve normal bir durum olduğuna inandırıldığı için 2 yıl bekledi. Bu süreç içinde gözlemleri ve içsesi ona bu durumun aslında bunalım dönemlerinde bebeğiyle yeterince kaliteli zaman geçirememesinden kaynaklandığını söylüyordu. Ancak umudunu kaybetmedi ve harekete geçmeye karar verdi. Tek başına nefes aldığına karar veren bir kadın olarak bağımsızlığının ve […]
Şifacılığa Giriş
Bana gaz veren ve Çin’e gidişimi tetikleyen şey, mesane kanseri olan bir kadının Çigong ustaları tarafından 3 dakika içinde iyileştirilmesini gösteren bir video olmuştu. Çin’den döndüğümde uzun bir süre inzivaya çekilip sabah akşam düzenli Çigong egzersizlerimi ve meditasyonlarımı yaptım. Bu esnada sadece farkındalık yaratmak amacıyla Çigong hakkında dergilere makaleler yazdım. Ardından büyük ustalarımın yetkilendirmesiyle eğitim vermeye başladım. Web sitemde yazdığım bir ibare yüzünden pek çok kişiden sitem dolu, hatta bazen hakaretlere varan yazılar aldım. Söylediğim, insanların benden şifa vermemi istememeleri, onlara kendi kendilerini nasıl iyileştirebileceklerini öğretmeyi hedefliyor olmamdı. “Madem Çin’e gittin, niye şifa vermiyorsun? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?“ diyen okurlarım oldu. Bir şifacının şifa sürecini anlatayım size. Elinizde aktaracak çok güzel, çok değerli bir bilgi vardır. Bu bilgi herkesin ortak kullanım alanıdır. Herkes gani gani faydalanır ondan. Bu bilgi kendi kendini iyileştirme sanatıdır. Ancak insanlar hasta olduklarında ilk önce kendilerine olan inancı yitirirler; kendilerinden başka herkesten, her şeyden medet umar hale gelirler. Doktorlar, ilaçlar, alternatif tıp, üfürükçü hocalar, aklınıza ne gelirse… İşin şifacı tarafına geri dönelim. Evet, elinizde gerçekten başkalarına verebileceğiniz bir şifa gücü vardır. Biri gelir, hastadır. Ona göre hastalığı her şeyden daha birincil önemdedir. Onu iyileştirirsiniz. Artık iyidir. İnsanların en büyük sorunu kredisini çabuk tüketme […]
Ne Yaptın Çocuk?
Üç sene kadar önceydi. Bir eğitim başlamak üzereydi ve son anda içeriye hayli çelimsiz görünen sarı benizli ama gözlerindeki ışıltı da bir o kadar parlak bir genç girdi. 25 yaşındaydı. Hapisteyken tesadüfen NLP kitabımı okumuş ve hapisten çıkar çıkmaz da soluğu o tarihte verdiğimiz eğitim hangisiyse onda almıştı. Kendini tanıtma esnasında hapisten yeni çıktığını söylediğinde bizim ve diğer katılımcıların tepkisini test ediyordu; eğer yargılandığını hissederse çekip gitmeye kararlı olarak geldiğini söylemişti daha sonra. Ona kucak açtı herkes. Kendine yeni bir hayat yaratmak istiyordu. Gözlerinden zekâ, merak, gelişim arzusu ve sıcaklık fışkırıyordu. Küçük yaşlardan itibaren sokaklarda büyümüş, aile, aidiyet nedir bilmemiş, okul hayatı pek olmamış ve suça itilmiş bir çocuktu ama gözlerinde bir şeyi daha görebiliyordunuz: Merhamet. Beslenme zinciri olarak bile hayvanların öldürülmesine üzülürdü. Bu yüzden et hatta balık bile yemezdi. Çevreci ve hümanist dünya görüşü onun ilgisini çekiyor, bu konuda önerdiğimiz her kitabı iştahla okuyor ve öğrendiklerini derhal hayatına geçiriyordu. Kısa zamanda okuma hızını arttırmış ve benim diyenden daha çok kitap okumaya başlamıştı… Geçmişi telafi etmeye çalışıyordu sanki. El yazısını bile düzeltmişti. Bütün eğitimlere katıldı sırasıyla. Bir de sevdiği oldu. Vefalı, vicdanlı ve sevecendi. Çok az insanda üçünün de bulunduğu bu insani özelliklerin hepsi onda mevcuttu. Gözlerinden yansıyan masumiyet ışığı, […]
Yeryüzünün Tüm Renklerini İçinde Barındıran Çok Dilli Bir Öykü: Dorilenya
Not: Bu yazı 12 Mart 2014 tarihinde soL Gazetesi Kitap Eki’nde yayımlanmıştır Dorilenya doğar doğmaz konuşmaya başlayan bir kız çocuğu. Ancak insan diliyle değil, insan dili dışındaki tüm dünya dilleriyle. Önce gizlice beşiğine giren kedisi Ririka, ardından balkona gelen güvercinler, kediler, kuşlar, kelebekler… Dorilenya hepsiyle konuşabiliyor, söylediklerini anlıyordu. Sadece insan dilini konuşmuyordu, çünkü kedisi Ririka ona, insan dilini konuşmaya başladığında diğer tüm dünya dillerini unutacağını söylemişti. Dorilenya da uzun süre direndi, insan dilinde konuşmadı. Hatta bu artık aile büyükleri için o kadar endişe verici bir hal aldı ki bir sorun olabileceğini düşünüp Dorilenya’yı doktora bile götürdüler. Ta ki dördüncü yaş gününe kadar. Buraya kadar çok dilli öyküden biraz bahsettik ama öykü o kadar sürükleyici ki daha fazla ipucu vermeye gönlümüz razı olmadı. Ama yine de söylemeden geçmeyelim, özellikle arkadaşı Dorilenya’yı koruyacağım diye kuş kovalayamaz, fare yakalayamaz duruma düşen ve şapşal kedi yaftası yapıştırılan sevimli kedi Ririka başlı başına bir neşe kaynağı. İnsan dilinde ağzından çıkan ilk kelimenin ardından Dorilenya’nın başına gelenler, okulda yaşadıkları, öğretmeninin desteği, yapmaktan keyif aldığını fark ettiği başka şeyler öyküyü bir yetişkin için bile bir solukta okunası yapıyor. Kitap 72 sayfa da olsa içinde birçok kısa öykü barındırıyor. Bu da çocuklara sıkılmadan, parça parça okuma imkânı veriyor. […]
Tutumluluk
Tutumluluk, Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Aşırı harcamalardan kaçınarak tasarruflu hareket etme, diğer bir deyişle savurgan olmama” anlamıyla yer almaktadır. İsraf yoluyla doğaya ve çevremize verdiğimiz zarar, en başta kendi yaşantımızı sonra çevremizdekileri ve ne yazık ki geleceğimizi etkilemektedir. Kulağımıza küpe olması gereken çok güzel bir özdeyiş var: “Tutumlu olan muhtaç olmaz.” İsrafa engel olarak çevresine zarar vermekten kaçınan toplumlar günümüzde hem iktisadi hem de sosyal olarak oldukça ileri seviyelerdedir. Açlıkla dünya çapında mücadele etmek amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı’na (FAO) göre 450 milyon insan açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Bu tehdit altında bulunan insanların çoğunluğunu çocuklar oluşturuyor. Birleşmiş Milletler Uluslararası Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), her yıl bu şekilde 15 milyon çocuğun öldüğünü belirtiyor. Geleceğimizi tehdit eden bu tehlikeden hepimiz sorumluyuz. Gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerde israf oranları her geçen gün artması yetmezmiş gibi zaten sınırlı olan dünya kaynakları da nüfus artışıyla birlikte hızla tükeniyor. Gelecekte su ve doğal kaynak savaşlarının çıkacağı herkes tarafından öngörülürken bu vurdumduymazlık niye diye sormak gerekiyor. Aslında kaynaklarımız hiçbir zaman bol olmadı. İnsanlık olarak hep tasarruf etmemiz gerektiğini bildiğimiz halde dizginleyemediğimiz hırslarımız yüzünden israfın önüne geçemedik. Kendimiz ve birbirimiz ile savaşmaktan etrafımızdaki mükemmel doğaya saygılı olamadık; onu da kendi karanlığımıza çektik; kirletmeye çalıştık. […]
Ben Bunları Hep Senin İyiliğin İçin Söylüyorum…
Geçen ayın üç haftasını İstanbul’da geçirdim. Öyle çok şey yaptım, o kadar çok insanla görüştüm ki üç hafta bana üç aymış gibi geldi. Sonunda koşturmaktan bitap düşüp uçakta hastalandım. Otobüs misali tıkıştığımız kabinde üç dakikada bir düzenli olarak hapşırarak mikrop yaydım. Portland’daki evimize vardığımda ilk iş kendimi yatağa attım. Ondan sonraki üç gün boyunca da çıkmadım. Şimdi dönüşümün üzerinden bir hafta geçmişken nezle izleri hâlâ mevcut ama sabahları kafelere gidebilecek kadar iyileştim. İstanbul’dan buraya her dönüşümde içine düştüğüm derin boşluğun ruhumu karartmaması için gayret ediyorum sadece. Bu boşluk hissi ve beraberinde gelen kederin sahici duygular olmadığını, uyarılmaya bağımlı zihnimin İstanbul’un hareketli, canlı, dertli, keşmekeş hayatından sükûta ve yavaşlığa geçişte çıkardığı arızaları olduğunu bilecek kadar çok yaptım bu yolculuğu. Buranın sakin ve huzurlu temposundan şikayet etmek, koşturarak kendisi ile yüzleşmekten kaçınan benliğin boşluğa düştüğü andaki telaşı aslında. Geçen ayın yazısı için düşündüğüm ama sonra karışan ve kızışan gündem sebebi ile askıya aldığım, kendine değer vermeyen erkeğe tutkun kadınlar karşısında aldığımız şefkatten yoksun tavırla ilgili yazıma nihayet başlayabilirim. Önümüzdeki ay da hem üzülüp hem de mutlu olabilir miyiz sorusu etrafında dolanacağız. Kadınlardan başlayalım. Son aylarda hayatıma üç adet hikaye girdi. Hikayelerin hepsi farklı yaşlarda ve yapılarda ama üçü de pırlanta gibi akıllı, […]
Türkçede Olumlama: “Hadi Yavrum, Kazasız, Belasız Git İnşallah”
Güzel bir şeyi vurgulamak için kullanılan ancak olumsuz kelimelerden türetilerek elde edilen olumlama şekli sanırım sadece Türkçemize has bir durum. Olumlama yerine “olumlu yapma” diyecektim ama yap kelimesinde bile olumsuz ek var. Mastar haliyle “olumlamak” şeklinde kullanırsak sorun yok, ancak isim olarak “olumlama” şeklinde kullanırsak, ismin yanı sıra bir de emir kipi niteliğinde, olumsuz bir eyleme girmemiz için emir veren bir kişinin ağzından çıkan kelimeye dönüşüveriyor. Sevdiklerimiz için iyi dileklerde bulunurken, kendimiz için bir şeyler isterken ya da dua ederken çoğumuz bunları olumsuz kelimeler kullanarak dile getirir. Olumsuz kullandığımız sürece evren neyi istemediğimizin mesajını alıyor ama neyi istediğimizin mesajını alamadığı için bize pek yardımı dokunamıyor. Üstelik istek ve talebimizde yer alan kelimeler, vurguyu ona yaptığımız için dönüp dolaşıp bize geri geliyor. Ne istediğimizi değil, ne istemediğimizi çok iyi biliyoruz. Örneğin sevdiklerimizi uğurlarken “Hadi kazasız belasız… gidince ara, mesaj at!” gibi cümleler kurarız. Şimdi, karşı tarafın gideceği yere sağ salim gitmesini istediğimiz aşikâr ama dile getirdiğimiz şey kesinlikle bu değil. Kurduğumuz cümlede “kaza”, “bela” gibi normalde başımıza gelmesini istemeyeceğimiz kelimeler var. Evren sizden belirgin ve net olmanızı ister. Tamam, istemediğin o, ama istediğin ne be kardeşim?! Hâlbuki doğrusu “Hadi sağ salim, keyifli bir yolculukla gideceğin yere var!” şeklinde olabilirdi. Mükemmel yerine […]
Gerçeklerle Yüzleşmekten Neden Korkarız?
“Cehaletimizin göstergesi, kadere, şanssızlığa, talihsizliğe olan inancımız ölçüsündedir.” GERÇEK insanı özgürleştirir. Çünkü gerçekleri görmek ve kabul etmek, bize onları değiştirme gücünü de verir. Kabul bu gücü içinde barındırır. Ama insanların çoğu gerçeklere inanmamayı tercih ediyor. Gerçeklerle yüzleşme cesaretini göstermek yerine, gerçekleri göz göre göre inkâr ederek özgürlüğünü de feda etmeyi seçiyor. Zaten korku dolu insanlar için özgürlüğün bir değeri yoktur ki. Onlar güvence peşindedir, özgürlük değil. Çocukluğundan itibaren hiç özgürlüğü tatmamış, otoriteye boyun eğmeyi öğrenmiş bir insan özgürlüğün tadını ve özgürlüğün sağladığı haklarını nasıl kullanacağını da bilemez elbette… Özgürlükten kaçışın birçok nedeni olsa da burada iki temel neden üzerinde duracağız. 1. Bilinmeyenden korkmak: Çünkü gerçeklerle yüzleşmek rahatlık alanımızın dışına çıkmayı gerektiriyor. Gerçeklerden korkuyoruz çünkü değişimden korkuyoruz. Çünkü bilinmeyenden korkuyoruz. Bildiğimiz alışık olduğumuz düzen bize ne kadar acı verirse versin tanıdık geliyor. Bu tanıdıklık duygusu taaa çocukluk dönemimize uzanıyor. Örneğin; çocukluğumuzda annemize ve bize şiddet uygulayan despot bir babanın terörü altında yaşamışsak, despot bir erkeğin kadına şiddet uygulaması bizim için “tanıdık” oluyor. Maruz kaldığımız şiddet, sözel, duygusal, fiziksel ve/ veya cinsel boyutta olabilir. Ne kadar acı çekersek çekelim, mutsuz olursak olalım, yine de bildiğimiz “tanıdık koşullar” altında yaşamak, bilmediğimiz “yeni koşullara” adapte olma sürecinden daha kolay, daha risksiz, daha güvenli geliyor. […]
Stresle Başa Çıkma Yolları-3
NLP (Neuro Linguistic Programming) yani Türkçeye çevrimiyle Duyu Dili Programlaması, zihni etkili kullanabilme tekniklerini içerir. Bu tekniklerle bireyin, kendisinin en iyi versiyonuna ulaşması, içsel ve dışsal başarıyı yakalaması, uyumlu ve dengeli olması sağlanır. Zihin ve beden birlikte hareket eder. Duygular, fizyolojik tepki, algı, davranışsal tepki hepsi art arda gerçekleşir. Aralarında bir ayrım yokmuş gibi birbirlerini etkilerler. Aynı şekilde bedenin de zihin üzerinde etkisi vardır. NLP bedenle, duyguyla, zihinle ve ruhla bağlantılı, bütünsel yaklaşım tekniklerini içerir. NLP deki tekniklerden ‘Olumlu Çapa’ tekniği de stresin veya olumsuzluğun üzerinizdeki etkisini azaltmanıza yardımcı olur. Böylece stres yaratan olaylar karşısında rahat, canlı ve güçlü bir duruma gelerek daha sağlıklı düşünebilirsiniz. Bu tekniği uygulamak için hayatınızın bir film olduğunu varsayın ve kendinizi iyi, başarılı, özgüvenli ve güçlü hissettiğiniz anılarınızı hatırlayın; her birini zihninizde donmuş film karesi olarak düşünün. Bu anları arka arkaya yazarak listeleyebilirsiniz. Mesela İlkokulda öğretmeninizden aldığınız aferin, başarılı bir sınav sonucu, resim yarışmasındaki başarınız, ailenizin sizi kutlaması, sahnede aldığınız alkış, tenis maçındaki aldığınız önemli sayı gibi… Bunlar küçük ya da büyük başarılar olabilir, listenizi ne kadar genişletirseniz o kadar iyi olur. Listenizi tamamladıktan sonra, kendinizi rahat hissettiğiniz bir yerde, derin nefes alarak, gözlerinizi kapatın. Listenizdeki her film karesini zihninizde tek tek canlandırın. Bu olayı […]
Nasılsın?
Bazı insanlarla iletişim zorlayıcı olabiliyor… Bu insanlar duymazlar, sadece işitirler; bakmalarına bile gerek yoktur, zaten her şeyi görürler. Yanlışları yoktur onların, doğru bildikleri tartışmaya açık değildir! Bildiklerini ima ederler. Oysa genellikle bilgi değil fikir sahibidirler. Anladıklarını zannederler. Oysa ne soru vardır ortada ne de verilmiş bir cevap… Sormadan cevapları almışlardır. Haklılıklarından emindirler! Haliyle yorucudurlar… En basit örnekle yukarıdaki davranışlara sahip insanlar, sana‘‘Nasılsın?’’ diye sormadan nasıl olduğuna dair fikir sahibidirler! Aynı zamanda kendilerince komiktirler. Mesela ‘‘Günaydın’’ yerine ‘‘Ne o bu sabah sana kamyon mu çarptı?’’ diyerek gülerler. Sabah kahvesini içmeden gelen bu samimi(!) yaklaşımla o güne uyanmak istemezsin. Onu tam geçersin köşede ‘‘Ne o çok durgunsun?’’ diye soran bir başkası bekler… Az ileride ‘‘Bir derdin mi var?’’ der diğeri… ‘‘Karadeniz’de gemilerin mi battı?’’ya kadar gider sorgu sual… Sekiz harfli ‘‘Nasılsın?’’ sorusu gelmez! Gün ilerler, afyon patlar, saatler biraz öğleni geçer ve bu sefer de ‘‘Ne o aşık mı oldun da yerinde duramıyorsun?’’ diyenler karşına çıkar… ‘‘Hayırdır bu ne enerji?’’, ‘‘Bugün güzel bir haber aldın sanırım.’’, ‘‘Neye borçluyuz bu neşeyi?’’ gibi cümleler birbirini takip eder… Sekiz harfli ‘‘Nasılsın?’’ sorusu gelmez… O şunu der, bu bunu der demesine de neden kimse ‘‘Nasılsın?’’ diye sormayı akıl etmez?… ‘‘Nasılsın’’ sorusuna verdiğimiz ‘‘İyiyim’’ cevabı en temel […]
Süt Hakkında Her Şey
Sorduğunuzda söylüyorlar aslında; soru da çok basit üstelik: ”Ben sizden süt alan/almak isteyen bir tüketiciyim; hayvanlarınızı ne ile besliyorsunuz?” Sevgili Elif Kamışlı bu soruyu pek çok firmaya sormuş. Aldığı yanıtları bana yazarken söylediği ilk şeylerden biri şuydu: “…sonuç ise pek iç açıcı değil.” Organik ürünler satan bir dükkânda sütünü gördüğü bir firmayı aramış, mısır silajı kullanıp kullanmadıklarını sormuş. ”Kullanıyorlarmış.” dedi. Verimlilik için şart olduğunu söylemişler. Elif bunun kanserojen bir madde olduğunu belirtince de ”Biliyoruz” deyip sessizliğe bürünmüşler. ”Şaşkınım.” diyor. Firmalardan biri zaten açık açık ilan ediyormuş mısır silajı kullandığını, sormaya gerek kalmamış. Bir başka firma yakın zamanda başlamış mısır silajı kullanımına. ”Eskiden ihtiyacımız yoktu ama ne olduysa artık gerekiyor” demişler. ”Fakat mısır silajını çok iyi bir yerden alıyoruz” diye de not düşmüşler. Diğer bir firma otuz farklı üretici ile çalıştıklarını söylemiş ve kimin ne kullandığına dair hiçbir fikirleri yokmuş. ”Denetlemeyi nasıl yaparız bilmiyoruz ama haklısınız; niye bugüne kadar hiç aklımıza gelmedi ki sonuçta biz de tüketiciyiz” demişler. Bir araştırıp geri döneceklermiş. Sonra bir başka firmayı aramış. Firma gelecekteki yatırım planlarından falan bahsedip ”organik mısır silajı” kullandıklarını söylemiş. Ben buna yorum yapmak istemiyorum açıkçası. Bir şeyden cidden korkmanız gerekiyorsa ”mısır” bu konuda doğru tercih […]
Teşekkür Ederim
Teşekkür Ederim! Sonsuz güzellikler için, her şeye rağmen güneşin yükselerek, ağaç dallarına ışığını sunduğu için. Teşekkür ederim! Ne olursa olsun bizi sarıp sarmalayan denizin mavisine, küsmeden yağan yağmura… Şükürler Olsun! Mucizelerin her anın içinde olduğu bu yaşama, seçimlere, sorumluluklara… Şükretmenin faydası bilimsel olarak da kanıtlanmıştır. Profesör psikolog Sonja Lyubomirsky her gün şükretmenin hayatımıza şifa getireceğini söylüyor. Başka bir psikoloji profesörü ise şükretme alışkanlığının kan basıncı, depresyon ve çeşitli sağlık sorunlarının iyileşmesine yardımcı olduğunun altını çizmiştir. Böylesine kolay ve kalpten akarak dışarı taşan tek bir söz, tüm hayatımızı değiştirebilir mi? Elbette! Düşüncenin nereye yönelmiş olduğu, yaratım sürecini başlatır. Bu yaratıcılığımızı hep yok saymak belki de en büyük kusurumuz. Oysa yapılan çalışmalarda gerçek ve düş diye bir ayrım olmadığı görülmüştür. Odağımız nereye yöneliyorsa orada sadece “gerçek” vardır. Mesela bir çalışmada deneğin eline bir nesne verilip beyninde harekete geçen noktalar incelenmiştir; aynı şekilde bu nesneyi sadece düşünmesi de istenmiştir. Değişiklik var mıdır? Elbette hayır! O yüzden gün içinde kendimizi beslemek çok önemlidir. Nasıl bir dünya yarattığımız ve seçtiğimiz her anın içinde gizlidir. Değişimin son hızıyla ilerlediği bu süreçte, gücümüzü açığa çıkarmanın vakti gelmiştir. Dışarıyı suçlayarak, algımızı oraya yönlendirerek sadece bu karışıklığın daha da büyümesine destek oluruz. Hani yaratmak istediğiniz, içinde barış olan, herkesin […]
Bizimle Misin?
Zifiri karanlıkta, fırtınanın ortasında, cılız ateşli, sadece kendi dibini aydınlatan bir mum gibiydim. Çaresizliğin ve endişenin ortasındaki ürkek bir umut gibi… Daima umut olduğuna inansam da -veya belki de kendimi buna inandırmak istesem de- şüphe yakamı bırakmıyordu. Her yerde bas bas bağırıyordum: “Benim umudum var!” diye. Belki de içimdeki o ufak şüpheyi ikna etmeye çalışıyordum… Çünkü umutsuz olmak için birçok sebebim varken umutlu olmak için sadece inancım ve her şeyi iyi tarafından da görebilen pembiş gözlüklerim vardı. Yine de inanç bana harekete geçme arzusunu veremiyor, üşengeçliğimi aşmama yardımcı olmuyor ve engelleri atlama cesaretini aşılayamıyordu. Şimdiyse umut bir inanç değil; artık umudun olduğunu biliyorum. Çünkü yapayalnız ışıldayan bir mum değilmişim. Pas parlak başka mumların da olduğunu keşfettim. Geçen hafta artık bir kahraman beklemenin anlamsız olduğunu ancak o kahramanın kendisi olabileceğini keşfetmiş 142 gençle “Doğal Kahraman” olmak için Antalya’da buluştuk. Türkiye ve Dünya’daki insanlar bu kadar birlik ve beraberlik duygusunu yitirmişken Türkiye’nin 56 ilinden, 79 üniversitesinden 142 gencin tek bir amaç uğrunda birleştiğini, beş günde bir aile olabildiğini görmek beni derinden etkiledi. Biz her fırsatta dinimizi, ırkımızı, siyasi görüşümüzü ve geleneklerimizi bahane ederek ayrılmaya çalışırken DOĞA bizi birbirimize tekrar bağladı. Tıpkı toprağı suya, suyu ağaca, ağacı insana bağladığı gibi… TEMA Vakfı […]
Yoga İle Yeni Başlangıçlar
Nisan ayından herkese merhabalar, Yeni bir yıl, yeni bir ay, yeni bir mevsimle beraber baharın enerjisini içimizde hissetmeye başladık. Bu sene kışı tam yaşayamasak da kar ülkemize uğramasa da baharın gelişiyle birlikte şimdiden enerji dolmaya başladık. Kuşlar cıvıldıyor ve sokaklardaki gürültüler artıyor. Kuraldışı ailesine bu ay katıldım; yazılarımda sizinle keyifli etkinlikleri ve anıları, özellikle de yoga ile ilgili bilgilerimi paylaşacağım. Özel Meditasyon ve nefes teknikleri, göz yogası, yoganın tarihi vs. gibi pek çok konuya değinerek, evinizde uygulayabileceğiniz minik yoga dersleri anlatacağım. Bu yazıyı belki otobüste bir yere giderken, belki evinizde otururken, belki dışarıda kahvenizi yudumlarken, belki de işten eve gelmiş ve yorgun bir şekilde okuyorsunuz. Aslında nerede olduğunuzun önemi yok. Çünkü nasıl her yerde bir şeyler okunabiliyorsa yoga da her yerde yapılabilir. Şimdi size, günün stresini üzerinizden atmanızı sağlayacak minik bir gevşeme alıştırması yaptıracağım. Öncelikle tüm teknolojik aletleri sesini kapatın ve gevşemek için kendinize 15 dakikacık ayırın (nerede olduğunuzun hiç bir önemi yok). Arkanıza yaslanın ve günün stresini azaltmak için biraz gevşemeye ihtiyacınız olduğunu hissedin. Rahat bir şekilde oturun, arkanıza yaslanın ve gözlerinizi kapatın. Derin derin 3 kez nefes alıp verin (Burnumuzdan nefes alıp veriyoruz). Bedenimizi kademeli olarak kasıp gevşeteceğiz. Ayaklarınızı kasın, bacaklarınızı […]
Travis
Lise yıllarımdan bir koridor resmi zihnimde ve oturduğum sıranın yan tarafındaki pencereden izlenen boydan boya sarmaşık kaplı yemyeşil duvar… Her zaman ilk bilgilerin heyecanıyla oturup kalktığımız sıralar, gün boyu zihnimizde pek çok ilk kez yanıp sönen ışıklar… Zihnimizdeki kavgalar da öyle yanar sönerdi… Bir gün öğrenci kulübünde bir tür karar alma tartışmasının içine girdikten sonra, zihnimdeki kavgayla bir süre vakit geçirmemin ardından bir arkadaşım birden kulaklıkları uzattı. Nasıl bir ses ve dinginlik dolu bir ritim ki öylece o karşıdaki yapraklara daldım ve aklımda kalan, içime dolan sözler ‘If its real what Im feeling theres no make believing the sounds of the wings of the flight’ ve o an sonsuza kadar zihnimdeki tüm kavga, tüm ayrışımlar ve arayış sona eriverdi. Sadece içerden kontrol edilemez bir gülümseme. Gün boyu koridorlarda bu şarkı. Bundan sonraki 1 yıl boyunca aklımda kalan söz bir kâğıda yazılarak duvarda karşımda ve nakaratı ile unutulmaz melodisi ara ara hep dilimde gezdi durdu. Tabi internetin, bilgisayarın mp3’ün dahi olmadığı sadece radyoçalar ve walkman ile müziğe eriştiğimiz günlerden bahsediyorum. Daha sonra bir şarkının da anısının da çarçabuk tüketildiği günler geldi hızlıca. Ta ki bir sonraki yıl radyoda Sing adlı şarkılarına rastlayana dek. Direkt tanıdım sesi ve hemen arkasından radyodaki kızın […]
Affet Beni Siyo Hala
İki kardeşim, annem, babam ve tabii ki Siyo Hala… Sanki altı parçalı bir bütündük biz. Asıl adı Siyaset idi. Asil bir aileden geliyordu ama yıllar içinde yaşanan maddi ve manevi birçok olumsuzluk onu hayatın başka boyutuna taşımıştı. Erken yaşta ölen kocasından sonra bakmak zorunda olduğu 4 oğluyla yaşam mücadelesi içinde buluvermişti kendini. Yaşları birbirine yakın üç kardeştik. Annem çok titiz olduğu için bazı durumlarda hem bize hem de eve yetişemezdi. Siyo Hala o yüzden hayatımızın en büyük destekçisiydi. Biraz yavaştı ama çok temiz ve ince işi vardı. Çok güzel yorgan işlerdi; o dönemde henüz teknoloji yaşadığımız şehre uğramadığı için evimizde su sistemi yoktu, yaz kış demeden bize yakındaki çeşmeden su taşırdı; annem bizi ona gönül rahatlığıyla bırakır bir yerlere gidebilirdi. Siyo Hala evimizin yardımcısı değil ailenin bir ferdi kadar yakındı bize. En keyifli anlarımız birlikte televizyon seyrettiğimiz zamanlardı. Sanki biz seyretmiyormuşuz gibi filmde olup biten her şeyi hem izler hem de anlatırdı. Şimdi kapı açıldı, adam içeri girdi, birlikte sofraya oturdular vs. Kahkahalarla gülerdik… Derken yıllar geçti, hepimiz büyüdük. Ben üniversite için Eskişehir’e gittim, Siyo Hala da oğlunun yanına İstanbul’a geldi. Okulun ilk yaz tatiliydi; Ardahan’a gelmiştim. Çok güzel, güneşli günlerden biriydi; bahçede yemek yiyorduk. Babam morali çok bozuk bir […]
Yiyecek Tasarrufu
Tasarruf yolculuğuna çıkarken doğaya olan sevgimiz ve onu koruma gayretlerimizin yoğunluğu ile günlük yaşamımızda kolaylıkla yapabileceğimiz bilgileri paylaştık. İşin içine bir şeyleri korumak girince, korunması gereken ve koruma stratejileri konusunda çalışma yaparken koruyanın da bu bilinç seviyesinde olması ve yapacaklarını kararlılıkla ve istikrarlı bir şekilde yapması gerekmektedir. İçsel gelişimimizin bir parçası olarak özümüzde var olan tasarruf eylemini gerçekleştirememenin verdiği pişmanlık duygusu ve vicdani sıkıntılarla yaşamaya alışsak da bu sıkıntılı duruma düşmemizin sebebi ya bilgisizlik ya da yanlış bilgilendirmedir. Tasarruf bilinci kabaca içsel tasarrufla bağlantılanabilir. Kendi vücudunu ve ruhunu beslemesi gereken insan, bedenini ve çevresini birçok anlamda çöplüğe çevirirken çevresine saygı duymasını bekleyemeyiz. Öncelikle kendimizle ilgili tasarrufları kontrol etmeliyiz. Öğünlerce yemek, atıştırmalık, dolaplarca kıyafet, ayakkabı, kozmetik malzemeler, ihtiyaçtan öteye giden yaşamsal faaliyet gereksinimleri çevreye doğrudan veya dolaylı yoldan zarar vermemize ve kaynaklarımızı hızla tüketmemize yol açıyor. Birleşmiş Milletler ’in (BM) 2011 yılına ait bir raporunda yaklaşık 1,3 milyar ton gıdanın ziyan edildiği ve bu yiyeceklerin aslında 3 milyar insanı doyurmaya yeteceği belirtilmiştir. Süpermarketlerin belirli standartlarına uymayan ve satılamayan tonlarca meyve sebze atılmaktadır. Otellerde kalan müşterilerden kimin, ne kadar yemek yiyeceğinin bilinmemesi nedeniyle fazla üretilen yemekler sonucunda yılda ortalama 60 bin ton yemek çöpe atılmaktadır. Ankara Ticaret Odası tarafından hazırlanan ekmek raporuna […]
Su Tasarrufu İçin Günlük Yaşamınızda Neler Yapabilirsiniz?
Banyoda, mutfakta, bahçede, temizlikte… Su kullandığımız her yerde… Her birimizin yapabileceği çok şey var. Minicik görünseler de toplamında hayli büyükler. * Dişlerinizi fırçalarken, tıraş olurken musluğu kapayın. Dişlerinizi fırçalarken, tıraş olurken açık bırakılan musluk, her seferinde yaklaşık 15-20 litre suyun boşa akmasına sebep olur. Bu da, yılda kişi başı ortalama 12 ton su ziyanına yol açar. 4 kişilik bir ailede bu rakam ortalama 48 tondur. * Duş başlığınızı değiştirin. Yeni çıkan, suyu daha iyi bir şekilde püskürten, ekonomik duş başlıklarından alın. Böylece suyu daha az açarak tazyikli bir duş alabilirsiniz. * Saçınızı şampuanlarken duşu kapatın. 5 dakikalık bir duş sırasında ortalama 60 litre su harcarsınız. 4 kişilik bir ailenin her bir ferdi duş süresini 1 dakika azaltırsa yaklaşık 18 ton su tasarrufu olur. Banyo yaparken küveti doldurduğunuzda ise 100 küsur litre su tüketiyorsunuz. *Musluktan sıcak su beklerken akan suyu bir kovada biriktirip daha sonra kullanın. * Damlayan muslukları tamir ettirin. Evdeki muslukların hiçbirinin akıtmadığından emin olun. Gerekirse tamir edin. Saniyede bir damla akıtan musluk yılda 1 ton su harcar. * Tuvalet sızıntılarını hemen tamir ettirin. Tuvalet rezervuarınızdaki su sızıntısı, günde 700 litre suya ulaşır. * Gereksiz yere sifon çekmeyin. Tuvaleti çöp olarak kullanmayın. Dört kişilik bir ailenin her bir […]
Kahve mi Çay mı İstersiniz?
Bir fincan kahvenin içindeki sıvı miktarı nedir? Ortalama 200 mililitre. Peki, içtiğiniz bir fincan kahve için, üretimden tüketime kadar yani topraktan önünüze gelene kadar geçen aşamada 280 litre su harcandığını biliyor musunuz? Bir fincan çay için gereken su miktarı ise 30 litre. Günde kaç bardak çay içiyorsanız varın siz bir hesap edin. Bu yazı içtiğimiz çay kahvenin miktarı ile ilgili değil, yarım bırakıp ziyan ettiklerimizle ilgili. Bardağınızda yarım bıraktığınız o kahve ve çay var ya; hani bir nedenle içilmediği için dökülen, ziyan olan kahve ve çaylar… Yarım fincan kahveyi döktüğümüzde aslında 140 litre suyu dökmüş, ziyan etmiş oluyoruz. Yarım fincan çayı dökerken aslında 15 litre suyu dökmüş oluyoruz. Çayınızda kahvenizde bir de şeker kullanıyorsanız her küp şeker 50 bardak suya mal oluyor. Peki, o içtiğimiz kahve ve çay bardağının yıkanması için kaç bardak su kullanıyoruz? Ortalama 8-10 bardak. Kullanılan deterjanın doğaya karışmasıyla ödenen bedel de bir başka sorun kaynağı. Türkiye’de yağışsız geçen kış ve sıcak havalar, ülkeyi hızla su fakiri olmaya sürüklüyor. İçilebilir su miktarında ciddi azalma var. Bundan sonra yağmur yağsa bile, uzmanlar İstanbul’da Ağustos’tan itibaren ciddi su sıkıntısı çekileceğini öngörüyor. Su kullanımında bilinçli olmak her birimizin sorumluluğu. Öncelikle tasarruf önlemleri almak zorundayız. […]
Mavi Altın S.O.S
Yaşamın kaynağı suyun diğer adı: Mavi altın. Türkiye’de yağışsız geçen kış ve sıcak havalar, ülkeyi hızla su fakiri olmaya sürüklüyor. İçilebilir su miktarında ciddi azalma var. Uzmanlar, bundan sonra yağmur yağsa bile İstanbul’da Ağustos’tan itibaren ciddi su sıkıntısı çekileceğini öngörüyor. Su sıkıntısı alarm veriyor. Türkiye siyasi gündemi öylesine yoğun, didişme öylesine fazla, seçimler öylesine yakın ki birkaç ay sonra yaşayacağımız su sıkıntısı gündemi hak ettiği kadar meşgul etmiyor hatta seçimler bitene kadar “su sorunu yok” bile denilerek gerçekler yeterince dile getirilmiyor. Ne yazık ki çoğumuz su konusunda bilinçsiz davranıyoruz. Türkiye sanıldığı gibi su zengini bir ülke değil. Bazı kendini bilmezlerin internet sitelerinde su sorunuyla ilgili yorumlarında bilinçsizce yazdıkları gibi, “Parasıyla değil mi, ister dökerim, ister kullanırım” deme lüksümüz yok. Ne yazık ki su darboğazına düştüğümüzde parayı su niyetine içemeyeceğiz. Sorun bakalım çölde susuzluktan kıvranan insana, “Bir küp mavi altın mı bir küp sarı altın mı?”diye. Enerji alanında petrolün alternatifleri çoktur. Oysa hayat kaynağımız olan suyun alternatifi yoktur. Yani suyun yerine bir başka maddeyi koymak mümkün değildir! SAYFA-BOLUMU Dünyanın bazı ülkelerinde insanlar, kaynağı sınırsızmış gibi suyu bol bol kullanırken, bazı ülkeler de susuzluktan kıvranıyor; dünyada 2, 5 milyar insan içecek temiz su bile bulmakta zorlanıyor. Bu rakam dünyadaki her 3 […]
Karsu Dönmez Konseri
Geçtiğimiz hafta perşembe günü Zorlu Center’da 23 yaşındaki caz müzik sanatçısı Karsu Dönmez konserindeydim. Şimdi burada kendisi hakkında her yerde rastlayabileceğiniz türden bilgiler yazabilirdim: çok genç bir yetenek; harika çok katmanlı bir ses; etkileyici bir başarı yolculuğu… Ancak ben daha başka şeyler söylemek istedim. Benim için iyi müzik ilham veren müziktir. Tıpkı güzel kadının ilham veren kadın olması gibi ya da iyi bir kitabın da öyle… Ne şarkılar var, dünyanın en karamsar ruh halini öyle başka anlatır ki sırf daha önce hiç aklınıza gelmemiş bir bakış açısıyla ifade edişi o karamsarlığa ışık tutar. Öte yandan kimileri dünyanın en neşeli borularını öttürürcesine çalar söylerler de bir türlü içinizde bir yerde bir sıcaklık bulamazsınız. Karsu Dönmez şarkılarında bulacağınız türden ilham ise ne bir mutluluk borusudur ne de karanlığa ithafen bir söylem. Onu dinlerken 4 dakikalık bir hayal dünyasında gezinip dünyanın gerçek haline bir savaş açmazsınız. Size yaptığı müzikle, harmanladığı kültürlerle ve ezgileriyle şimdiyi şuanda ve burada sevdiren türden bir ilham verir. Kendinizi ve dünyayı olduğu gibi, tüm gerçekliğiyle kabul etmekte hiçbir sakınca görmezsiniz. Bunun nedeni de sanıyorum Karsu’da böyle üst düzey eğitimlerden geçmiş ve üst düzey dinleyicilere hitap eden birinin taşıyacağı türden bir kompleks olmaması. Müzisyenlerini tanıtırken henüz 21 yaşlarındaki bateristini, gündüzleri […]
Şefkat Çağrısı
İstanbul’dan ayrılmadan hemen önceki son anım: Panayır kıvamındaki Gezi Parkı’nın Divan Otel’i tarafındaki çıkışına doğru eşimin tekerlekli sandalyesini sürüyorum. “Ne oluyor,” diye soruyor önümde sandalyesinde. “Bir şey yok,” diyorum. “Bostana doğru gidelim, orası daha sakin”. Yanımızdan gaz maskelerini takmış koşan birileri geçiyor. Eşim yine “Ne oluyor, ne diye bağırıyorlar” diye soruyor. Gaz maskelerinin ardından duyduğum “Operasyon başlıyor” cümlesini tercüme etmeye cesaret edemiyorum. Üzerimize doğru bir insan seli geliyor. Gezi Parkı’nın Divan Oteli tarafındaki çıkışı, o bitmek tükenmek bilmeyen inşaat yüzünden savaş alanı gibi. Ben tekerlekli sandalyeyi o çukurların arasından nasıl atlatacağımı düşünüyorum. Kalabalığı yararak arka çıkışa varmaya çalışıyorum. Eşim hâlâ neşeli. Arkalara vardıkça neşe dozu artıyor zaten. Çocuklar resim yapıyor. Sahnelerde müzik çalıyor. Dans eden de var, halay çeken de. Teyzeler süt mısır kemirerek çadırların arasında geziniyorlar. Yolumuzu kesip eşime sarılanlar oluyor. Tekerlekli sandalyesi ile Gezi’ye geldi diye. Yabancı olduğunu anlayınca sarılanlar artıyor. (Yıllar önce İstanbul’da geçirdiğimiz bir yılbaşı gecesinde de böyle sevgi seli ile karşılaşmıştı. Gittiğimiz barda genç kadınlar dört bir yanını sarıp öpücüklere boğmuşlardı kendisini. Onu hatırlatıyor bana.) Sonra herkes bize yardım ediyor, çukurların üzerinden sandalyesi üzerinde bizim Bey’i uçuruyorlar Divan’ın önünde. Biz Nişantaşı’na doğru uzaklaşırken ilk patlama duyuluyor meydandan. Arkama dönüp bakıyorum. Parkın üzeri bir gaz ve […]
Stresle Başa Çıkma Yolları-2
Bir bebeğin nefes alış verişini hiç izlediniz mi? Esasında doğal nefes alış veriş şeklimiz aynen bir bebeğinki gibidir. Bebeğin minik göbeği nefes aldığında şişer, nefes verdiğinde tekrar iner. Ne yazık ki doğalımızda olan bu diyafram nefesini yaşam içinde unuturuz Solunum, hem kendi irademizle yönetebildiğimiz hem de beyin sapındaki merkez tarafından kandaki oksijen ve karbondioksit dengesine göre, otonom sistem vasıtasıyla yürütülen bir faaliyettir. Stres altındayken doğru nefes almayı unuturuz ve bedenimize büyük zarar veririz. Stres nedeniyle gerilmeye başlandığında, damarların üzerindeki küçük kaslar büzülerek damarları daraltır. Daralan damarlar yüzeye giden kan miktarını azaltır. Stres halinde göğüsten çok sığ nefes alınıp verildiğinde, zihinde gerilimler oluşur. Çünkü akciğer solunumu yalnızca korku durumlarında kullanılmak içindir. Yapılan araştırmalar, stres esnasında vücutta oluşan olumsuz durumları, doğru nefes alma tekniğiyle azaltabileceğimizi ve gevşeyebileceğimizi göstermektedir. Doğru nefes alındığında damarlar genişler, kanın (dolayısıyla oksijenin) bedenin en uç ve derin noktalarına kadar ulaşması sağlanır. SAYFA-BOLUMU Akciğerinin üçe bölünmüş olduğunu hayal edin. Derin, tam bir yoga nefesi (Vibhaga), diyaframın aşağıya doğru hareket etmesi ve akciğerin en alt bölümünün oksijenle dolmasıyla başlar. Daha sonra orta bölüm oksijenle dolar ve göğüs genişler. Son olarak da akciğerin üst bölümü dolar. Hatta omuzlar hafifçe kalkabilir ve kürek kemiklerinde hissedilebilir. İhtiyacımız olduğunda diyafram nefesi alabilmek için, sıkça nefes […]
Güneş
Bir anda güneş açmıştı. Tıpkı yaklaşık on beş dakika önce yağmurun ansızın bastırması gibi… O anda fark etti ki bazen güneşin tekrar ortaya çıkması için önündeki bulutun çekilmesinden çok daha büyük sebepler olabiliyordu; çünkü güneş insanın içinde de açabiliyordu. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle ve içini kaplayan sebepsiz bir yaşam sevinciyle ağır ağır tırmandığı yokuşu dans eder gibi iniyordu. Ev kıyafetiyle apar topar sokağa çıktığı için komik bir görüntüsü vardı. Sokağa her çıkışında olağandışı bir özen gösterdiğinden normalde bu özensizliği komik bulmaz, kendisini rahatsız hissederdi. Oysa şimdi bu umursamazlık hoşuna gitmişti. Tepeden topuz dağınık saçlar, mor gözlüğü, mavi tişörtü, pembe yağmur çizmeleri, çizmelerinin bitiminden gözüken yeşil çorapları, çorapların bitiminden gözüken teni, ve siyah taytı… Elinde ise evdeki sekiz on şemsiye arasından özellikle en büyüğü olduğu için seçtiği şemsiyeyi tutuyordu. Yokuşun bitiminde haline gülerken yaptığı bu basit şeyin yarattığı güçlü etkiye hala inanamıyordu. Güneş gerçekten de sadece gökyüzünde açmamıştı; içinde de bir sıcaklık, bir hareketlilik vardı. Bu sıcaklığı hissetmeyeli ne kadar da uzun zaman olmuştu oysa. Uyandığı andan beri içini saran kasvet yok olmuştu bir anda. Aslında tam da karamsarlığın en uç noktasına ulaştığında içindeki karabulutu yok edecek fırsat belirmişti. Bir sonraki gün biyoloji sınavı vardı. Ondan önceki 4 günde de toplam […]
Akort Etmek
Bu yolda bebek adımları atarak ilerlediğim dönemlerde sanırdım ki en önemlisi üçüncü gözümü açmak. Onu açtıkça, içeriyi gördükçe ruhuma bir köprü kurulacak. Oysa “kalp gözü’’ dedikleriydi asıl olan. Yaşayarak, kalbimle buluştukça ağlayarak, şaşırarak birleştim kendisiyle. Kalbin açık değilse, ruhunu geliştirmek için ne yaparsan yap pek işe yaramaz. Ruhun makamına, en derine açılan kapıdır kalbin. Bir kere tüm gücünle, tüm cesaretinle o kapıyı açtığında, uzun süreli kapatmayı denesen bile artık beceremeyeceğindir. O, gerçeğe uzanan bir köprüdür. Bu köprüyü görmek için önce cesaretle tüm duygularınla yüzleşmeli, kalbini, ışığıyla yıkamalısın, temizlenip arındıkça, arka arkaya attığın kilitler teker teker açılacak. Kilitler açıldıkça, hem hafiflik, hem de havayla temasın verdiği hafif bir yanma hissi dolacak içine. Bir çiçeğin yaprak yaprak açılması gibi açacak kendini; bir koku yayılacak etrafına; özünün esansı. O esans tüm hücrelerine yayılacak, bedeninle buluşacak. Çiçeğin içine daldığında, derine doğru ineceksin; işte orada, o köprüyü fark edecesin. Senden Öz’üne doğru uzanan, oradan dışarıya taşan. Bulunduğun alanı, içindeki insanları saran ve şifa veren. Elini kalbine koyduğunda orada bir kalbin olduğunu bilmekten öte, onun atışını duyacak ve bir ritmi olduğunu fark edeceksin. O günden itibaren her an onu dinleyeceğine ve her koşulda onu akort edeceğine söz vereceksin. Bu noktadan itibaren tamlık ve bütünlük sarmaya başlayacak […]
X Kadın ve Y Kadın
X kadın, ilk bakışta pek sevimli görünmüyordu. Sert, aksi ve ukala bir görünüm çiziyordu. Dinlemeden konuşuyor, yoruyordu. İletişime devam etme isteği uyandırmıyordu. Çoğu insan ilk bakışta ondan rahatsız olduğunu dile getiriyordu. Çok bilmiş tavırları ile çevresine antipatik geliyordu. Kimi ondan korktuğunu dile getiriyor, kimi ise yanına yaklaşmak bile istemiyordu. X kadın, ısrarla inandığını savunuyor, geri adım atmıyordu. Boyun eğmiyordu. İnancı yanlış olsa dahi direniyordu. İnat ediyordu. İkna edemiyorsa ikna edilmek istiyordu. Sonuca ulaşana kadar asla pes etmiyordu. Sevenleri vardı elbet ama bu halinden dolayı uzak durmayı seçenlerin sayısı sevenlerinden fazlaydı… Y kadın, ilk bakışta pek sevimliydi. Yeni tanıştıklarına güler yüzlü, sıcak ve yakın davranıyordu. Yumuşak konuşmalarla kendini sevdiriyordu. En sert yorumları bile yüzü gülerek, espriyle karışık söylüyordu. Tatlı tatlı acıtıyordu. Bu haliyle kadın–erkek, herkes etrafında toplanıyordu. Hem eğleniyor hem eğlendiriyordu. Sözleriyle etkiliyordu. Tartışmaya girdiğinde geri adım atmasını biliyordu. Dinliyor ve anlıyor görünüyordu. Sevmeyeni yok denecek kadar azdı. Yakınında olmak isteyenlerin sayısı fazlaydı… Dışarıdan bakıldığında X kadın iten, Y kadın ise kendine çekendi… Oysa X’in içinde yumuşak ve kırılgan bir kalp vardı. Sert görünümü özünü yansıtmıyordu… Y kadın ise yansıttığı kadar eğlenmiyordu… X kadın, göründüğü gibi öfkeli değil, Y kadın ise göründüğü kadar mutlu değildi… X, deliliği yaşam biçimi yapmış, Y […]
Çocuklar ve Sofralar
”Cehalet mutluluktur.” deyiminin çıktığı yer, bu topraklar değil. Biz ”bilmeyi” yeğleriz. İyi ki de öyleyiz. Tavukçuluk hakkında aktardıklarımın moral bozabileceğinden korkmuştum. Çaresizlik aşılamayı tercih etmez kimse. Olsun. Ne 11 yaşındaki kızım İpek, ne de 2,5 yaşındaki torunum Mavi… İkisi de hayatları boyunca hiç tavuk yemedi. Bu şartlar devam ettikçe de yemeyecekler. Tadını bilmedikleri bir şeyden uzak tutmak kolay da… Bilen, çok seven, isteyen çocuklar da pek çok; biliyorum. Çözüm? Var. Türk Mutfağı inanılmaz bir mutfak. Yüzlerce yılın karma kültürü ve malzeme çeşidindeki acayip bolluk, sofralara binlerce çeşit yemek çıkartabiliyor. İster mutfakta altı saat kalıp karışık teknik tablo gibi bir sofra oluşturun, ister on dakikada iki-üç çeşit çıkartın. İlla ki bir çözüm var. İpek’in basit sofrası bir örnek olabilir mi? İpek okulunda çıkan öğle yemeklerini yemiyor. Bunun yerine evden çıkmadan önce çok sıkı bir kahvaltı ediyor. Önceleri biraz mırın kırın etti ama sonraları okul yemekhanesinde karşısına mısır yağı ile pişmiş berbat kokan pilavlar, nugget’lar, hazır pizza tabanlı tuhaf çeşitlemeler çıkınca oraya inmez oldu. Kahvaltıda işi bitirmesi gerektiğini anladı. Bir avuç ceviz, bir tatlı kaşığı tereyağı, büyük bir dilim ev ekmeği, bal, haşlanmış yumurta ve bir dilim peynir. Kahvaltısı genel olarak budur. Bütün hazırlığı kendisi yapıyor. Çıkarken çantasına […]
Çigong Formları
Yine çok sık gelen sorulardan birini cevaplamak istedim bu sayıda. Çigong formlarını merak edenler sevgiyle okusunlar… Bunları okuduktan sonra aklınızdan geçeceğinden emin olduğum ve daha siz sormadan cevaplamak istediğim bir başka soru ise şu: “Peki hangi formu yapmalıyım?” Hangisini yaptığınız, gösterdiğiniz sebat ve özveri ile doğru orantılı. Yani içlerinden birini seçin; hakkını vererek yapın; yeterli zamanı ayırın; beden-zihin-ruh üçlüsünü es geçmeyin; usta-çırak ilişkisine özen gösterip siz de ustalaşıncaya kadar sabırla ve sebatla hocanızın izinden gidin. Bunları yaptığınız sürece hangi formu seçerseniz seçin, hem bedenen şifa bulur ve güçlenir hem zihnen aydınlanır hem de ruhen huzura kavuşursunuz. Yaşlılık sadece rakamdan ibaret olur. Hastalıklar ise kâğıt üzerinde kalır. Önemli bir husus da şu: Hangi formu seçerseniz seçin, öncesinde duruş, nefes ve meditasyon tekniklerini içeren, Çi’de ustalaşmanızı sağlayacak temel bir eğitimden geçmenizi şiddetle tavsiye ederim. Sıralamasına dikkat etmeden Çin’de ve ülkemizde uygulanan en popüler formlardan örnekler vererek devam edelim. 5 Hayvan Çigongu (Wuqinxi) Hani biri alsa Reiki, Şiyatsu, Yoga, Tai Chi ve Ruhsal Şifayı harmanlayıp önümüze koysa… Bu ancak 5 Hayvan(Wuqinxi yada Wuxing Quan) hareketi olarak ortaya çıkardı. Çok geniş bir şifa yelpazesi olan bu formun uzun yaşam ve pisişik yetenekler üzerinde de etkisi çok yüksek. Yapmanız gereken, belli akupunktur noktalarına odaklanıp birkaç […]
Kasırgadan Sonra Evde Çay
Elim ayağım buz kesti. Kalbim hızlandı, korku alt karnımdan tüm bedenimi sardı. Arka arkaya kelimeler yağıyordu zihnimden, düşünceler birbirine karışmaya, birbirini destekleyip birbirini bozmaya başladı. Düşünce hareketi öyle hızlıydı ki yakalayamıyordum çoğunu. Her biri ağır taş parçası, tepemden aşağı yuvarlanıyorlardı. Yoruldum. Zihnimin hareketini izlemeye yorulup yere yığıldığımda duyguların katman katman hisleri belirginleşmeye başladı. Ahhhh, anlatmayacağım sanırım onları size; şu anlık öyle hissediyorum; yazı bana başka bir şey yaptırırsa ona da karşı çıkamam ama… “Ne oldu? Ne yaşadın? Kim ne yaptı sana? Sebebi nedir bu halin…?’ sorularınızı geçiverip devam ediyorum sebebinden ziyade yaşadığım hali anlatmaya. Hisler demiştim değil mi? Hislerin geçişleri arasındaki mesafe saatin tik taklarıyla yarışıyordu sanki mübarek. Enerjim çekilmeye başlamıştı bile his kargaşası içinde savrulurken. Düşüncelerin, hislerin altından fırlayan fikirler, hikâyeler, geçmişe ait fotoğraflar, sahneler ve hepsinin tekrardan desteklediği aynı düşüncelerin daha da güçlenmiş ve bir şekilde üşüşen bu verilerle kanıtlanmış halleri beni içine çeken deli bir kasırgaydı artık. Kasırgaya direnmek mümkün değildi ve tüm gücümü, kontrolümü kaybedip savrulmaya başlamıştım karanlık içinde. Kollarımdan, bacaklarımdan, boynumdan, belim ve tüm eklemlerimden kıtır kıtır, çatır çutur sesleri duymuştum o an, inanın bana. Bedenime can veren bir sıvının bu ezilme, kırılma esnasından derimden toprağa damlamaya başladığını hissediyordum. Bir şeyler yapmalıydım da […]
Kesin İnançlılar
Neden bazı insanlar otoriter dini ya da siyasi liderleri körü körüne takip eder? “Erich Fromm Özgürlükten Kaçış adlı eserinde, çağdaş bireyin özgürlük için verdiği mücadelenin -yani insanın kendisi adına düşünebilmesi, kendi düşüncelerini oluşturabilmesi ve kısıtlanmaksızın düşüncelerini ifade edebilmesinin- endişe verici ve hatta korkutucu olduğunu söylüyordu. Çünkü özgürlük mücadelesi, insanın kendi nihai yalnızlığıyla, öz sorumluluğuyla yüzleşmesini de içeriyordu. Fromm, kitabında bu yüzleşme gereksinimin nedenlerini ve bedellerini kapsamlı bir şekilde anlatıyordu. İşte bu tür endişeler çoğu insanın gözünü korkutuyor ve özgürlük mücadelesine girmekten alıkoyuyordu; özgürlük mücadelesi yapmak bir yana tam tersine davranıp, otoriter dinci ya da siyasi liderlere körü körüne inanarak kendilerine özgürlükten kaçış ortamı yaratmaya çalışıyorlardı. Bu erk sahibi kişiler de takipçilerine bağımsız, eleştirel düşünme ve kendileri adına karar vermekten vazgeçmeleri, biat etmeleri karşılığında güvence ve mutluluk vaat ediyordu. Fromm’un vurguladığına göre, yirminci yüzyılda insanların çoğu, ne yazık ki bu pazarlığa memnuniyetle rıza gösteriyordu.” Yukarıdaki bölümü şu anda son okumasını yaptığım Abraham Maslow’un biyografisi İNSAN OLMA HAKKI kitabından alıntı yaptım. Kişi Doğulur Birey Olunur Bir insanın “kişi” olarak nitelenmesi için doğmuş olması yeterlidir. “Birey” olması ise tamamen kendi çabasına bağlıdır. Dünyada yedi milyar kişi yaşıyor ama acaba kaç birey var? Birey, kendi adına düşünebilen, sorgulayan, özeleştiri yapabilen, […]
Sevdiğinize Çiçek Almadan Önce Bu Yazıyı Okuyun
Sevdiğinize bizzat vereceğiniz ya da çiçekçi aracılığıyla göndereceğiniz kesilmiş çiçeklerin zehirli kimyasallarla dolu olduğunu biliyor musunuz? Vazoya koyduğumuz kesilmiş çiçekler birçok insanda baş ağrısı yaratıyor ama çoğu kişi bunu alerjik nedenlere veya başka sebeplere bağlıyor. Bunun vazodaki çiçeklerle ilgili olabileceği akıllarına bile gelmiyor. Kesilmiş çiçek, yaşamdan kopup çürüme ve ölme sürecine girmiş bir canlıdır. Kesilerek pazarlanan çiçeklerin çabuk solmasını önlemek, nakil sürecinde dayanıklılığını arttırmak, böceklerden korumak için yüksek miktarda pestisit ve çeşitli tarım ilaçları kullanılıyor. Bu maddeler yüksek miktarda toksin (zehir) ihtiva ediyor. Bu çiçekler sadece insanlara değil, üzerine konan arılara da zararlı. Arıların ekosistem için ne kadar gerekli olduğunu artık iyi biliyoruz. Sevgililer günü, doğum günü, anneler günü gibi nedenlerle sevdiklerimize birkaç gün vazoda durduktan sonra çöpe atılan kesilmiş çiçek göndermek yerine köklü saksı bitkileri ve çiçekleri göndermek çok daha sağlıklı bir yol. Üstelik topraklı bitkiler doğal olarak daha dayanıklı ve uzun ömürlü oluyor. Saksı çiçekleri ve bitkileri onları size hediye edenleri seneler sonra bile hatırlamanızı sağlar; sizin gönderdiklerinizse sizi hatırlatacaktır. Sevdiklerimiz tarafından hatırlanmak için çiçek mi gerekir diyenleriniz olabilir. Ama işin doğrusu hatırlatıyor işte. Şahsen, evimi ve işyerimi süsleyen her saksı çiçeğinin kimden geldiğini hatırlıyorum. Bunu hatırlamam çok doğal. Çünkü hâlâ yaşıyorlar ve güzelliklerini sunmaya devam ediyorlar. Peki, […]
İşyerinde Tasarrufun Önemi
İnsan bir defa inandığı bir çaba içerisine girince daha fazla bilgiye ve hedefi doğrultusunda daha fazla katkı sağlayabileceği alternatif çözümlere yöneliyor. Tasarruf konusundaki gelişimimi gördükçe motivasyonum daha da artıyor, manevi ve maddi bakımdan haz aldığım eylemleri daha istekli bir şekilde gerçekleştirebiliyorum. Etrafımdakilerle daha fazla bilgi paylaşabiliyorum. İsraf etmemeyi, doğayı sevmeyi ve korumayı herkesin başarabileceğine inanarak, bu ayki yazımın konusunu teşkil eden işyerlerinde tasarrufu nasıl yönetebileceğimize dair bilgileri sizinle paylaşmak istiyorum İsraftan hepimiz kaçınmalıyız çünkü bu, doğaya karşı başlıca sorumluluklarımızdan biri. Ev ve işyerlerinde akıtılan suyun her üç dakikası, bir kilovat saat enerji demek. Damlayan bir musluktan boşa akan su ise yılda bir tona eşit. Yeniden değerlendirilen bir ton ofis kâğıdı ise yaklaşık 1500 litre petrol tasarrufu ve büyük miktarda sera gazının atmosfere salınmaması anlamına geliyor. Evvelki yazılarımda paylaştığım rakamlar işin boyutunun ne ölçülere vardığını ayrıntılı bir şekilde gözler önüne seriyor. Bu yazımda işyeri ortamında bireysel veya toplu halde neler yapmamız gerektiği konusuna değinmek istiyorum. Öncelikle aydınlatma: Tasarruflu ampuller takamayacağımız gelişmiş sistemler mevcut olduğundan mümkün olduğunca gün ışığından faydalanıp çok zorunlu olmadıkça ışıklandırma sistemini kullanmayabiliriz. Özellikle ortak kullanım alanlarında açık bırakılan lambalar yüzlerce kilovat saat enerji kaybı demek. Tuvaletler, toplantı odaları, koridorlar ve diğer kullanım alanlarındaki ışıkları mümkün olduğunca gereksiz yere […]
Her Şey Bir Yastıkla Başladı
Her şey bir yastıkla başladı. Ne kadar komik ki bana önemsediğimi, değer verdiğimi ve sevdiğimi göstermeyi bir yastık hatırlattı. Yeşil, ağaç şeklinde, üzerinde pembe ve mor çiçekler olan şirin bir yastık… O anneannemin hediyesiydi. Ben en üzgün, en sıkıntılı ve en kızgın anlarımda onun yumuşaklığında teselli bulurken o sık sık gözyaşlarımla ıslanıyordu. İşte bu yüzden benim için çok değerliydi ama ben yatak örtümün üstünde duran yastığımı, örtüyü açmadan önce elimin tersiyle yere fırlatmaktan çekinmiyordum. Üşengeçliğimden de sabah yatağımı toplarken onu yerden almaya tenezzül dahi etmiyordum. Nasılsa ardımdan annem yerine koyuyordu… Bir gün çok pislendiğinden yastığımı yıkanması için kirli sepetine attım. Yıkandığında tekrar yatağımın üstüne konacağını biliyordum; fakat günler geçti yastığım yoktu. Bir telaş aldı beni… Anneme sorduğumda başkasına vermek üzere ayırdığını söyledi. Neden diye sorduğumdaysa onu sevmediğimi düşündüğünü söyledi. Şaşırdım. Oysa ben onu ne kadar çok seviyordum(!) Annem sordu: “O zaman neden hep yerlerden topluyorum onu?” O anda şimşekler çakıverdi. Yoksa ben sevdiklerime de mi böyle davranıyordum? SAYFA-BOLUMU Evren soruları cevapsız bırakmayı sevmez ya… Sorumun cevabı en değerlilerimin birinden geldi. Dostum, sırdaşım olan sevgilim nadiren yüzünü astığı anlardan birinde: “Billur, beni sevdiğini çok iyi biliyorum ama bazen sanki beni düşünmüyormuşsun gibi geliyor…” dedi. İşte o an kafama bir balyoz iniverdi. […]
Tembellik Hakkı
“Eşinizle biraz tembellik etmeye ne dersiniz?” diye sormuş zehir gibi bir psikolog hanım. “Nasıl yani diye?” sormuş karşısındaki hastası; “Biz, eşimle bolca hoş vakit geçiriyoruz. Hemen her akşamüstü çay, kahve içmeye mahalleye çıkıyoruz ve geceleri de yatağımıza çekilip film izliyoruz.” “Yok öyle değil,” diye ısrar etmiş psikolog hanım; “Amaçtan ve faaliyetten arınmış bir zaman diliminden bahsediyorum ben. Belli bir eylem ile doldurmadan yan yana geçireceğiniz vakit bu. Yaratabilir misiniz? ” Hastası “Peki” demiş. Demiş ama sesi de pek çıkmamış. Bu haberi karısına nasıl vereceğini düşündükçe karnına saplanan kramplardan mustaripmiş çünkü. Nitekim karısı bu konsepti hiç anlamamış. Tükürür gibi konuşmuş. “Ne yapacağız yani, yan yana uzanıp tavana mı bakacağız beraber? Allah Allah! Zaten günün sekiz vardiyası zevk-ü sefa içinde geçip gidiyor, bir de tembellik vardiyası mı ekleyeceğiz?” diye sinirle kahvaltı sofrasından kalkıp, kendisine ortalığı toplamak için tanıdığı yarım saatin bir saniyesini boşa harcamamak adına hemen tabakları bulaşık makinesine yerleştirmeye koyulmuş. Koca hemen karşı atağa geçeceğine, bir durmuş, “Valla ben de anlamadım. Herhalde bizim beraber ne çok boş zaman geçirdiğimizi ben psikologuma iyi anlatamadım” diye konuyu kapatmış. Amma velâkin kadının içine kurt düşmüş bir defa… Bulaşıkları yıkayıp ortalığı toparladıktan sonra başlamış evin içinde dolanmaya. Bu durum kocanın gözünden kaçmamış tabii. Kahvaltı sofrasının […]
Seviştiğin Gibi…
Nasıl sevişirsin? Çok mu ani ve itici mi oldu sorum? Direk ve pat diye alanına girip ürküttüm mü seni? O vakit biraz yavaştan alayım. Öncelikle, sevişir misin? Onunlayken diyorum, hani o an varya…Göz göze değerken, el ele, nefes nefese, ağız ağıza değdiğinde. Daha o an başlar mı sevişmen yan yana dururken? O anın içinde akar mısın? Belki de daha başlamadan sonuca veriyorsundur dikkatini kim bilir. Sıvıların bedenden boşalacağı anın hayalleridir belki tüm cinsellik hallerin. Bu beklentinin-ki illa öylesin demiyorum-seni süreçten, ilşkide olma halinden kopardığını hiç hissediyor musun ve sabırsızlıkla odaklandığın boşalma geliverdiğinde, saniyelik süren o andan sonra boşluğa düşüyor musun? O haz anıyla hayatına bir anlam geleceği fikir baloncuğu patlayıveriyor mu, derin bir yalnızlık-anlamsızlık-hissizlik kıvranmalarıyla? Bilemem, sen daha iyi bilirsin. Rahat ol dostum, kimse seni sorgulamıyor, cevaplarını bana vermek durumunda da değilsin, korkman da yersiz, hiç birimiz bilmiyoruz birbirimizi. Kendimizden de ne kadar saklayabiliriz gerçeklerimizi kim bilir? Boş ver yahu, izin ver içsel araştırmana ve sevişmeni fark ederek bağlan varlığına. Bu bir davet, o kadar. Tekrar dönüyorum sevişme hallerine ya da hayallerine. Sevişmeni nasıl alırdın acaba dostum? Bol öpücüklü, temaslı. Sert, yumuşak, hızlı, uzun uzun sindire sindire. Noktasal ya da yayılmış hislerle. Konuşmalı, sessiz, ahlı ohhhlu… […]
Aslında Hiç Olmayan
İlkokul 2 ya da 3. sınıftaydık. Okul açılalı bir kaç gün olmuştu. Sessizce girdi sınıfa ve en arka sıralara doğru yürüdü. Başı yerdeydi. Kalın örülmüş iki örgüsü vardı. Üzerinde siyah önlük, dantelden örülmüş beyaz yakalığı ve siyah kalın çorabının üstünde, bir numara büyük olduğu belli olan plastik ayakkabıları vardı. Neden bu kadar ilgimi çekmişti bilmiyorum ama başımı çevirip bakakalmıştım arkasından. İlerleyen günlerde gizlice gözlerimle takip ettim onu. Teneffüslerde dışarı çıkmaz kimseyle göz göze gelmemek için hep yere bakardı. Hep yalnızdı. Sanki sınıfa zorla gönderiliyordu; ya da öylesine dışındaydı ki bu ortamın, gelmek istemiyordu. Sınıfta yapılan yoklamalardan adının İnci olduğunu öğrenmiştim. Bir teneffüste dışarı çıkmadım; çekine çekine yanına gittim. “Ne yapıyorsun burada” dedim; yine başı önünde, “Hiiiçç” dedi. Harfler sanki ağzından zorla çıkıyor, çıkarken de kimse duymasın diye uğraşıyorlardı. “Neden dışarı gelmiyorsun? Hadi yakartop oynayalım” dedim. Hiç sesini çıkarmadı. Olmaz dercesine omuzlarını silkti. Önündeki kenarları kırışmış, üstünde çizikleri olan, muhtemelen daha önce üst sınıflardan biri tarafından kullanılmış fen bilgisi kitabına bakıyordu. Çocuk aklımla onu konuşturmak için sorular soruyordum. Çoğuna cevap gelmiyordu, aldığım cevaplar da zaten evet ya da hayırdan öte şeyler değildi. Çok fakir görünüyordu. Kimse yanına gitmez, kimse onunla oynamak istemezdi. Çok üzülürdüm. Bazen ben yanına giderdim ama çocuk aklımın […]
Sevgilin Var mı?
Ne zaman biri ‘‘Sevgilin var mı?’’ diye sorsa refleks olarak ‘‘Sana ne!’’ demek istiyorum. Anlık bir duraklama ve gülümsemeyle ‘‘Bu bilginin sana bir yararı var mı?’’ diye soruyorum… Sevgilim olup olmadığı benim “gizli alanıma” ait bir bilgi! Yani hayatımla ilgili sadece kendi bildiğim, başkalarının bilmesini istemediğim ve bunu gerekli görmediğim, illa bir cevap vermem gerekirse ‘‘Evet’’ ya da ‘‘Hayır’’dan sonrasını getirmediğim, cevaplamaktan hoşlanmadığım gibi sorulmasından da haz etmediğim bir alan. Neden mi? Çünkü: 1) Bu toplumda ‘‘Sevgilim var.’’ dediğin anda hemen arkasından ‘‘Evlilik ne zaman?’’ gibi bir anlamsız soru daha beliriyor. İlk soruya verdiğin açık cevap anında pişmanlığa dönüyor. Çünkü sevgi ilişkisi yaşamak için ne bir imzaya ihtiyaç var ne de toplum tarafından onaylanmaya… 2) ‘‘Sevgilin varsa bırak yoksa yap diyecektim.’’ cümlesi espriden sayılmıyor. Güldürmüyor… 3) ‘‘Sevgilim var’’ desem ondan ayrılmamı gerektiren davranışları bulma görevine girenlerin sayısı küçümsenmeyecek kadar fazla oluyor. ‘‘Belki de bu bakış açısından dolayı mutsuzsundur’’ ya da ‘‘Ben eksiklikleriyle seviyorum. Sen de dene!’’ dediğimde karşı taraf bozuluyor. Diyaloğun tadı kaçıyor… 4) ‘‘Sevgilim yok’’ desem ‘‘Aaaa senin nasıl sevgilin olmaz’’ ile başlayan cümlelerin ardı arkası kesilmiyor. Kurulan cümleler egoyu okşasa da kalbe iyi gelmiyor… Kimine göre ‘‘Sevglin var mı?’’ sorusunun cevabı Açık Alan bilgisidir. Herkesin bilmesini, duymasını ister. […]
Stresle Başa Çıkma Yolları-1
Eğitim kurumlarında, stresin oluşmaması ya da var olan stresin azaltılması için gerekli önlemlerin zamanında alınması, eğitim ve öğretimin verimliliği açısından son derece önemlidir. Öğrenciler strese girdiğinde, beyinleri bununla başa çıkmaya çalıştığı için öğrenme ve hafızayla bağlantılı sinir (nöral) sistemlerinin işleyişi aksar. Stresli durumlarda beynimiz tam kapasite çalışamaz. Cevabı hatırlamaya çalıştığımız sorularda, kafamızın dolu olduğunu düşündüğümüzde elimiz alnımızdaki çıkıntılara gider. Esasında bilge bedenimiz, farkında olmasak da bize ihtiyacımız olanı yaptırır. Alnımızdaki çıkıntılar kan dolaşımı sistemiyle (nörovasküler sistem) ilişkilidir. Bu çıkıntılara bir süre dokunduğumuzda, ovduğumuzda ya da küçük vuruşlar yaptığımızda ön ve arka loblara daha fazla kan gitmeye başlar. Reiki terapilerinde ve enerji çalışmalarında bu yüzden alındaki bu çıkıntılar çok önemlidir. Hem kendi stresimizi hem de çocuğumuzunkini bu özel noktaları uyararak yönetebiliriz. Çocuğunuz gireceği sınav için ya da başka bir konu sebebiyle endişe duyuyorsa, önce rahat edebileceği bir yere uzandırın ya da oturmasını sağlayın. Reiki kanalınızı açarak bir elinizle alnına, bir elinizle de başının arkasını tutun. Endişe duyduğu olayı tüm duyularını kullanarak anlatmasını sağlayın. Yorum yapmadan, sözünü kesmeden dinleyin. Bırakın en kötü olasılıkları özgürce sıralasın. Bu sırada gözlerini kapatırsa daha iyi canlandırma yapacaktır. Endişe ettiği durumu düşünürken gördüğü, duyduğu ve hissettiklerini, sorularınızın yardımıyla detaylıca anlatmasına izin verin. Endişelerini özgürce anlattıktan sonra ikinci […]
E-Ticaret: “Ben De Sitemi Açar Ürünümü Satarım” Hayali
İyi bir üniversiteye girmek için yıllarımızı harcıyoruz. İşe ilk girdiğimiz gün ve takip eden günler ise tam bir hayal kırıklığı. Teoride öğrendiklerimiz ile pratikte bizden beklenenler arasındaki uçurum, beraberinde işyerindeki mutsuzluğu kaçınılmaz kılıyor. Bu mutsuzluk ile maaş yatana kadar mücadele edip, paranın sıcaklığına kapıldığımız birkaç günün sonunda yine aynı döngü: İşe giderken geri geri giden ayaklar… Tabi iyi arkadaşlarınız, keyifli çalışma ortamınız, trafikte az geçen zaman, yeni bir şeyler öğrenmenin getirdiği mutluluk varsa ayrı. Ancak sonuçta yöneticiden gelen bir e-posta ile bunların hepsi yıkılabilir: “Bu işi benim dediğim gibi, hiç inisiyatif almadan, beynini kullanmadan, biraz da amele gibi çalışarak bitirebileceğine inanıyorum” içerikli e-postadan söz ediyorum. Şalterin attığı nokta… Son birkaç yılda e-ticaret girişimlerindeki artışa dikkat ettiniz mi? En azından bir tüketici olarak, ne kadar çok e-ticaret sitesinin türediğini fark etmişsinizdir. Bu girişimlerin tümü uzman kişiler tarafından mı başlatılıyor sanıyorsunuz? Çoğu yukarıdaki paragrafta bahsedildiği üzere şalteri atan, ufak krediler çekip Çin’den ya da olmadı Tahtakale’den tedarikçi bulan bizim gibi insanlar tarafından başlatılıyor. Tabi sadece “kendi işimin patronu olmak istiyorum” dürtüsü yeterli değil. Biraz araştırma ile Türkiye’deki e-ticaret hacmi rakamlarına ulaşabilirsiniz. Potansiyeli görüp “biz bu işi yaparız” cümlesi de yeterli. SAYFA-BOLUMU Neymiş o rakamlar? 2013 itibariyle Türkiye’de online (çevrimiçi) alışveriş yapan 10 […]
Erkek Toplumda Cinsellik
Sevgililer Günü denilen kutlama, günün ticari boyutunu bir yana bırakırsak, aslında çiftlerin birbirine kur yapma ritüelidir. Peki, sevgiliye romantik kur yapma ritüellerinin nihai amacı sevme sevilme ihtiyacının doyuma ulaşmasını amaçlamasının yanı sıra cinsel birlikteliği de doya doya yaşama arzusu değil mi? Ancak sevgiye saygı duyduğunu söyleyen ama aslında duymayan ve sevgiyi de sevmeyi de bilmeyen haz özürlü bir toplumuz. Bu toplumun mutsuz, sevgiye ve hazza aç üyeleri, iş sevişme mevzusuna geldi mi ayıplar, günahlar yasaklar, suçluluk duyguları curcunası içinde boğuluyor. Sevişmeyi bilmeyen cinsel hazzı bilmeyen mutsuz insanlar ülkesinde bir yudum mutluluğu nelerde ve nerelerde bulmaya çalışıyoruz? Yaşamı kutlamak değil, ölümü kutsamak öğretiliyor bize. Yaşamsever değil ölümsever bir toplumuz. Konu cinsellik olunca insanlar daha bir geriliyor… Daha bir maskelerinin ardına saklanma ihtiyacı duyuyor. Cinsellik tabu ya! Özellikle bizimki gibi toplumlarda cinselliği konuşmak bile ayıp! Televizyon ve sinemalarda oynayan filmlere baktığımız zaman korku, dehşet saçan, kanlı cinayetli filmlerin daha yoğun olduğunu görüyoruz. Sevginin olmadığı ortamlara korku hâkimdir. Evde televizyonda film izlerken en ufak bir sevişme hatta öpüşme sahnesinde anne babalar kanal değiştiriyor, çocuk var diye… Ama aynı anne baba şiddet dolu sahnelerde kanal değiştirme ihtiyacı hissetmiyor. “Öldürmek” gibi yaşamı yok eden bir eylemin kelimesi rahatlıkla telaffuz edilirken yaşamı var eden, haz veren […]
Ben Sevgi’yim
“Ben, önceleri korktuğum her şeyi sevebildiğim zaman doğdum” Rabia ‘’Bir insanı sevmekle başlayacak her şey…” dememiş mi şair? Son zamanlarda Abromovic ve Ulay’ın yıllar sonraki karşılaşması tekrar tekrar karşıma çıkıyor. Delicesine üreterek, kanayarak yaşadıkları aşktan, artık tamam diyerek vazgeçerler. Vazgeçmeden önce birbirlerine yürürler, aylarca, Çin Setti’ini bir ucundan bir ucuna. “Sahici yürüme, yol açmadır” diyor Oruç Aruoba; bu yürüme belki de daha genişlemek için birbirlerine yol açmadır. Kalbini delip geçmesine izin verecek kadar, hatta nefesini sadece ona verebilmek için tüm nefesini o gelene kadar tutmak, aşkın içinden yanarak geçmek, tüm bunlara rağmen, yolundan çekilebilmek. Aşkın içinden yanarak, yüreğimi söküp atmak isteğiyle dolu olduğum zamanlarda, elbette bunu anlamam çok zordu. Hatta ortaokul yıllarında ilk defa karşıma çıkan “Koşulsuz Sevgi” kavramını gördüğümde, büyük bir öfkeyle, “Hadi canım bu da ne demek?” demiştim. Yıllardır üzerine hikâyeler, şiirler, araştırmalar yazılmış Sevgi; Dünya’yı kurtaracak olan Sevgi ise, biz niye hala debelenir dururuz. Çıktığım yolculuk, bana katman katman soyunarak yürümeyi ve bunun bir tekâmül olduğunu öğretti. Belki de bu hayattaki en kolay ama en zor duygu, Sahici Sevgi. Anne karnına düştüğümüzde temel organlarımız oluşsa bile, bir pirinç tanesi kadar olan kalbimiz atmaya başlamadan hayat bulamayız. O vakitten sonra her koşulda, her durumda, her an bir […]
Pozitif Düşünce Salatası
Tüm öğretilerde var… “Secret”da var… Louise Hay’de var… EFT vb. bir dolu tekniğin içinde var… Sistem yine sizi meşgul etmenin yolunu buldu: Pozitif Düşünce! Negatif olan her şey sadece pozitif düşünerek değişebilir mi? Pozitifi düşünmek negatifi yok eder mi? Peki sadece düşünmek tek başına yeterli mi? Sistem neye inanacağımızı, neyin iyi neyin kötü olduğunu bizim yerimize çok önceden belirlemiş durumda. Sadece uyanmamız gerekiyor! Birisi çıkar, ortaya bir fikir atar. Bunun için arka planda güzel bir pazarlama harekâtı yürütülür; kimse bunun farkında olmaz. Fikri almak ya da okumak için bir dolu para ödersiniz. Aldınız mı? Hayır. Ama almış gibi davranırsınız, yoksa koca bir salak durumuna düşersiniz, çünkü milyonlar almışken siz nasıl olur da alamazsınız? Pozitif düşünce de bunlardan birisi. SAYFA-BOLUMU Negatifi görmezden gelin. Görmezden gelmek bunları yok ediyor mu? Hayır. Kendinizi kandırmaktan öte bir şey değil. Gece hâlâ oradadır. Gündüze daha 8 saat vardır, beklemek durumundasınızdır. 24 saat aydınlık yaşayamazsınız. Bu konuda kitabı en çok satılanların, kitap satılana dek çulsuz olduklarını biliyor muydunuz? Onları zengin yapan sizin benim gibi kandırılmaya müsait insanlar. Napolean Hill, “Düşün ve Zengin Ol” kitabının yazarı. Kitabı satsın diye kitapçılarda müşterilerin önünü kesen bir çulsuz. Bir gün dükkândan içeri Henry Ford girmiş. Bulunmaz bir reklam fırsatı diyerek […]
Mayası Ne İse Odur
Süt, yoğurt, peynir, probiyotik konularını anlatmak için öyle tutup da alıntıları APA yöntemi ile sıralayabileceğim bilimsel bir makale yazmak haddim değil elbette. Yine de bütün bunlar elimin altında yapılıyor. Yiyoruz. Tecrübe ediyorum. Yaşıyorum. Yaşıyoruz… Bildiğimi, anladığımı kendimce anlattım hep. Bu yazdı da bunlardan biri olsun. Hatta önsöz, teşekkür, ithaf bölümü niyetine Kars’ta bir peynir müzesi kuran ve peynir hakkında bildiğim pek çok şeyi bana öğreten sevgili İlhan Koçulu’yu da anayım tam burada. Biraz ondan, biraz sorduklarımdan, süzdüklerimden, biraz da kendi düşündüklerimden… Biz bir şeyler yiyoruz. Sonra bunları sindirip enerjiye çeviriyoruz. Son yıllarda zincirin bu sindirim halkasında ciddi sorunlar çıkmaya başladı herkeste. Probiyotikler, faydalı bakteriler, kefir önerileri… Bunları duymayan kalmadı zaten. Faydalı bakteri kısmı en önemli nokta, çünkü ortada ”faydalı bakteri” falan kalmadığı için oldu tüm bunlar. Sindirim sistemine girmesi gereken bazı bakteriler var. Binlerce yıl bunları sütten, süt ürünlerinden, yoğurttan falan aldık biz. Sonra endüstriyel gıda diye bir şey icat oldu; sütte, yoğurtta, peynirde bu bakterilerden eser kalmadı. Herkes sindirim sorunları ile kıvrım kıvrım kıvranmaya başlayınca da aynı endüstri minik minik kâseleri ”Günde Bir Kase – Dertler Uçup Gitse” reklamları ile önümüze sürdü. Bunlardan yiyerek o bakterileri sentetik olarak yerleştirmeye çalışacaktık. Ortada bir sorun varsa onun çözümü de vardı. ”O […]
Yeni Yıl Tasarrufu
2014 hoş geldi, yoğun gündemi ile 2013, önemli gelişmeler ve almamız gereken dersler ile hepimizde derin izler bıraktı. Şimdi yeni bir yıldayız; yeni beklentiler, hedefler ve umutlarla doluyuz; 2014’ün hepimize hayırlı olmasını dilerim. Hazır yeni bir başlangıç yapmışken bu yıl tasarruf konusunda daha etkin adımlar atabiliriz. Ben kendi adıma bu seneki tasarruf tedbirlerimi hazırladım. Uygulaması gayet kolay bu tedbirler ile bireysel tasarrufta çok daha ileri bir seviyeye geçmeyi hedefliyorum. Siz de yaşam yoğunluğunuzdan çok fazla ödün vermeden tasarruf yapabilir hem bütçenize hem de maneviyatınıza önemli katkılar sağlayabilirsiniz. Öncelikle evde tasarruf konusunda beni çok da zorlamayacak, rahatlıkla gerçekleştirebileceğim tedbirleri aldım. Musluklarımızın bakımlarını yaptım. Saniyede bir damlayan musluğun yılda bir ton su harcadığı bilgisi bu konuda sürekli tetikte olmamı sağlıyor. Uzun süredir tıraş olurken ve diş fırçalarken suyu sürekli akıtmıyordum; bu sene duş alırken de suyu sürekli açık bırakmamayı hedefledim. Bunlara dikkat ederek bu sene 45 tondan fazla su tasarrufu gerçekleştirmeyi amaçlıyorum. Duş almadan evvel suyun ısınmasını beklerken boşa akan su için iki tane kova almayı düşünüyorum. Bunları balkon yıkarken kullanabilirim. Gerçi bu evimde balkon yok ama kullanacak bir yer bulurum diye düşünüyorum; çiçek sulamak olabilir mesela. Bu sayede 6-8 ton tasarruf edebilirim. Çamaşır makinesini artık tam dolmadan çalıştırmıyorum; ayrıca yüksek ısıdan […]
Yeni Bir…
Biten bir şeyin ardından yenisinin geleceğini bilmek, ne güzel duygudur. Hem bitenin arkasından hissettiğimiz burukluğu alır hem de bize yeni umutlar vaat eder. Yenidir işte… Pırıl pırıl… Işıl ışıl… Muhteşem potansiyeliyle bize göz kırpar. Belki biten bir ilişkinin ardından yeni bir aşk… Belki de kötü giden bir işten sonra yeni bir iş… Biten bir şeyin ardından yeni bir ŞEY işte… Ne olduğu önemli değil ki… Önemli olan, bize yeni bir şans vermesi ve bu yeni şansın bizde yarattığı heyecandır. İşte bunları düşündüm geçen gün; hayatımda eskiyen şeylerle, yerlerini dolduran yeni şeyleri… Ne kadar çok olduklarını fark ettim. Yaşamımın her alanında sürekli yeni bir şeyler var. Eskisini şükranla göndermenin huzuru ve yeninin verdiği heyecan birbirine karışmış. Sanki bana kanat olmuşlar; gideceğim yola, varacağım yere eşlik ediyorlar. Bazen de vedalaşmak istemiyorum eskisiyle, yenisini istemiyorum hayatımda. O bildik, tanıdık, benim olan eskiyle devam etmek istiyorum. Ama olmuyor. Eskisi ellerimden kayıp gidiyor. Engel olamıyorum. “Demek ki yenisinin vakti gelmiş, yer açmak gerekiyormuş gelene” diye düşünüyorum. Üzülüyorum ama alışıyorum yeniye… Giden sadece hatıralarımda… Hayal miydi yoksa gerçek mi? Bunu bile net hatırlamıyorum. Hissettiğim tek gerçek, şu an ki yeni, anda olan. Bana ait olan, beni ben yapan ve anbean “eskiyen yeni.” Yıllar da böyle geçmedi […]
Stres ve Öğrenme
Strese girdiğimizde beynimiz tam kapasite ile çalışamaz. Hayatta kalmak için hızla karar vermemiz gerektiği kritik anlarda düşünmek çok zaman alacağı için beynimiz bazı kanalları otomatikman kapatır ve bizi mücadele etmeye ya da kaçmaya hazırlar. Kan basıncı ve kalp atışları artmaya, kaslar ve sinirler kısalmaya başlar. Ön beyne daha az kan gider. Bir çoğumuz tartışma sırasında ya da beklenmedik bir haberden sonra sağlıklı düşünemediğimizi, beynimizde blokaj oluştuğunu hissetmişizdir. Bu koşullar çocuklarımız için de geçerlidir. Onlar da kendilerini strese sokan soruların yöneltildiği sözlü ya da yazılı sınavlarda sağlıklı düşünemezler. Stres durumunda beynin otomatik tepkisi mücadele et ya da kaç olur. Çocuklar sınıftan kaçamadıkları ve kendilerini savunamadıkları için de beyin fonksiyonları donar. Cevabını bildikleri soruları dahi cevaplayamazlar. Yüksek beklentiyle girdikleri, yıllarca hazırlandıkları sınavda bilemedikleri bir soru ile karşılaşınca paniğe kapılıp, iyi bildikleri soruları cevaplayamamalarının nedeni budur. Bu durumu daha sonraki sınavlarda hatırladıkça daha da çok strese girerler. Helga Baureis ve Claudia Wagenmann tarafından yazılmış olan Kinder Lernen Leichter mit Kinesiologie [Başarılı Çocuğun İksiri/Kuraldışı Yayınları 2013] kitabında stresin yol açtığı blokaj, eğitim kinesiyolojisinin kurucusu Dr. Paul Dennison tarafından üç boyutlu bir modelle anlatılıyor. Bu modele göre bilgiler beynimizden bedenimize üç boyuttan, sağdan sola, yukarıdan aşağıya, önden arkaya iletilir. Eğer bu iletişim düzgün akarsa öğrenme […]
Fransız Usulü Fırında Sütlaç
Fransa’ya gidenler bilir. Daha doğrusu orta yaşın üstünde bir aileye davetliyseniz, bu tatlının fırından çıktığında yüzünüzde bir gülümseme belirir. “Demek ki tatlılar da evrenselmiş” dersiniz. Malzemeler 3 çorba kaşığı tereyağı 3 çorba kaşığı pirinç 2 çorba kaşığı esmer şeker 900 ml süt Limon kabuğu rendesi Yapılışı : Öncelikle fırını 150 derecede ısıtın. Fırın tepsisini güzelce yağlayın. Kabın içine pirinç, şeker ve tereyağı koyun. Süt ve limon kabuğu rendesini ekleyerek karıştırın. Fırına sürüp yaklaşık yarım saat pişirin. Ardından fırından çıkarıp tahta kaşık yardımıyla karıştırın ve yeniden fırına sürün. Pirinçler yumuşayıp pişene kadar yaklaşık 2 saat pişirin. Pişerken arada sırada fırından çıkarıp karıştırın. Pişince soğumaya bırakın. Tatlınız hazır, afiyet olsun… Fotoğraf : Süleyman Kaçar
Hareketin Bereketi
Çok soğuk bir kış sabahı arabayı kafenin önüne park ettim. Beni, arabamı tanıyan çocuklar, içeride hemen amerikanomu hazırlamışlar; ben kuşandığım kat katlarımdan soyunana kadar kahvem masaya varmıştı bile. Dedim, “Bu ne lüks servis böyle.” Kafede benden başka kimsenin olmadığını o zaman fark ettim. Çocuklar sabahın altısında açmış, yedi buçukta ben ilk müşteri. Canları sıkılmış. Bu aralar saat sekizde işbaşı yapıyorum. İşbaşı dediğim yazmaya başlamanın başı. Yeni bir roman üzerinde çalışıyorum. Nasıl başladım hatırlamıyorum. Bilmediğim bir yerde ve hiç yaşamadığım bir zamanda geçiyor. Nasıl oldu da böyle bir yola girdi onu da anlamıyorum ya. Yazının kendi başına bir ruhu var. Biz yazarlar, o ruhun sadık hizmetkârları olarak cümleleri kurmakla yükümlüyüz. Ancak cümleleri kurarsak, yazının ruhu serbest kalıp bu âlemde vücut buluyor. En sevdiğim yazarlardan biri olan Jeffrey Eugenides’e soruyorlar, iyi bir roman nasıl yazılır diye. O da diyor ki, “Öncelikle cümle kurmayı bilmek gerek. Cümle kurmuyorsanız roman yazamazsınız. Hepimizin harika fikirleri var ama pek azımız o fikirleri cümleler yolu ile ifade etme yeteneği ve sabrına sahibiz.” Hayran olduğum bu yazar kişi, başka bir yerde de şöyle demiş: “Romanlarımı önceden hiç planlayamam. Yazarken karakterlerim ile birlikte hikâyeyi yaşarım. Ancak ondan sonra kurgunun nerelere gidebileceğini kestirebilirim.” Ben de işte böyle tek bir cümle […]
Yeni Yılda Kendini Yenileyebilmek
Bu yıl sizin için gerçekten yeni bir yıl olacak mı? Neyi kutluyoruz yeni yılda? Hayatımızdan bir yıl daha eksilmesini mi? Aslında kutladığımız şey, yeni seçimlerimizin başlangıcı. Bu da bu gezegende kalan zamanımızın ve hayatımızın değerini daha iyi bilerek yaşamayı seçmek anlamına geliyor. Yine insanların çoğu yeni yılda hayatlarını daha kaliteli hale getirmek için birtakım değişiklikler yapmak üzere kendilerine söz verecekler. Eski kötü alışkanlıkları bırakmak, yeni yararlı alışkanlıklar kazanmak, aileyle daha çok zaman geçirmek, iş değiştirmek, sigarayı bırakmak, egzersize başlamak vesaire, vesaire… Gerçek değişimin olabilmesi için uzun vadeli tutulacak sözlere, eylem planına, motivasyona ve öz disipline ihtiyacımız var. Olabildiğimizin en iyi versiyonu olabilmek için kendimizle yüzleşmekle işe başlamak önemli. Tüm alışkanlıklarımızı uzun sürede edindik. Bir günde ya da çok çaba göstermeden hap çözümlerle değişmesini nasıl bekliyoruz ki? Gerçekleştirmek istediğimiz yeni amaçlar da var; daha önce sahip olmadığımız ama olmak/ yapmak/ sahip olmak istediğimiz amaçlar. Sahip Olmayı İstediğimiz Şeylerden, Onlara Sahip Olduktan Sonra da Keyif Almaya Devam Ediyor muyuz? Bu hedeflerimizi gerçekleştirmek elbette başarıdır. Ama esas başarı bunları gerçekleştirdikten sonra da istemeyi sürdürmeye devam etmektir. Mutluluk durumu işte budur. Sahip olmayı istediğimiz şeylerden, onlara sahip olduktan sonra da keyif almaya devam etmek. İstediğimizi sandığımız bir şeyi başardıktan, elde ettikten sonra artık […]
Yeni Dijital Pazarlama Oyuncağı: Animasyon Video
İnternetin hayatımıza girmesinden sonra reklam dünyasında medya yatırımı, bütçe sahibi şirketler açısından hemen değişmedi. TV reklamları başta olmak üzere, dergi, bilboard gibi klasik mecralarda reklam vermeye devam ediliyordu. Ancak internetteki reklam fırsatları o kadar hızlı gelişti ve günün neredeyse 6 saatini televizyon karşısında geçiren kitleler artık internette “takılmaya” o kadar çabuk adapte oldular ki, internet reklamcılığı –en azından Türkiye’de– bu değişime çok da hızlı ayak uyduramadı. Bugün geldiğimiz noktada bu tablonun oldukça değişmiş olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki artık başarılı bir reklam kampanyası ile çok daha odaklı sonuçlar elde edilebiliyor. Uzun süre banner reklamcılığı ile karşı karşıya kalan biz hedef kitleler için artık basit internet reklamcılığı işe yaramıyor. Yaratıcı bir çalışma, özenle hazırlanmış bir video, binlerce kişinin “beğendiği” bir facebook sayfası bizim için önemli. Televizyonda kanaldan kanala geçiş hızı ile karşılaştırırsak, internette sayfadan sayfaya geçişimiz neredeyse milisaniyelerle ölçülecek boyuta geldi. Sonuç olarak internette gözümüz klasik reklamlara çoktan doydu. Peki yeni çıkan ürününüzü, şirketinizin herkesten farklı yaptığı işleri internette nasıl yayınlayacaksınız? Derdinizin çaresi son dönemde hayli revaçta olan animasyon videolar. Yeni bir dijital pazarlama aracı olarak baktığımızda animasyon video, bir buçuk dakikalık animasyon filmi ile bizi veya hizmetimizi en hızlı ve net biçimde anlatan yeni oyuncağımızdır diyebiliriz. Türkiye’de animasyon video yapımı henüz […]
Arzu
Arzularımız var. Arzularımız için de adaklarımız; hepimizin, arzularımızın gerçekleşmesini sağladığına inandığımız, totemleri ve yöntemleri var. Arzularımız gerçekleşmeyince yaşadığımız hüsranlar, gerçekleşirse de bunları kaybetmemek için yaşadığımız kaygılar var, bolca. Ya da gerçekleşen isteklerin yerini anında dolduran yeni beklentilerimiz, umutlarımız, arzularımız… Sonu gelmez bir döngüyle o arzu senin bu arzu benim, bitmek bilmez gayret ve çabalarla kendimizden ve andan kopuşlarımız, kaçışlarımız var. Arzulama demiyorum arzula ama hobi olarak arzula dostum… Arzuladığına bak: Arzuladığın şey ile kendinde olan bir özellikten kaçmak, kurtulmak istiyor olabilir misin? Dikkatini arzuna erişme çabandan, arzulamana sebep olan zihin yapına çevir. Arzun gerçekleşmesinin sende eksik olan bir şeyi tamamlayacağını mı düşünüyorsun? Hayatında tastamam olmadığına inandığın şey ne? Bu tamamlık duygusuna ermeni engelleyen “eksikliğe” olan tahammülsüzlüğünü izleyebilir misin? Arzunun peçesi, kurtulmak istediğin hangi gerçeğini saklıyor? Arzuladıkların gerçekleştiğinde olacağın sen ile şimdiki sen arasında soluksuzca süren mücadele hangisi? İsteklerin gerçekleşince kim olacağını sanıyorsun? Ben şu an eksik hissettiğin yanını merak ediyorum. Onu tanıyor musun, benimle tanıştırabilir misin? Kim o? SAYFA-BOLUMU İçinde savrulup gittiğinde arzu seni kendinden, bu andan, var olma halinden uzaklaştırıyor. Bunun yerine, arzunu gözlemleyerek yeniden varlığınla bağ kurabilirsin belki. Arzunu da rehberlerine ekleyip, yaşamın içine akabilirsin belki; ne dersin? Arzuları bırakmak için mücadele et; onları yok […]
Türk Usulü Pazarlama
Birkaç hafta önce Melike, gelinim, bana bir fotoğraf gönderdi. İstanbul’da oturdukları sitenin içindeki süpermarketten bir fiyat etiketi… Pek değişik zeytinlerden pek değişik yöntemler ile üretilmiş olduğunu ambalajında uzun uzun anlatan bir butik zeytinyağına aitti. Fiyatı görünce ”Maşallah” dediysem de ”Aman” dedim, ”Bana ne?..” Butik zeytinyağı meselesine girmeyi hiç düşünmüyordum. Fakat üç gün önce, bir müşterimden ”daha butik” olduğunu düşündüğüm bir zeytinyağı markasının linki de gelince, bir de 100 ml’lik minicik minicik şişelerin üç rakamlı fiyatlara satıldığını görünce ”Pes” dedim artık. Marka, internet sitesi, şu, bu… Hiçbiri mühim değil. Bunlar bir taraf değil; hedef hiç değil. Bana ”Pes” dedirten, beni üzen şey tüketicinin resmen aptal yerine konulması. Soğuk Yağ, Sızma, Sıkma, Elle Toplama, Butik Sıkım Tesisi gibi onlarca kelime uçuşuyor havada. &….Ebediyet Yağı….& *-….Premium Selection Olive Oil….-* :….Çiğ Yağ….: _….Fiyatımız Ultra Kazık ama Şu Teoremi Dinlerseniz Kazık Gelmeyecek…._ _-_Aztek Uygarlığı’ndan Günümüze Taşınan Sıkım Yöntemleri_-_ Aklınızın ucundan geçmeyecek bin çeşit pazarlama incisi mevcut. Şimdi bir yanı Egeli olan tüketiciler az çok anlıyor işi, ne kadar hikâye anlatılırsa anlatılsın ”yemiyor” bunları da… Benim gibi İstanbul’da doğup büyümüş, asıl memleketi Kars falan olan, yani zeytini anlamaz/bilmez topluluğun üyesiyseniz işiniz zor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Bir şeye inanmak istiyorsunuz ama neye?.. 1997’den […]
Çigong Ve Reiki
Öğrenci adayları genellikle şu soruyu soruyor: “Çigong mu, Reiki mi?” Buna cevap vermek zor. Cevap vermeye çalışan ancak kendi fikirlerini söyleyebilir. Doğru olan ise içtenlikle uygulanan her şifa amacına ulaşır, ismi cismi önemli değildir, gerisi ise egodur. Senin, benim, onun egosu… Hepimiz insanız ve egolarımızla yaşıyoruz. Güzel olan ise egolarımıza rağmen şifanın işliyor olması. Bu iki öğretinin en büyük ortak noktası, Çin tarafında telafuz edilen Çi ile Japon kanadında telafuz edilen Ki’nin aynı şey olması. Yani ikisi de yaşam enerjisini temsil ediyor. İkisi de en saf ve içten haliyle evrenden gelen enerjinin iyi amaçlar uğruna kullanılmasını gerektiriyor. Peki Çigong ile Reiki’nin farkları neler? En büyük fark geçmişe uzanan tarihlerinden geliyor. Çigong yaklaşık beş bin senelik bir geçmişe dayalı iken Reiki’nin sadece iki yüzyıllık bir geçmişi var. Çigong hanedanlık sınırları içinde büyük bir titizlilikle korunmuş ve kayıtlara geçirilmişken, Reiki batının elinde, kendi yorumlarını katan ve ticari yaklaşımlar sergileyen ustalar tarafından bir hayli dejenere edilmiş. Reiki yaparken, evrensel enerjinin kullanımı esnasında uygulayıcı sadece bir kanal vazifesi görür. Enerji sizden akar, gideceği yeri kendi bilir. Size sadece enerjiyi çağırmak kalır. Çok basittir ve aslında çok da etkilidir. Bir gün bile sürmeyen, birkaç saatlik, hatta uzaktan uyumlama ile birkaç dakikalık çalışma sonucu size sertifika […]
Kimi Kimden Korumalı?
Bir yıl öncesine kadar benim için güvenmek, risk almak demekti. Tekrar eden güven kırılmaları sonucunda sert duvarlar örmüştüm. Zamanla bu duvarları kırdığımı sandım… Güven duymaya başladığımı sanıp kendimi alkışladım… Oysa güven meselesi sandığım kadar kolay değildi. Zamanla onu da anladım… Halk arasında ‘‘Ay! Dilim sürçtü!’’ diyerek espirisini yaptığımız, geçiştirdiğimiz cümleler aslında bilinçaltımızın ‘‘Beni duy!’’ çağrısı… Freud, bu durumları ‘‘Dil sürçmesi yoktur beyin sürçmesi vardır’’ sözüyle özetliyor… Freud’a göre kullandığımız kelimeler ve konuşurken yaptığımız yanlışlıklar, bir yandan bizi ele verirken diğer yandan bilinçaltımızın keşfi açısından muhteşem veriler sunuyor… Bu konuda yaşadığım bir deneyim bana ‘‘Şekerim dilim sürçtü. Ne mutlu ki duyuyorum sesini.’’ dedirtiyor. Aynı odayı paylaştıklarım pek değer verdiklerimdi; sevdiğim ve beni sevdiğini bildiğim kişilerdi. Sevgide sıkıntı yoktu. Her birinin beni sevdiğini bildiğim gibi bende onları seviyordum. Duymaktan hoşlanmadığım şeyleri söylediklerinde bile bunları benim iyiliğim için söylediklerini biliyordum. Amaçlarının zarar vermek değil yarar sağlamak olduğundan adım kadar emindim. Göndermeye değil göstermeye çalışıyorlardı. Öldürmeye değil öğretmeye… Tüm bunlara rağmen geçmiş deneyimler, güvenmek yerine tetikte olma duygusunu uyandırıyordu. Oysa bilincimin tüm engellerine rağmen ruhum onlara güveniyordu; biliyordu ki güven dedikleri duygu yeşerecekse bu, o odanın içindeki İNSANLAR sayesinde olacaktı… Başkalarına güvenmeden yaşamaya başlayalı uzun zaman olmuştu. Tekrarlayan güven sarsılmaları, hayal kırıklıkları ve aldanmalar […]
Ruh Sızıntısı
‘’Işılda, ışılda, içten, içtenlikle ışılda ki dışın boyansın ışığınla’’ Yeni, yepyeni bir yıl karşımızda, bir ayin misali eskiyi balonlarla, düdüklerle, havai fişeklerle uğurladık, yeniye kocaman bir yer açtık. Kutlama enerjisini çok severim, kolektif bir duygu olarak yayılmaya başlar, sanki toplu meditasyon yapmışçasına, güzel dilekler ve titreşimler her yeri doldurur. Bu yüksek titreşimde her an kalmak tahminimizden çok daha fazla noktaya olumlu anlamda dokunur. Her yazımda kesinlikle tekrarlayacağım bir şey var ki “hepimiz enerjiyiz.” Her sene adım adım ilerlediğimiz içsel bilgeliğimizin uyanışı, enerjimizin sonsuzluğunu keşfetmemiz muhteşem bir yolculuk. Eşzamanlı biçimde teknoloji de ilerliyor; her geçen gün elektromanyetik alanlarla daha da kuşatılıyoruz. Yeni yılda taptaze enerjilerle ilerlemek en büyük niyetim. Son dönemlerde bir “tükenmişlik sendromu” tanısıdır gidiyor. “Peki, nerden çıktı bu” sorusunun cevabı ise enerjimize sahip çıkmayışımızdan. Yatak odamıza kadar giren cep telefonları, evimizdeki kablosuz aletler, iş yerinde ve gün içinde maruz kaldığımız uyaranlar, elektrik yüklü alışveriş merkezleri… Bizse bir uyarı gelene kadar, var olan rezervimizden yemeğe devam ederek, yenilenmemizi sağlayacak soluklar almadan, o hıza kapılmış vaziyette dönüp duruyoruz. SAYFA-BOLUMU Tükenmişlik sendromunun tanımında geçen “enerji kaybı” kavramına ruh sızıntısı demek daha doğru. Yavaş yavaş sızmaya başlıyor ve bir bakıyoruz ki heyecansız, tutkusuz, bitkin, yorgun halde, sırt ağrıları ve uyku bozuklukları ile […]
Reklamlar Ya Da Kitlesel Hipnoz
İhtiyacımız olmayan ürünleri almak isteyelim diye çok yoğun bir reklam bombardımanına tutulmuş durumdayız. Televizyon, internet, ilan panoları, gazeteler aracılığıyla bize ulaşmanın yolunu bir şekilde mutlaka buluyorlar. Biz fark etmesek bile bunlar bilinçaltımıza işliyor; bu kitlesel hipnozun asıl hedefiyse yılda ortalama 20.000 reklam seyreden çocuklardır. Reklamlar başladığında çocukların nasıl da televizyona kilitlendiklerine hepimiz tanık olmuşuzdur. Çünkü reklamların içerdiği kurgu, renk, müzik gibi estetik bileşenleri daha eğlenceli bulurlar. Çocuklar reklamlardaki ayrıntılara büyüklerden daha çok dikkat eder. On aylık bebeklerin bile reklamlardan etkilendiği kanıtlanmıştır. Çocukların geleceğe dönük tüketim kalıpları, marka bağımlılığı, satın alma modelleri çok erken yaşta belirlenmektedir. Tüketimin gerekli bir eylem olduğu, geleceğin bireylerinin beyinlerine kazınmaktadır. Türkiye’de gıda reklamları ağırlıkta ve bunların duygusal etkisi, çocukların reklamlara güven duymaları üzerine kurulu. Çocukları kolay yenen tatlılara, çikolatalara, hazır yiyeceklere, boyalı içeceklere, hamburger tarzı beslenmeye yöneltiyorlar. Çocuklar televizyonda gördükleri her ürünü istiyor ve ailelerini de bu ürünü almaya zorluyorlar. Hatta okuma yazma bilmedikleri halde çocukların % 60’ı bir meyve suyunu, markasını söyleyerek ısrarla isteyebiliyor. Çocuklar reklamları bir kez görseler bile içeriğini hatırlayabildikleri için herhangi bir ürünü tercih etmeye kolayca yönlendirilebilirler. Tekrarlanan reklamlar da çocuğun ürünle ilgili isteğini arttırıp güçlendirir. Zaten reklamcıların temel amacı da çocukları, ailelerini o ürünü almaya zorlayacak kadar isteklendirmektir. Çocukların kendilerini özdeşleştirmek […]
Geçmişmiş…
– Saçlarını hiç kestirme e mi Adelim? -Geçen ayki yazımda tanıştığınız, hani bahçe sulamak için sabah erkenden beni uyandırıyor diye sinirlendiğim lakin yorulmasına gönlümün hiç ama hiç elvermediği ninem beni “Adelim gaydelim” diye severdi.- – Olur. Hasta yatıyordu soluk çarşaflar içinde. Hastanedeki odasının kapısını aralayıp onu birkaç dakika seyrettim sessizce; uyuyordu. Gözlerini açtı ve “Geldin mi Adelim?” deyip gülümsedi ve ekledi: “Kaç yıl oldu?” Önceki yazımda okullar tatile girdiğinde yazı köyde geçirdiğimi anlatmıştım hatırlıyor musunuz? İşte köye her gelişimizde, heyecanla arabadan atlar, eve koşardım. O yeşil kapıyı usulca açar, tandır evinin eşiğinde dikilir, sessizce onu seyrederdim birkaç dakika; özlemin bittiği o tatlı kavuşmayı, sevecenliği yudumlardım, artık gayet iyi bildiğim eylemlerini izlerken. Ninemi kâh tandır başında otururken, kâh isli tenceresinde yemek yaparken, kâh bazlama pişirirken bulurdum. Başını kaldırıp beni gördüğünde, heyecanla beklediğim o ana kavuşuverirdim. Sevmek ve sevilmenin doruklarına ulaştığım o an, kırışık ve hüzünlü yüzü, adeta tüm evrenin ışımasıyla aydınlanır, yeşil gözleri parlar ve ihtiyar dudaklarından çocuksu bir neşeyle dökülen şu kelimeler eşliğinde alınımı öpüverirdi: “Geldin mi Badem?” Saçlarımı sıvazlıyor, ara sıra parmakları alnıma değiyor, parmak uçlarındaki yarıklar alnımı talıyor. Ellerine bakıyorum. Biçimsiz. Henüz tamamlanmamış heykeller gibi biçimsiz. Cana durmuş biçimsizliğinin kıymetli bir kokusu var. Bu gün […]
Geri Dönüşüm
Bu sene İsveç, adet olduğu üzere yurttaşlarının yaşam kalitesi, ekonomik refahı ve insanların yaşamak için tercih ettiği başlıca ülkeler sıralamasında üst sıralarda yer almasıyla değil ilginç, bir o kadar da düşündürücü bir haber ile gündemimize girdi. İsveç komşusu Norveç’in çöplerini almaya başladı. 250.000’in üzerinde evin elektrik ve ısınma ihtiyacını çöpleri yakıt olarak kullanarak sağlayan İsveç hükümeti, ülkede üretilen çöpten daha büyük kapasiteli çöp dönüştürme tesislerine sahip. Biz de enerji açığımızı konuştuğumuz şu günlerde İsveç’in bu başarısından dersler çıkarmalıyız. Yeniden değerlendirilme imkânı olan atıkların çeşitli fiziksel ve/veya kimyasal işlemlerden geçirilerek ikincil hammaddeye dönüştürülerek tekrar üretim sürecine dâhil edilmesine geri dönüşüm deniyor. Rakamlar küçümsenmeyecek boyutta; örneğin kullanılmış kâğıdın tekrar kâğıt imalatında kullanılması hava kirliliğini %70-90, su kirliliğini %35, su kullanımını %45 azalttığı ve bir ton atık kâğıdın kâğıt hamuruna katılmasıyla 16 adet yetişmiş çam ağacının kesilmesi önlenebildiği tespit edilmiştir. Kâğıdın geri dönüştürülmesi ile Türkiye genelinde yılda 80 milyon çam ağacı ve 40.000 hektar ormanlık arazi korunabilecektir. Metal atıkların geri dönüştürülmesi sonucu yıllık toplam 2 milyon ton tasarruf sağlanabilir. 1 ton cam atığın geri dönüşümü sonucu 100 litre benzin tasarrufu sağlanmaktadır, bu da yılda 30 milyon litre benzin tasarrufu demektir. 1 ton plastik ambalaj atığının geri dönüşümü sonucunda 14000 kw enerji tasarrufu sağlanmış […]
Erkekler Ve Spiritüel Zımbırtılar
Yaşadığım yerde, büyük, halka açık bir parkta, erken saatlerde, çarşamba günleri Çigong, Cuma günleri de Tai Chi çalışmaları yapıyoruz. Tahmin edebileceğiniz üzere katılanların büyük bir kısmı kadın katılımcılar. Ancak enteresan olan bu kadınları sabahın erken saatlerinde oraya kocalarının getirmesi; çalışma bitince de gelip yeniden alması; ya da kocaların kuytu bir köşeye çekilip çalışmanın bitmesini beklemesi. “Buyurun, siz de katılın” dediğimde utana sıkıla gülüp bir takım şekillere girerek kaçıp uzaklaşıyorlar. Yine tahmin edebileceğiniz üzere, erkeklerin bu şekilde davranmasının sebebi, yaptığımız hareketleri çok “kadınsı” ya da “komik”, “erkeğe yakışmayan”, “racona sığmayan” hareketler olarak algılamaları. Üstelik bunlar yabancı kökenli insanlar. Bir de Türk erkeğini düşünün. Peki, gelin bu hareketlerin kısaca geçmişine bir göz atalım. Bu hareketleri çıkaran kimler dersiniz? Çin ordusunun gelmiş geçmiş en büyük generalleri ve tapınak koruyucuları. Amaçları? Savaşçılarını yenilmez, ölümsüz, güçlü ve hastalıklara karşı dirençli kılmak. Asırlar boyunca bunu yapanların neredeyse hepsi ERKEK. Ta ki, bunu hanedan sınırları dışına çıkarıp artık halka da açalım diyene dek. Şu anda, Çin’de ve pek çok Uzakdoğu ülkesinde, kadın erkek, yüzlerce kişi, her sabah, ama her sabah parklarda toplanıp –her yörede o yöreye özgü farklılıklar barındıran- bu sağlık hareketlerini uyguluyor. Doğuda sağlık ve beden gücünü artırmak amacıyla yapılan, yaşlılıkta yaşanan ve yaşanabilecek her türlü soruna […]
Kavaklıdere, Muğla Yolu Üzerinde Bir Köy…
İpek ile birlikte çevremizdeki ağaçlara, doğaya hayran hayran bakarak ilerliyoruz. Köyün içine girince, hayranlık duygularımız şaşkınlık seviyesine çıkıyor. İpek, burada gördüklerini hayatı boyunca unutmasın istiyorum. Kavaklıdere tertemiz. Kavaklıdere yemyeşil. Bizi şaşırtan ise köyün orta yerindeki kahve oldu. Masalarda yaşlılar oturmuş, sakin sakin konuşuyorlar. Kahveci hepsinin önüne çaylarını bırakmış, bir kenara geçmiş bakır dövüyor. Bu, pek alışıldık bir şey değil yirmi birinci yüzyılın Anadolu’sunda. Uzayıp giden sokaklarda evler… Neredeyse her evin önünde ateş yanıyor. Köz üstünde dev kazanlar var. Bakır el işleri, ibrikler, tavalar, tencereler üretiliyor. Tüylerim diken diken oldu. Sokaklarda yürüdükçe gözlerim doldu. O köy vardı, gerçekti ve üretiyordu. İyi ki de vardı, iyi ki de durmaksızın üretiyordu. Bundan yirmi sene sonra Anadolu’da dolaşırken bir kez daha karşınıza çıkacak mı üreten bir köy? Çocuklarımıza gezdireceğimiz bir köy bulabilecek miyiz ya da? Son kalanlar da topraklarını bırakırlar mı? Giderler mi buralardan? SAYFA-BOLUMU Koca bir ülkeyi tek bir kente doldurmak, genç nesillerin hayallerini ”göç” temelinde kurgulatmak doğru muydu? Yüz binlerdik; toprağımızı bırakıp geldik. Şimdi milyonlar olduk. Hâlâ geliyoruz. Uçsuz göğün altından gelip, ufkunu gökdelenlerin daralttığı mahallelere sıkıştık. Sıkıştığımız yerde çoğaldık. Kaynak sonsuzmuşçasına çoğaldık. Daha çok, daha çok ve daha çok… Üstelik uyum da sağlayamadık. Olmadı işte… Birbirimizden nefret etmeye, birbirimizle savaşmaya, birbirimizi […]
Sevmek ve Sevilmek Ne Demek?
Erkek kadını sevdiğini söylüyor ama kadın sevildiğini hissetmiyor. Kadın erkeği sevdiğini söylüyor ama erkek boğulduğunu hissediyor. Anne çocuğunu sevdiğini söylüyor ama çocuk kendisini annesinin isteklerini gerçekleştirmek için dünyaya gelen bir nesne gibi hissediyor. Baba çocuğunu sevdiğini söylüyor ama çocuk yetişkin yaşa gelse bile babasının sözünden çıkmadığı sürece kabul göreceğini hissediyor. Bu sevgiler gerçek mi? Sevmek ne demek? Sevilmek ne demek? Seni seviyorum demek yetmez; eğer sevildiği söylenen kişi sevildiğini hissetmiyorsa. Sevdiğini ve sevildiğini nasıl anlarsın? İşte birkaç ipucu. Birisini sevdiğinin kanıtları: Ona kendisinin senin için önemli ve değerli olduğunu hissettirirsin. Onu mutlu görmek seni mutlu eder. Onu düşünmek bile senin enerjini arttırmaya yeter. Onun, kendisinin en iyi versiyonu olması için elinden gelen her türlü desteği verirsin. Onu uzun süre hatta hiç görmesen de sevmeye devam edersin. Birisi tarafından sevildiğini hissetmenin kanıtları: Onun yanında kendini önemli ve değerli hissedersin. Senin mutlu olmanın onu mutlu ettiğini hissedersin Onun enerjisi, senin enerjini ve kendine güvenini besler. Seni amaçlarını gerçek kılman için yürekten desteklediğini hissedersin. Onun tarafından eksikliklerine, hatalarına, zaaflarına RAĞMEN şefkatle kabul edildiğini hissedersin. Gerçek şu ki, içinde saygıyı barındırmayan sevgi gerçek değildir. Ne saygı duymadığın birini gerçek anlamda sevebilirsin ne de sana saygı duymayan birinin sevgisine inanabilirsin. Sevmenin başlangıç noktası: Özsaygı. [...]
Niyetler Sonuçlarıyla Varolur
Ruhsal enerjinizi dışarıdaki herhangi bir şeye yönlendirirsiniz, ardından düşünce doğar. Size ilk değer katan, sizi görünür kılan, sizinle düşünceniz arasındaki ilişkidir. Ralph Waldo Emerson Zihnimiz ne kadar berrak? Profilimize iliştirdiğimiz, güzel duygular içeren fotoğraflar ya da kendimize seçtiğimiz isimler, pürü pak olmadığımız sürece pek işe yaramaz. Sadece, paketi güzel süslenmiş, ama içinde kocaman bir karanlık olan kutuya dönüşürüz. Çünkü bizler, düşünen ve hisseden varlıklarız. Hissetmeye başladığımız an titreşmeye, titreşmeye başladığımız ansa aynı frekansları kendimize çekmeye başlarız. Buda’nın da dediği gibi: “Biz ne düşünürsek oyuz. Biz neysek o düşüncelerimizle ortaya çıkar. Düşüncelerimizle Dünya’yı oluştururuz.” İçinde bulunduğumuz, yaşadığımız hayat tümüyle bizim sorumluluğumuzdadır. Niyetler, sonuçlarıyla var olur. Evren (yaratıcı), kulaklarını size asla tıkamaz, ağzınızdan çıkan her sözü, her duayı, her niyeti cevaplar. Şimdi bir es verin; dilediklerinize ve yaşantınıza bakın, en doğru bilgiyi, kendi yaşam deneyimlerinizden elde edersiniz (Ester ve Jerry Hicks). Dilediğim hayatın yakınlarında bile değilim diyenleriniz olabilir; demek ki istediğiniz durumun titreşimine uygun düşen bir frekansta değilsiniz. İçinde bulunduğunuz titreşim, size kendine özgü bir dünya kurmuş. Unutmayın, bizler yaratıcıyız, her an kendi gerçekliğimizi yaratıyoruz. Peki nasıl? SAYFA-BOLUMU Odağımız çok önemlidir, bundan da önemlisi yaratmak istediğimiz dünyanın frekansında salınmaktır. Her duyumuzla, arzu ettiğimiz durumu yarattığımızda zaten o anın titreşimini yaymaya başlarız. Bundan […]
Eski Sevgili Sendromu
‘‘Onu halen seviyor musun?’’ diye sordu. Hiç düşünmeden ‘‘Hayır’’ oldu cevabım. Hayır. Artık onunla biz, bittik… Hatta öyle bitmiştik ki artık onu düşünmek acı vermiyordu. Kalp sızlamıyordu. Karanlık zamanlar geçmişti. Yaşam her yerden ve yeniden kendini gösteriyordu. Mutluydum. Eskisinden daha enerjik ve umut dolu… Oysa bir ‘‘ama’’ vardı ve o ‘‘ama’’ tüm umut dolu sözleri sıfırlıyordu… Herkesin bir unutulmayanı var. Derinine işleyeni… Kaç zaman geçerse geçsin, söküp atamadığı… Özlediği… Her kareyi tekrar tekrar yaşadığı ve dokunamadığı… İzlerini silemediği… Yeniden sarmak istediği… Her gittiği yere götürdüğü… Atamadığı, satamadığı, unutamadığı… Her mevsim geçişinde içinin sızladığı… Vazgeçemediği… Sevmeye doyamadığı… Belki de yeterince sevemediği… Yokluğuna alışamadığı… Halen yanında hissettiği… Yıkık dökük bir aşktan geri kalanları yaşatmaya çalıştığı… Bir yanım kıpır kıpır ve hayatla dolarken diğer yanım neden yeni gelene kapıyı kapıyordu?… Eski sevgili yeniden gelse bile ‘‘biz’’ olamayacağını bilmeme rağmen neden yeni bir birlikteliğe ‘‘Evet’’ diyemiyordu?… Bu sorular canımı sıkarken şöyle bir etrafa bakındım. Ve etrafın ‘‘eski sevgili sendromunu” atlatamayanlarla dolu olduğunu gördüm. Benim gibiler vardı! En iyi yolun yeniye adım atmamak olduğunda kararlı olanlar… Bundan sonrasını tek başına yürümenin en doğrusu olduğuna inananlar… Yarasını sardığını sanıp ‘‘ama’’ ile yaşayanlar… Kendilerini yalnızlığa mahkûm ettiklerinin farkında olmayanlar… SAYFA-BOLUMU Biten bir sevgiden sonra yeniden uzanmak istemiyor […]
Kabaklı Kiş
250 gram un 125 gram margarin 1 yumurta Yarım kilo kabak 100 gram beyaz peynir 3 yumurta 100 gram rendelenmiş gravyer peyniri 1 büyük domates (rendelenmiş ve çekirdekleri alınmış) 2 diş sarımsak 1 orta boy soğan 4 dal taze biberiye Tuz, karabiber Yapılışı: Un, margarin ve yumurtayı kıvamlı bir hamur elde edene kadar karıştırıp yoğurun. Ardından dinlenmesi için 30 dakika buzdolabında bekletin. Yıkadığınız kabakları rendenin büyük delikli kısmında rendeleyin. Soğan ve sarımsakları ince ince doğrayın. Biberiyeleri de incecik kıyın. Bu malzemelerin hepsini güzelce karıştırın. Yumurta, beyaz peynir, gravyer peyniri ve rendelenmiş domatesi ayrı bir yerde karıştırın. Bu karışıma az önce hazırladığınız kabaklı karışımın yanı sıra, göz kararı tuz ve karabiber ekleyin. Dolaptan çıkardığınız hamuru 1 cm kalınlığında açın. Dilerseniz büyük yuvarlak bir tepsiye dışarı 3 cm taşacak şekilde, dilerseniz fotoğrafta gördüğünüz gibi tek kişilik kalıplara yine dışına 3 cm taşacak şekilde serin. İçine malzemeleri katın. Önceden 180 derecede ısıttığınız fırında 50 dakika pişirin. Afiyet olsun…
B17 Bombardımanı Ve Hunza Halkı
Kanser için milyarlarca dolar harcanmasına rağmen teknolojinin ve tıbbın tavan yaptığı bir çağda bu merete neden çare bulanamadığıyla ilgili gerçeklere bir kez daha değinmeyeceğim. Hatta ilaç sektörünün ve şirketleşmiş sağlık kurumlarının paragöz yaklaşımları sonucu insan hayatının hiçe dönüşmesine de girmeyeceğim. Ancak kendileri şifa vermek bir yana dursun, insanların kendi kendilerini iyileştirmelerine yardımcı olacak her türlü şeyi birer birer ortadan kaldırarak ya da yasaklayarak nereye varacaklar onu merak ediyorum. Zira kanserin çaresinin bulunduğuna inanıp uygulamaya kalksalar, koca ilaç sektörüyle beraber ticari ve siyasi endüstri de bir gecede çöker. Yüz kere de olsa bin kere de olsa, tekrar etmekten usanmayacağım bir gerçek var ki, o da kanserin “öcü” olmadığı. Daha önce yayınlanan pek çok yazıda kanserden kurtulmanın son derece basit yolları var, bunlardan bahsettik. Dedik ki “Kanser sadece asidik ortamda var olabilir; vücudunuzu alkali ortama taşıdığınızda, artık barınacak ortamı kalmadığı için kanser vücudu terk eder.” Bu her hangi bir sav değil, Dr. Otto Warburg’un ispatlayıp Nobel ödülü kazandığı bilimsel bir gerçek. Hatta “Alkali beslenin kanseri yenin!” yazımızda bunun ayrıntılarına değinmiştik. Yine Kanserin Düsmanı Karbonat adlı yazıda karbonatın kanseri kolayca iyileştirildiğine değinmiştik. Dileyenler bu yazılara göz atabilir. Kanseri iyileştiren ancak insanların kısa sürelerde iyileşmesini engellemek amacıyla kurnazca yasaklanan hintkeneviri gibi faydalı şeyler de […]
A’dan Z’ye Sosyal Medya Hastalıkları
Beş dakikada bir Instagram hesabınızı kontrol ediyor musunuz? Tweetlerinizdeki sesli harfleri itina ile silip 140 karakteri sonuna kadar kullanmaya mı çalışıyorsunuz? Bu sorulara vereceğiniz yanıtlar sosyal medya ile olan ilişkinizin sağlıklı olup olmadığına dair ipuçlarını barındırıyor. İşte sosyal medyadaki varlığınızı anlatan hastalık türleri: Bildiri Hastası: Sosyal medyada anlık olarak her paylaşımı her zaman takip edebilmek için telefonun tüm ses ayarları açıktır. Telefonu ne zaman titrese veya ses çıkarsa, büyük bir zevkle derhal telefonuna sarılır. Sosyal Guru: Kartvizitinde “Sosyal Medya Gurusu” yazar. Sosyal Medyayı hem iş hem de zevki için kullanır ve bu konuda danışmanlık vermek için can atar. Kelime Yaratıcısı: Sosyal medya sitelerinin adını cümlenin yüklemi olarak kullanır. Örneğin: “Bu resmi Instagramlamalıyım” ya da “Bu konuyu tweetledin mi?” Sesli Harf Düşmanı: Özellikle Twitter’daki tüm yazıları sesli harfleri çıkartarak yazar. Böylece 140 karakterin hakkını verir. Tabi okuyanlar anlayabilirse… Blog Referansçısı: Kendisine sorulan tüm sorulara, kendi bloğuna trafik akışı sağlamak için “Buradan okuyabilirsiniz” tarzında bağlantılar atarak yanıt verir. Bir yerden sonra artık kendinizi devamlı aynı blogta gezinirken bulursunuz. “Burdayım” Meraklısı: Gittiği her mekanı, dahil olduğu hemen hemen tüm sosyal medya kanalında belirtir. Böylece ne kadar sosyal, ne kadar gezenti bir kişilik olduğunu her platformda çevresine haykırır. “Beğenme (Like)” Delisi: Arkadaşlarının paylaşımlarına kısa […]
Eğitim Kinesiyolojisi
Bazı ebeveynler çocuklarının istikrarlı bir zihin yapısına sahip olmadığını ve herhangi bir alanda (eğitim, spor, sanat veya kültürel) istikrar tutturamadığını düşündükleri için endişelenir. Çocukları başlangıçta bu aktivitelere büyük bir şevkle katılmak isterken bir ya da iki dönemlik bir süreci tamamladıktan sonra aktivitelere devam etme konusunda aynı istekliliği göstermezler. Seçimleri değiştiğinden öğrenme hevesleri çabuk geçer. Ders konusundaki istikrarsızlıkları ve isteksizlikleri de öğrenme başarısını olumsuz etkiler. Biz ancak duyu organlarımızla algıladığımız şeyleri öğrenebiliriz. Bu organlardaki (vestibüler denge sistemi, gözler, kulaklar) rahatsızlıklar, öğrenme sürecimizi de büyük ölçüde etkiler. Eğer çocuk yazı yazarken bacaklarının üzerine oturmuşsa ve oturduğu masaya bakar şekilde değil de sandalyesini masaya paralel koymuş bir halde oturuyorsa, kolunun üzerinde yatarak kitap okuyorsa aslında bedenini sabit tutmak ve daha iyi gören gözünü sayfaya çevirerek görsel bilgiyi alabilmek için çaba harcıyor demektir. Okuyabilmek için gözlerin soldan sağa düz bir çizgiyi rahatlıkla takip edebilmesi ve bedenin de başın el tarafından değil, boyun tarafından desteklenir şekilde sabit durması gerekir. Kişinin gözleri, kulakları ya da vestibüler refleksleri, beyninin her iki yarıküresi arasındaki işbirliğine ve iletişime izin vermezse, yeteneklerini sergilemekte zorlanır. Beden ve hareketler ne kadar az desteklenirse, öğrenme zorlukları da o kadar artar. Öğrenme zorlukları konusunda beden ve beden hareketleri genellikle göz ardı edilen bir etkendir. […]
Nükleere Geçene Kadar…
Gelişmekte olan ülkelerin en büyük ihtiyaçlarından biri olan enerji, yeni buluşlar ve araştırmalar ile kaynak çeşitliliği genişletilirken, üretiminde eski ve çevreye zarar riski oluşturabilecek teknolojilerin kullanıldığı önemli bir araç. Hayati bir ihtiyaç olan enerjinin üretimi, ülkelerin yatırım ve harcamalarında önemli bir paya sahip olduğu için cari açıkların en önemli kalemleri arasındadır. Günümüzde popüler olan nükleer enerji yatırımları ülkemizin gündemindedir ve nükleer enerji santrallerinin hayata geçirilmesi konusunda adımlar atılmaktadır. Halen dünyanın 31 ülkesinde bulunan nükleer enerji santralleri, dünya enerji üretiminin %17’sini gerçekleştirmektedir. 1970’li yıllarda hızlanan üretim ve tüm dünyada artan enerji ihtiyacı sırasında açığa çıkan petrol darboğazından çıkmak için nükleer enerjinin gücünden faydalanılmıştır. Halen kullanımına devam edilen bu teknolojilere kimi ülkeler sımsıkı sarılırken kimileri de kurtulmanın yollarını aramaktadır. Yakın zamana kadar nükleer enerjiden vazgeçemeyen gelişmiş ülkeler, yeni enerji üretim kaynaklarının geliştirerek, nükleer enerjinin tek seçenek olmadığını göstermişlerdir. Bugün gezegenimizde bulunan nükleer reaktör sayısı 438’dir; bunlar, yeryüzünde üretilen enerjinin yaklaşık 1/5’ini karşılamalarına rağmen insanlığı ciddi çevresel tehditlerle karşı karşıya getirme riski taşırlar. 2011 yılında enerjisinin %28’ini nükleer güçten elde eden Almanya, toplam 17 tane olan nükleer enerji santrallerini kademeli olarak kapatma kararı almıştır. Bu, Almanya’nın doğal enerji kaynakları, doğru enerji yatırımları, geri dönüşümü en etkin şekilde kullanma ve en önemlisi israfa karşı […]
Dost Dünyaya Uyum Sağlamak
Yıllarca insanların güvenilmez olduğuna inanarak yaşamayı seçtim. Dünyanın tehlikeli bir yer olduğu inancıyla kendimi bir fanusa kapattım. Sosyal ortamların aranılan kişisi olarak yalnızlık duygusunu örtbas ettim. Kendimden kaçtığımı ve neyi aradığımı bilmeden yirmi küsur sene geçirdim. Yüzeysel ilişkilerle duygusal açlığı gidermeye çalıştım. Dünyanın farklı şehirlerinde huzur bulma umuduyla kendimi yollara attım. Vardığım nokta ise gittikçe büyüyen bir boşlukta çaresiz hissetmek oldu… Yıllar geçti… İnsanlar geçti… İçimdeki yalnızlık duygusu ve sevgi açlığı geçmedi. Dışarıdan korunmak adına ördüğüm duvarlar arasında kendimi gittikçe daha çok yalnızlığa hapsetmişim, fark edemedim. Gözlerim açılmaya başladığında ise deyim yerindeyse şok geçirdim… Beklentisiz sevenlerin var olduğunu gördüm. Alma derdi olmadan verenlerin karşısında ezberim bozuldu. Bir süre onlara da direndim. Belki de bilinçsizce maskelerini düşürmeye çalıştım. Sevgisini beklentisizce sunanlara şaştım kaldım. Koşullu sevgilere o kadar inanmışım ki koşulsuz sevgi karşısında coşan duygularla baş etmekte zorlandım… Zamanla, aslında düşündüğüm kadar yalnız olmadığımı fark ettim. Birçok duygudaşım vardı. Onlara sarıldım. Her sarılış sevgiyi arttırdı. Yoğunlaştırdı. Sevgi dilencisi olmamak için kapattığım duygular yeniden açıldı. Sevgi cimriliğini bırakarak sevgi bilincine uyum sağladım. Dışarıyı suçlamak yerine içimdeki yaraları sarmaya odaklandım. Canım acıdı. Çokça gözyaşı döküldü. Ve bugünkü gözyaşının sonunda kendini sevmenin sevgi dilencisi olmaktan daha kolay olduğunu anladım. Uzatılan eli tutmak, kaybetme korkusu yaşamaktan […]
Sevgimle Onu Değiştirebilirim
Erkekle kadın birbirini severek evlenmişti. Erkek, toplum içinde saygın bir konuma işe ve gelire sahipti. Kadın, parada pulda gözü olan biri değildi. Adamı sevdiğine inandığı için onunla birlikteydi. Kadın flört döneminde erkeğin kumarı “sevdiğini” biliyordu. Birlikte gittikleri tatil yöreleri daima kumar oynanan otellerin bulunduğu ortamlar oluyordu. Hiçbir bağımlılık tek başına var olmaz. Eh, bu genç adamın da kumarın yanı sıra alkol, sigara ve kokain gibi “sevdiği” başka alışkanlıkları da vardı. Erkek daha önce saklamadan “eğlenmek için gidiyorum” diyerek gittiği kumar masalarına artık bin bir yalan söyleyerek gizlice gitmeye başlamıştı. Tek başına gittiği yurtdışı gezilerini de sıklaştırmıştı. Ona sorarsanız, kumara bağımlı değildi. Sadece kumar masasındaki adrenalin yükselmesini seviyordu. Kumar, onun sevdiği, ona keyif veren bir “hobi” idi. Bir bağımlı, bağımlı olduğu madde/ aktivite/ kişi ile sağlıksız bir ilişki içinde olduğunu ve bu ilişkinin kendisine zarar verdiğini kabul etmez. Tıpkı kendisine zarar vererek sürdürdüğü bağımlılık ilişkisini “sevgi” olarak tanımlayan çoğu insan gibi. Bağımlılığın yarattığı sağlık sorunları, çekilen duygusal acılar, eş/ iş/ arkadaş ilişkilerinin bozulması, özsaygıyı/ onuru yitirme, ekonomik kayıplar vb… Ödenen bedeller reddedilemeyecek boyuta gelene, kişinin kendisine ve çevresine zararı yadsınamaz hale gelene kadar… Bağımlı bağımlı olduğunu inkâr eder. Tüm bağımlılıklar bir inkâr hastalığıdır. Bu nedenle de kabul bile etmediği bir şeyi […]
Ölümsüzlük İksiri
Toprağın şifasına inanıyorum. Tohumun, ağacın, bitkinin… Özellikle yabani bitkilerin… Ancak bitkisel şifa dağıtıcılarına karşı biraz tereddütlüyüm doğrusu zira bu konularda enteresan tecrübelerim oldu. Her gün gelen ve posta kutumun yarısını dolduran zincir postalarda karşıma çıkıyor çoğu. ”İşte şudur kanserin ilacı.”, ”Asıl budur bilmem neyin şifası.” şeklindeki öğütleri ne okuyorum, ne de aktarıyorum. Akıllıca kullandığınızda gerçek bir bilgi hazinesi olan internetin gün geçtikçe bir bilgi kirliliği havuzuna döndüğünü düşünenlerdenim. Çocukluğumdan beri yediklerimden, içtiklerimden, tecrübe ettiklerimden, ilk elden dinlediklerimden anladığım ve inandığım tek şey şu: Dengeli yağ – kas oranlarına sahip olduğunuzda, bol oksijen aldığınızda, iyi, kaliteli, temiz gıda ile bedeninizi güçlendirdiğinizde bedeniniz hastalıklara karşı kendi kendine savaşıyor. Bu savaşı kazanıyor da üstelik. Ancak moral bozmak pahasına açık konuşmak gerekirse, otuz sene boyunca patates cipsi, pizza, mayonez, şeker, gofret, meşrubat, mısır yağı, margarin ile tarumar edilmiş bir bünyenin sağalması da o kadar kolay olmuyor. En basitinden pankreas, mide, bağırsak, karaciğer doğru çalışmıyor. Beden, istese de kendini toparlayamıyor. SAYFA-BOLUMU Doğal nimetlerden bilinçli şekilde faydalanmak, aşırılıkları kesmek, üstelik hayatınızdan hiçbir şeyi tamamen çıkartmak zorunda kalmadan… Bunu açıklayacağım. Ama önce bu yazı nereden çıktı, onu açıklamam lazım. Nazilli’de çiftliğe her gün gelenleri anlatırım arada, hatırlarsınız. Kapıdan kovsak bacadan giren, tereyağını nasıl güzelce sahteleştirebileceğimizi anlatan, pekmezin, […]
Kainat Dost Canlısı Bir Yer Midir?
İki gün önce hayatım yeni bir anlayışla aydınlandı. Bu insanlık için küçük, benim için büyük adımı dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım. Ama önce özgeçmişimle ilgili kısa bir hatırlatmada bulunayım size: Elime Osho’nun Tarot kartlarını ilk defa aldığım 2002 yazından beri aslında sandığım kişi olmadığımı biliyorum ve esas benimi keşfetmek amacıyla, heves ve umutla, dünyanın dört bir ucunda, ruhumun en derin kuyularına inmeye çalışıyorum. Yıl 2013. Ben artık 2002 yılındakiyle tıpatıp aynı kişi değilim ama yine de benliğimde hâlâ o zamanki halimden epeyce şey barındırıyorum. İnsanın on bir yıl içinde hayatını, neşesini, potansiyelini kısıtlayan alışkanlıklarından, düşünce, davranış kalıplarından tamamen arınması mümkün değil. Benim gibi çok hevesli, mümkünse adını, soyadını, bedenini ve şahsi eşyalarıyla olan tüm ilişkilerini tek hamlede dönüşüme feda edebilecek bir insan için bile kolay değil. Kaldı ki çoğumuz mutlu olmak istediği halde bunun karşılığında bir şeylerden vazgeçmemiz gerektiğini kabul edemiyoruz. SAYFA-BOLUMU Bu süreci kısaca şöyle özetleyebilirim: Bekâr gezdiğim ilk yıllarda “Çok değiştim” diye caka satarak, ciddi bir ilişkinin sularına adım attığım aradaki yıllarda “Ulan hiç mi değişmemişim yahu” diye ağlayarak ve son yıllarda henüz tam olarak tahlil edemediğim ama yumuşama, dengeyi bulma, kuralları yıkma, kendini ötekinin aynasında görebilme gibi çeşitli yetiler edinerek geçti, geçiyor. Belki iki gün önce attığım insanlık […]
Kahramanın Sonsuz Yolculuğu
Yola çıkacak kişinin aşması gereken ilk ve en önemli engel, kendi yerleşikliğidir; kendi yeri—kendisidir… Oruç Aruoba Son dönemlerde hepimiz bir yolculukta olduğumuzun farkındayız. Gelen yeni enerjiyle birlikte artık eski diye nitelendirdiğimiz, işe yaramaz yaşam biçimlerimizden, inançlarımızdan, sıyrılarak kendimize yeni bir dünya kurmaya çalışıyoruz. Spritüel konularla hiç alakası olmayanlar bile bazı şeylerin -gerçekleşmiş şeylerden– farklı geliştiğinin farkında. Bu dönemin en önemli getirisi kesinlikle farkındalıktır. Bir de yeni enerjilerle her an ortaya çıkabilen yeni öğretiler, yeni rehberler. Kendimizden yine kendimize doğru çıktığımız bu yolculuktan bahsetmek istiyorum. Son dönemlerde kendimize en sık sorduğumuz sorular “Ben Kimim? Yaşam Amacım ne?” gibi sorular olsa gerek. İşte bu soruların peşinde, kendimizi teslim ettiğimizde, Evren bizi bir yola sokuyor. Burada karşımıza sürprizler, eş zamanlılıklar, yeni insanlar çıkıyor. Bunların hepsi de bizim rehberimizdir. Tesadüf varsaydığımız her şey bizim niyetimizin yansımasıdır. Bu rehberleri kimi zaman bir arkadaşın peşine takılarak buluyoruz, kimini çeşitli duyumlarla, kimi de yolda kendiliğinden beliriyor. Bu yola çıktığımızda kaçınmamız gereken bir durak var ki ona da beklenti diyoruz. Bu yol, beklentilerle adım atacağımız bir yol değil, biz yürüdükçe kendini var eden bir yol. Herhangi bir sorunla ilgili bir rehbere gittiğimizde onun tavsiyesi ya da onun şifası bizi bir günde tamamlayacak sanıyoruz. O kişinin bize sadece bir […]
Geçmiş Nereye Geçmiş?
Köydeki yeni evimizin yamacındaki tepeye çıktım. Bir kayanın tepesine tünedim, dizlerimi göğsüme çekip köyüme, doğduğum ve çocukluğumu geçirdiğim yuvama bakıyorum derin derin nefes alıp vererek. Çocukluğumu seyrediyorum; çocuk Bade’nin kırgınlıklarını, neşeli anlarını, heveslerini, özlemlerini, kızgınlıklarını, yılgınlıklarını, umutlarını, kaçışlarını, küskünlüklerini ve barışmalarını… Rüzgâr esiyor, içimden yapraklar havalanıyor, tünediğim kayanın aşağısından toprak uçuşuyor. Rüzgâr içimden dışıma, dışarıdan yüreğime çarpıyor. Dört yanım açıklık. Aşağı düzlükte inekler, koyunlar, onların boynuna asılı çan sesleri, köpek havlamaları, çocuk çığırtıları, kuru ot kokusu, başımın üzerinden geçen serçenin fırfır eden kanat çırpışı, ağaç dallarının sallanışıyla dillenen yapraklar… Şu anki halimle, şu anki köyüme bakarken geçmişe de yollanıyorum. Bir ayağım burada biri oraya gidiyor, çocukluğuma. Bana kızacak kimse yok artık bu köyde, azar işitecek yaşta da değilim sanırım. Ya da azar işitecek yaramazlıkları bıraktım-eh, tamamını değil kabul.- Ellerim, yüzüm kırmızıya boyanmış ve dikenlerle talanmış dağlarda kızamık yemekten, çoraplarım kuru otlarla kaplanmış, arkası yamalı kırmızı naylon ayakkabım bir yerinden daha delinmiş kayaların taşların arasında koşturmaktan, yanaklarım güneş yanağı. Dağlar kızı Bade idim o zamanlar-amca kızım Filiz öyle derdi bana.- Oluğunda yıkandığım Yenipınar. Kaya kovuklarını heyecan, hayal gücümdeki imgelerle doldurarak merakla, korkuyla keşfettiğim dağlar. Dallarına tırmanıp bacaklarımı, kollarımı çizip yaraladığım kanattığım ağaçlar. Böğürtlen dikenleriyle yara bere içinde kalan incecik iki sopa […]
Tuz + Su = Hayat
Bedende tuzun işlevine baktığımızda, hücre içi sıvısının tuzlu su olduğunu görürüz, yani bedenimiz su ve tuzun bir araya gelmesinden meydana gelmiştir. Kan, idrar, ter, gözyaşı kısacası bütün vücut sıvıları tuzlu sudan oluşur. Anne karnında bebek yaklaşık % 97 tuzlu suyun içinde gelişir ve bu su iki günde bir vücut tarafından yenilenir. Hücrenin içine girebilen maddeler su, oksijen ve mineraller yani doğada bulunan haliyle tuzdur. Tuz bu kadar önemlidir. Diğer önemli bir madde de sudur. Yeterince su içmez, doğru kristal tuzları kullanmazsak vücut sıvılarımız kirlenir. Böyle durumlarda vücut ihtiyaç duyduğu suyu organlardan ya da kandan temin eder. Aynı şekilde tuz diye bildiğimiz rafine tuzu kullandığımızda bunu böbrekler çözemez ve vücudun çeşitli yerlerinde depolar, bu tuz hücre içinde kalamadığı içinde hücre dışında tutulur, bunun sonucunda da ödemler oluşur. Siz yeteri kadar su içip, doğru tuzu kullanıyor olabilirsiniz ama ya nefes ne olacak? Nasıl nefes alıyorsunuz? Akciğerlerinizi yeterince oksijenle doldurabiliyor musunuz? Şimdi 1 dakika ara verin ve nefes alın, kendinizi izleyin. Aldığınız nefes göbek altından yukarı doğru ilerleyerek tüm gövdenize bir salınım yaptırıyorsa doğru nefes alıyorsunuz. İsterseniz tekrar deneyin ve elinizi karnınızın altına koyun hissedin, nefesi aldığınızda karnınız şişmeli ve yukarı doğru ilerlemelidir. Nefes verirken önce karnınızın alt kısmını boşaltmaya başlamak doğrudur. Yaşam bir […]
Sosyal Medya Pazarlama’da Son Durum
Sosyal medyanın popülerliğini kaybediyor mu? Şirketlerin pazarlama ekipleri sosyal medya bütçelerini gözden geçirmeli mi? Bu tür sorulara verilebilecek en iyi yanıt sosyal medya kanallarının son durumunu sayısal verilerle paylaşmak. Hubspot’un 2013 yılında yayınladığı raporda sosyal medya kanalları ile ilgili önemli istatistikler var. İşte bazıları: 1) Amerika’da internet kullanıcılarının % 27′si sosyal medyada zaman geçiriyor. Bu zamanın % 15′i ise mobil internette geçiyor. 2) Sosyal medya kanallarındaki satış oranları, diğer pazarlama mecralarındakilerin (fuar, e-posta, promosyon vb.) neredeyse 2 katı. 3) Sosyal medya aracılığıyla sağlanan dönüşüm oranı (satış ya da yeni üye), ortalama dönüşüm oranından % 13 daha fazla. 4) Pazarlamacıların % 52′si 2013 yılında Facebook’tan 2012 yılına oranla daha fazla müşteri kazandı. 5) Facebook’taki paylaşımlar hedeflenen erişimin yarısına, paylaşımdan sonraki ilk 30 dakika içinde ulaşıyor. 6) Bir markanın sosyal medya dışındaki takipçilerinin % 60′ı markayı çevresine önerirken, Facebook takipçilerinin ise % 85 ‘i çevresine öneriyor. 7) Twitter’da 1000′den fazla takipçisi olan markalar aylık 800 yeni web site ziyaretçisi kazanıyor. 8) Facebook veya Twitter’da bir ürün veya marka hakkında şikâyette bulunanların % 25′i ilk 1 saat içinde yanıt bekliyor. 9) Kadınlar erkeklere oranla markaların sosyal medya sayfalarında daha fazla geziniyor. 10) Pazarlama […]
Peynirli Ekmek Küresi
Malzemeler Ekmek için : 2,5 su bardağı un 1 paket kabartma tozu 1+1/4 ayran 1 yumurta İç Malzemesi : 2 su bardağı sert kaşar peyniri 4 sap taze soğan 2 kaşık tereyağ Un ve kabartma tozunu yoğurma kabına alıp karıştırın. Ortasına yumurta ve ayranı ekleyip, tok ve homojen bir hamur elde edene kadar yoğurun. Yuvarlak fırın tepsisine hamurun üzerinden hafifçe bastırarak yerleştirin. Üzerine un serpin. Önceden 180 derece ısıttığınız fırında 25-30 dakika pişirin. Piştikten sonra soğuyana kadar fırında bekletin. Ardından ekmeği üst kısmından dilimlere ayırın. Rendelediğiniz kaşar peynirini, ufak ufak dilimlediğiniz taze soğanları karıştırın ve ekmeğin kesik bölümlerine gelecek şekilde yerleştirin. Biraz daha lezzet katmak için tereyağını ufak küpler halinde boşluklara yerleştirin. Alimünyum folyo ile ekmeği hafif sarıp 180 derece fırında 15 dakika pişirin. Ardından folyonun üstünü açıp 10 dakika daha pişirin. Böylece peynirleri de kızartmış olursunuz. Ekmeğiniz servise hazır, afiyet olsun… Tarifler için : www.mutfakzevki.com
Otistik Çocuklar
Benim gibi sizin de dikkatinizi çekmiş olabilir, son yıllarda otizm çok fazla telaffuz edilmeye başlandı. Çevremde dostlarımın çocuklarında da görülmeye başlayınca Yağmur Adam filmiyle sınırlı olan bilgimi Prof. Dr. Ahmet Aydın’ın araştırmalarıyla zenginleştirdim. Otistik olguların çoğu bebeklik döneminde tümüyle normalken, belirtiler 18. aydan sonra ortaya çıkmaya başlıyormuş. Herşey yolunda giderken çocuklarının yaşıtlarına göre gerilemeye başladığını fark etmek, ebeveynler için çok zor bir durum olmalı. Belirtilerden bir tanesi, otistik çocuklara isimleriyle seslenildiğinde tepki vermemeleri. Ebeveynler önce bunun işitme bozukluğundan kaynaklandığını düşünebilir ama daha sonra, dikkat edince, çocuklarının televizyonda ilgilerini çeken reklam ya da hayvan seslerine tepki verdiğini fark ederler. Otistik çocuklar bazı görsel uyarılara karşı da yeterince tepki vermez. Yüzlere veya birçok nesneye uzun süre bakamadıkları ve yeterli göz teması kuramadıkları halde, hareket eden ya da parlayan nesnelere uzun süre bakabilirler. Dönen pervane ya da çalışan çamaşır makinesi gibi nesneleri kitlenmiş vaziyette, uzun süre izleyebilirler. Otistik çocukların dikkat çeken ilk özelliklerinden biri ise geç konuşmaya başlamalarıdır. Otistik çocukların %80’i erkektir; ne acı bir ironidir ki toplumumuzda da “erkek çocuk geç konuşur” inancı yaygındır ve bu durum çocukların hekime geç götürülmesine sebep olur. Az da olsa konuşan otistikler ise genellikle düzgün ve anlamlı konuşmaz; çoğunlukla “ekolali” yapar, yani duydukları kelimeyi papağan gibi […]
Halit Tuz Kristalleri
Bedenimiz canlılığını korumak için yaşam sürecinde bünyesinden eksilen maddeleri yerine koyar. Ter, idrar ve diğer tüm beden sıvılarıyla kaybettiğimiz su ve tuzu yenilerken en kıymetlilerini tercih etmeliyiz. Suyun bol minerallisini, tuzun da en kıymetli olanını yani halit tuz kristallerini kullanmamız iyi olur. Halit, “sonsuz” demektir. İsterseniz gelin, toprağın özütü denebilecek, elmas kadar saf ve dünyada yenilebilen tek kristal olan halit tuz kristallerinin nasıl oluştuğuna bakalım. Dünya’nın oluşumu sırasında yoğunlaşan yerküre, gökkürenin oluşumuyla soğumaya başladı. Yağmurlarla yeryüzüne inen su, tüm yerküreyi yıkayarak kendine katabildiği ne varsa kendine katıp günümüz denizlerini oluşturdu. Denizlerde toplanan su buharlaştı ancak beraberinde getirdikleri orada kaldı. İşte bugün tuz diye bildiğimiz maddenin oluşum hikâyesi budur. Milyonlarca yıl önce yerkürenin hareketleri ile yüksek basınç altında kristalleşen ve en yüksek enerjiye sahip tuzlara HALİT denir. Halit tuzlar tıpkı elmas gibi sert ve saf yapıya sahiptir; bunun yanı sıra milyonlarca yıldır gün ışığına maruz kaldıkları için şifa güçleri daha fazladır. Bu tuzların en kıymetlileri Himalaya dağlarından elde edilenlerdir. Ayrıca İç Anadolu bölgesinde de yer yer kaliteli halit tuz kristallerine rastlanır. Halit tuz kristalleri ile hazırlanan ışık suyu (sole) ile suyunuzu mineral açısından zenginleştirebilirsiniz. Bu karışımı hazırlamak için: 1-2 parça halit tuz kristalini bir cam kabın içine koyun ve üzerini örtecek […]
Çoğalarak İlerlemek
Nazilli’den çok Kars’tayım bu aralar; kurulan yeni bir yapı, yeni dikim alanları, daha neler neler… Niyetin iyi olduğu yerde çok güzel işler doğacağına olan inancım tam. Tünelin ucunu gören, büyükşehirden kaçmaya çalışan, kaçarken elbette hayatını idame ettirecek temiz bir iş de yapabilmenin peşinde olan pek çok girişimci ile Nazilli’de, çiftlikte tanıştık. Tanışmakla da kalmadık, bazılarıyla komşu olduk bile. Bade, Seçkin, Gözde ve Hande kendi arazilerine sahip oldular. Şimdi de koca bir grupla birlikte yeniden Kars’tayım. Eko turizm, şifalı bitkiler, doğal kozmetik… Çok güzel şeyler olacak burada sanki. Ben bu yazıyı yazarken tam karşımda sevgili İkbal… Eko turizm ve geleneksel tarıma bir nefer daha katılıyor. İpek Hanım Çiftliği’nin örnek alınması, yayılması… İstediğimiz buydu. Çoğalarak ilerleyeceğiz yolumuzda… Güç birlikleri, ortaklıklar kurmak, yardımlaşmak gerekiyor şimdi. Önyargıları kırmak, ”Başka bir hayat da mümkün” diyebilmek gerekiyor. ”O şehirde şu olmaz, bu şehirde bu olmaz…”, ”mesafe çok uzak” şu bu… Göz korkutmaktan başka işe yaramayan her yargıyı yıkmak gerekiyor. Biz bugün Kars’tayız. Türkiye’nin en uzak coğrafyasında, yapılabilecekleri konuşuyoruz. Planlar çiziyoruz. Adımlar atıyoruz. Süt, peynir, yoğurt, tereyağı… Peynirin dört ana çeşidi zaten Kars’ta var. Bunların alt çeşitlerini sıralarsanız ulaşacağınız sayı 100’ü bulabilir. Hiç zor değil. Bu sadece bir örnek. Sağlıklı kırmızı et, sağlıklı beyaz et, kaz eti… […]
Ve Aşk Ölür “Bildikçe”
Bilinmezlik… gizemli, tedirgin edici aynı anda. Neler olacağını bilememek, sana ne olacağını önceden kestirememek bazen ürkütücü ama sürprizli, canlı ve heyecanlı da. Neden bu kadar korkutucu bilmemek? Savunma mekanizmalarımızı çalıştıramayacağız kaygısından mı, tehdit altında hissetmekten mi, kendimizi nasıl koruyacağımızı kestirememekten ve korunamayacağız, zarar göreceğiz telaşından mı? Ölümle karşılaşırsak diye mi? Acı çekmeye -ki kanımca bu ölüme nazaran daha baskın bir duygu- karşı gardımızı alamayız diye mi? Bilmiyorum belki hepsi, ya da başka başka nedenler sayabilirsin bana sevgili okur. On beş yirmi haneli bir köyde, evden çıkıp bağa, bostana, tarlaya gittiğinde, kimseler yokken etrafta, önce bir fısıltıdır bilmemenin tedirginliği, yavaş yavaş çığlığa dönen. Bunları yazarken, gövdesinin ortası kırmızı, başı ve çatallı kuyruğu siyah, ağzındaki kanca sarımsı siyahımsı tehlikeyle parlayan bir böcek, kâğıt üzerindeki kelimelerim üzerinde gezinmeye başladı. Kâğıdı silkeledim artan kalp atışımla, düştü ve gitti. Benim ağzıma gelen yüreğim hala hızlıydı. Bilmediğim bir yaratık, hem de çocukluğumda izlediğim korku filmlerindeki katil karıncalardan da büyük… Ya derimin içine yumurtasını bırakırsa, ya koynuma veya pantolonumun paçasından içime giriverirse. Bırrrr! Bilmiyorum ki, ya beni hart diye ısırıp oracıkta cansız bırakıverirse. Yahu böcek düştü çoktan ama bilinmeze karşı temkinli, o yaratığın tehlikeli olduğunu “bilen” zihnim hâlâ kuruyor da kuruyor. Toprağa bakıyorum, kımıl kımıl, […]
Kesme Recep Din Kardeşiyiz
Yine bir Kurban Bayramı yaklaşıyor. Yine her yer kan gölüne dönecek. Yine nice hayvan acemi kasapların bıçağıyla acılar içinde, kıvrana kıvrana, gaddarca öldürülecek. Yine nice çocuğun duygusal dünyasında derin yaralar açılacak. İlkel dönemlerde tanrılar için insanlar kurban ediliyordu. Daha sonra tanrılar için hayvanlar kurban edildi. Amaç, tanrılara yaranmaktı. Böylece tanrılar kan döken kişilere ya da kabileye torpil yapacak, onları koruyup kollayacaktı. “Kurban etmek” ritüeli ne adına yapılırsa yapılsın ilkel insanın ilkel bir geleneğidir. 2000 yılıydı, Siyaset Meydanı programına konuk olan Hüseyin Hatemi’nin o ağır çekim konuşmasını ilk kez sonuna kadar dinliyordum. Konu kurban kesmekle ilgiliydi. O güne kadar çok az insan kurban katliamını eleştirmiş, üstelik bunu da dini dogmaları pek karşılarına almadan, cılız sesle dile getirmişlerdi. Ama ilk kez Müslüman kesimin “otorite” olarak nitelendirdiği bir isim açıkça, “Kurban bayramında kurban kesmeyin. Bu uygulamanın dinde yeri yoktur. Tanrı şizofrenik emirler vermez. Bayram, kavurma şölenine döndü. Hayvan boğazlamak bir ibadet olamaz. Beslenmek için hayvan kesmeye evet ama ibadet için hayır!” diyebilmişti ve sözünü “Kesme Recep din kardeşiyiz” diye bitirmişti. SAYFA-BOLUMU “Kuran’da hac hariç kurbanla ilgili tek bir ayet yoktur” Hatemi’nin bu sözlerinin Türkiye’de büyük bir sorgulama sürecinin başlangıcı olacağını sanıyordum. Tabulaşmış, ilkel ve vahşi bir geleneğe, hem de “İslam uzmanı” biri tarafından […]
Kadim Yoldaşımız Ağaçlar
Çocukluğumuzda ağaçlar bizim için sadece orman, sadece oyun ve oyuncaktı. İçimize halen huzur veren o yaprakların hışırtısı ile büyüdük. Bizi koruyan, sırtımızı yaslayıp kâh oyun oynadığımız, kâh dinlendiğimiz, kâh sessizce ağladığımız ağaçlar, insanlığa kucak açan sevgidir. Geçmişini unutan ve kendine yabancılaşan insanın ağaçlar hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğu, çevresine dair algı körlüğünün en net göstergesidir. Hâlâ inatla yanımızda durmaya çalışan dostlarımızı görmezlikten gelmemeliyiz. Türümüzün bugünlere gelmesinde bize en büyük desteği sunan, şuanda acımasızca yok ettiğimiz ağaçlardır. Ağaçlar benliğimize hitap eder; yanlarında kendimizi güvende hissederiz. Hiç ağaçtan korkan insan gördünüz mü? Bilakis insanlar hep ağaçların yanında olmak ister; piknik yapmak, kamp kurmak ya da orman manzaralı bir evde oturmak istemelerinin sebebi budur. Ağaçlara dokunmak huzuru, sabrı, yaşamı ve doğayı anlatır bize. İstatistiklere göre rahatlamak ve dinlenmek için ormanda gezintiye çıkanların sayısı, müze gezenlerin sayısının 40 katıdır. Aramızdaki bu özel bağ, ağaçlar ile insanların temel molekül yapısının aynı olmasından kaynaklanıyor olabilir mi? Eski toplumlarda ağaç ölümsüzlüğün, yeniden doğuşun simgesiydi, günümüz toplumundaysa bir hammadde, toprak rantı için göz kırpmadan yakılan değersiz bir metadır. Oysa ağaç bizim için hâlâ çok önemli; her ağaç bir meyve, kâğıt, kibrit, sopa, masa, kapı, dolap, ev, müzik aleti, kap kacak… Kısacası aslında her ağaç bir yaşam ve […]
Bir Sonbahar Yazısı Ya Da İçimdeki Rasta Prenses
Sonbaharda bisiklete binmek bana hep Darka’yı hatırlatır. Darka, İznik gölü kıyısında kurulmuş bir site. Bizim yazlık evimiz orada. Yazlık dediğime bakmayın, son çeyrek yüzyıl içinde Darka’ya yaz mevsiminde ya bir ya da iki defa gitmişizdir. Yıllara meydan okuyan sadelikteki bu sitede geçen bütün anılarım sonbahar, kış ve ilkbahar mevsimlerine ait. Hepsinde de bisiklete biniyoruz Yasemin ile. Dedemin anneme ilkokul bitirme hediyesi olarak aldığı 1952 model Otomoto ile daha sonra babamın anneme hediye ettiği (kimden dinlediğinize bağlı olarak kaptırdığı diye de anlatılan) 1970 model Rogue üzerindeyiz Yasemin ile. Bisikletlerin eskiliğinden utanmadığımız gibi, o yıllarda ne kadar “havalı” göründüğümüzün de farkında değiliz. Diğer gençlerin muhtemelen züppelik olarak algıladıkları bir içedönüklük bulutuna gömülmüş, başkalarının hakkımızda ne düşündüğünü umursamadan pedal çeviriyoruz. Bu umursamazlığın ne büyük bir lütuf, ergenliği tereyağından kıl çekermiş gibi geçirmemizi sağlayan bir nimet olduğunun da farkında değiliz. İkimiz bir yanda, dünya başka bir yanda… Çok sonra ben bunun kozalaşma (coccooning) adı verilen bir endişeden kaçış mekanizması olduğunu öğreneceğim. İki kişi, hayatın zorluklarına gözlerini kapatmak için birbirlerine kapanıyorlar. Üçüncü kişi kaçmaya çalıştıkları huzursuzluğu su yüzüne çıkaracağı için mümkün olduğunca kimseyle görüşmüyorlar. Ergenliğin dikenli yollarında yürüyen iki genç kızın kozalaşmasından doğal bir şey yok tabii. Zaten bu endişeden kaçış (anxiety-binding) mekanizması yetişkin çiftler […]
Üzülmek Yasaktır
Üzüntü bizi sıkça yoklayan ama hakkında fazla kafa yormadığımız bir duygu. Bir şeylerin kaybını idrak ettiğimiz anda bilincimize çıkan bir duygu. Hüzün ve kederin akrabası ama onlardan farklı. Neresi farklı diyecek olursanız, bedende hissedildiği yeri farklı derim. Başka ince farkları da vardır elbet. Süresi, şiddeti, çıkış sebepleri, geçiş noktası. Hüzün ve keder bedende daha geniş bir alan kaplarlarken (fikrimce) üzüntü onlara göre daha ufak bir bölgede cereyan ediyor. Belki de bu sebepten dolayı onu akrabaları hüzün ve keder kadar ciddiye alamıyor, hakkında şarkılar düzüp, şiirler yazmıyoruz. Daha basit bir şey üzüntü; daha günlük, daha alelade. Cereyan ettiği alan da pek dar zaten… Belki hüzün ve keder sadece daha teferruatlı değil aynı zamanda daha aşina duygular, durumlardır. Üzüntüye üvey evlat muamelesi yapmamız biraz da onu doğru dürüst tanımayışımızdan kaynaklanıyordur belki. Üzüntü belirir belirmez onu geçirmeye, yok etmeye, “iyileştirmeye” öyle odaklıyız ki kendisiyle doğru dürüst tanışamıyoruz bile. Daha aşina olduğumuz duygular var: Mesela endişe ve öfke. Bunlar üzüntüyü baş gösterdiği yerde kışkışlamak için görevlendirdiğimiz, bize korumalık yapan duygular bence. Bir örnek vereyim: İki gece önce fazla hızlı çiğnediğim sebzeler ve oldum olası hazmedemediğim beyaz pilavdan (“Sen Çinli misin ki sindirim sisteminin pirinci hazmetmesini bekliyorsun!” demişti bir kez Hocam) oluşan akşam yemeğim sonrasında […]
Doğaya Sarılmak
Türkiye’de nüfus yoğunluğu üç büyükşehirde toplanmış; her üç kişiden biri yüksek binalar ve betonarme yapıların arasında yaşamını sürdürüyor. Şehrin yoğunluğundan kaçmak isteyenler, tatil planlarını çoğunlukla doğa ile iç içe tatil yörelerinde yapmaya çalışıyor. 20. yüzyılın insanı modern şehirler ve teknolojinin etkisinde iken 21. yüzyıl insanı basit, sade ve doğa ile içi içe bir yaşam istiyor, hayal ediyor ancak bir yandan doğal yaşamı hayal eden insan bir yandan da doğayı yok etmeye çalışıyor; bu ironik paradoks ile bıkmadan yaşamaya devam ediyor. Bu işin sonu tabii ki doğal dengelerinin altüst olacağını ve büyük felaketlerle mücadelenin bizi beklediğini gösteriyor. Doğanın yaramaz çocuğu insan, birçok kez kendine bile zarar vermekten çekinmezken doğa ne kadar umurunda olabilir ki? Önümüzdeki karamsar tabloya rağmen doğal yaşamı korumaya yönelik etkinlikler, zaman ve maliyet gerektirdikleri için olsa gerek, ilk tercihimiz olmuyor. Oysa sadece farkındalığımızı arttırarak yaşam tempomuzdan ödün vermeden doğaya zarar vermekten kaçınabilir, verdiğimiz zararları biraz olsun telafi edebiliriz. Öncelikle doğayı sevmeyi, ona değer vermeyi hatırlamamız gerekiyor. Çiçeğin kokusunu, ağacın haşmetini, suyun sesini algılarımızı açarak, daha derinden hissedip bu muhteşem güzelliğin tadına varabiliriz. Kendinize zaman ayırarak doğanın huzurlu sevgisini hissedin. Mesela bir ağaca dokunun, nakış gibi işlenmiş kabuk kanallarına, hepimizi kucaklayan dallarına, sanat eserleri ile yarışacak dal formlarına bakın, […]
Sinemada An
Hümanist psikolojinin ortaya çıkmasına katkıda bulunan Abraham Maslow, “doruk deneyim” kavramından bahsederken, deneyimi yaşayan benlik ile gözlemleyen benliğin arasındaki ayrımın silikleştiğinden bahseder. Söz konusu deneyim, yalnızca öznel bir duygu olmakla kalmaz, aynı zamanda gözlemci tarafından da fark edilir. Maslow, bu “anlarda” bireyin engel tanımayan bir ırmak gibi kendi özgünlüğünü tecrübe ederken, sanatçı olmaya da daha eğilimli olduğunu ekler. Bu deneyim sırasında hissedilen minnet duygusu, “kahraman” ile “gösterişsiz hizmetkârı” tek bir vücutta birleştirerek bireyin iç çelişkisini yok eder. “Doruk deneyim” ya da “anı” sinemaya aktarmayı amaçlayan iki filmden ilki Sam Mendes’ in Amerikan Güzeli’dir. Plastik torba sahnesinde Ricky ve Jane yan yana oturmuş halde ekrana bakarlar. Ekrandaki görüntü Ricky’nin kamerası (gözlemleyen ben) ile kaydettiği “en güzel şeydir.” Görüntüde, plastik bir torba rüzgârda savrularak adeta Ricky’le dans etmektedir. Ricky o “anda” “şeylerin” arkasında sonsuz bir yaşam olduğunu idrak eder; artık korkmasına gerek yoktur; hislerini şu cümleyle betimler: “Dünya’da o kadar çok güzellik var ki bazen kalbim hepsini almaya dayanamayacakmış gibi hissediyorum.” Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta-Süt-Bal üçlemesinin ikinci filmi olan Süt’ün son sahnesinde ise, şair olma ideali yitip giden Yusuf, kameranın önünde çerçeve dışına bakarken adeta olanın ardındakini aramaktadır. Kafasındaki fener ışığının tüm ekranı kaplamasıyla “aydınlanan” Yusuf’un bakışları ile Semih Kaplanoğlu, kahramanına tek kelime […]
Evde Profiterol
Biliyorum iddialı bir tatlı. Yapanların ilk tecrübesi hep hüsranla sonuçlanır. Ya yumurtayı dolaptan önceden çıkarmamış olurlar ya da pişerken “Nasıl Olmuş?” diye bakmak için fırının kapağını açarlar. Tutturduğunuz zaman başka bir yerde yemek istemeyeceksiniz. Tabi evde misafir varsa, o da her seferinde profiterol yemek için kapınızı çalacak. İşte dillere destan tatlımız profiterol. Malzemeler : 1 su bardağı su 1 su bardağı un 125 gr margarin 3 adet yumurta Kreması için : 3 yemek kaşığı un 1,5 çay bardağı şeker 2,5 su bardağı süt 1 adet yumurta 1 paket vanilya 250 gr. bitter çikolata Hamuru hazırlamakla başlayalım. Tencerede 1 bardak suda margarini eritin. Ardından unu yavaşça eleyerek 2-3 dakika sürekli karıştırın. Bu sırada unu birinin elemesi, sizin de karıştırmanız daha mantıklı olabilir. Sonra ocağın altını kapatıp 10 dk. dinlenmeye bırakın. Yumurtaları en az 1 saat önceden buzdolabından çıkarmış olmanız gerekir. Bu detay profiterolün kabarması için çok önemli. Yumurtaları tek tek kırıp hamura yedirin.Homojen bir karışım elde edene kadar karıştırın. Yoğurmanız pek mümkün olmayacak çünkü yapışkan bir hamur. Ardından hamuru 10 dakika dinlendirin. Sonra fırın tepsisine hamurdan ceviz büyüklüğünde olacak şekilde aldığımız parçaları aralarında 2 cm boşluk bırakarak dizin. Çok yapışkan olduğu için hamuru elinizle şekillendirmeniz zor olacaktır ancak kaşık yardımıyla hafif […]
Kitap Okuma Alışkanlığı
Ülkelerin uygarlık seviyesi çocuklara sağlanan olanaklarla ölçülüyor. Günümüz çocuklarına baktığınızda eminim birçoğunuz benim gibi “şimdi çocuk olmak varmış” diyorsunuzdur. Eğitici, geliştirici oyuncaklar, araç gereçler ve rengârenk kitap olanaklarına sahipler. Çocuklar okul hayatını destekleyip hızlandıran birçok kolaylıktan yararlanabiliyorlar. Bununla birlikte, uygarlığın ürünlerinden pay aldıkça ortaya yeni sorunlar çıkmaya başlıyor. Çocuklarımız için doğru kitapları nasıl seçmeliyiz ve bu kadar cazip bilgisayar oyunları varken çocuklarımızı kitap okumaya nasıl yönlendirebiliriz? Anne babalar kitap seçimi konusunda bocalıyorlar. Danışanım olan bazı ebeveynler çocuklarının her okuyacağı kitabı önden, titizlikle, tek tek okuduklarını bazılarıysa seçimi öğretmenlere bıraktıklarını söylüyor. Bana neye göre seçim yapmaları gerektiğini soran ebeveynlere, öncelikle güvenilir yayınevleri seçmelerini tavsiye ediyorum. Çünkü güvenilir yayınevleri kitaplarını seçerken çocuk gelişimine uygun konular seçtikleri gibi yalın bir dil ve anlaşılır kavramlar kullanırlar. Çocuk kitaplarında konuların işlenişi de bilimsel verilere, insanlık değerlerine uygun olmalıdır. İnsan, hayvan, doğa sevgisi ve yardımlaşma,birlik duygusunu güçlendirmelidir. Çocuk kitapları her türlü kör inanç ve ön yargılardan arınmış olmalıdır. Irk üstünlüğü, din ayrılığı ve bağnazlık dolaylı ya da doğrudan aşılanmamalıdır. Yurt sevgisi işlenirken evrensel değerler unutulmamalıdır, ülkeler ve inançlar arasında düşmanlık, öç alma duyguları körüklenmemelidir. Titizlikle seçilmiş çocuk kitapları, çocukların kendilerini tanımasına ve kişiliklerinin gelişmesine katkıda bulunur. Yayınevi çeşitliliğinin artmasına rağmen ülkemiz ne yazık ki en az […]
Yaz Aylarında Tuz İle Cilt Bakımı
Yazın çok terlediğimiz için vücudumuz su kaybeder. Cildimiz kurur biz de nemlendirmek için yağ süreriz. Hâlbuki terlediğimizde sadece su değil tuz da kaybederiz; cildimize nemi yani suyu bağlayan madde de tuzdur. Kaybettiğimiz nemi tekrar yerine koymak için kozmetik ürünlere alternatif olarak tuz ve sudan faydalanabiliriz. Bu daha doğal ve daha ucuz bir yöntemdir. Size şu uygulamaları öneririm: 1- Küvet uygulaması: Yarısına kadar ılık suyla doldurduğunuz küvetin içine 1 kilo pembe Himalaya tuzu ekleyin. Tuzun erimesini bekleyin ve biraz daha su doldurun. Daha sonra küvete girin -arada sırada başınızı da suya sokarak- 20-25 dakika uzanın. Banyodan çıkarken duş almanız gerekmez. Rahat edebileceğiniz bir yere uzanarak 10 dakika kadar dinlenin. Cildinizin yumuşadığını, gözeneklerinizin açıldığını ve rahatladığınızı hissedeceksiniz. Bu uygulama aura temizliği de sağladığı için enerjiniz dengelenir. 2- Tuz Sabunu: Himalaya kristal tuz sabununu, banyo sonrasında cildinize sürtmeden, yavaş hareketlerle bedeninizde dolaştırın. Bu uygulamayı duştan çıkmadan, vücudunuz nemliyken de uygulayabilirsiniz. Önemli olan tuzlu suyun cildinizde kalmasıdır. 3- Tuzlu su duşu; Bir kap suya bir miktar (büyükçe bir parça veya 1-2 avuç) pembe Himalaya tuzu koyup 1-2 saat bekletin. Duştan çıkmadan önce bu tuzlu suya biraz ılık su ilave edip yavaş yavaş tüm vücudunuza dökün ve duştan öyle çıkın. 4- Ayak bakımı ve rahatlama için: […]
Yuh Olsun!
Biliyorum, siz de tıpkı benim gibi sokakta yürürken kese kâğıtlarını bile okuyan çocuklardandınız. Bizim gözlerimiz hep açıktır. Sormayı hep severiz. Öyle ki karşımızdaki insanlar on dakikada baygınlık geçirir bazen sorularımızdan. Konuşmayı da çok severiz. Dilimizin kemiği hiç olmadı… Kim bilir bu yüzden başımızı kaç kez derde soktuk? Biliyorum, çünkü ben sizi tanıyorum… Sistemin içinde kişiliğinizi kaybetmenin size göre olmadığını, her mecliste birazcık dışlandığınızı, beş ayrı koldan düşünüp verdiğiniz karardan asla dönmediğinizi biliyorum; korkmadığınızı, çekinmediğinizi, uzun hesaplar yapmadığınızı da… Bu hallerinizi pek beğenmediğinizi bile biliyorum. Biz birbirimize çok benziyoruz. Bu yüzden çok sevdik birbirimizi. Ufkumuz aynı noktada, pencerelerimiz farklı sadece. Ben gittim, tarımı seçtim kendime. Birazcık lezzet paylaşımı fikri, birazcık birlikte yaşadığım insanlara kazanç kapısı açma düşü, birazcık da gırgır şamata… Yola çıkışım böyle idi. Fakat günden güne sordukça, öğrendikçe, anladıkça işin rengi değişti. Benim için fazlasıyla değişti. Misyon yüklenmek benim gibi bir anarşiste göre değildi ama oldu. Bu bir mecburiyet oldu. Gıda sisteminin ve tarımsal üretimin çarkları acımasız. Çok acımasız. Sistem, tüketiciye asla acımıyor. Artık bunu az çok herkes biliyor. Bir de üretici tarafı var, bu yüzdeki acımasızlığı da dürüstçe üretim yapmak isteyenler çok iyi biliyor. Bu sektörde para kazanmak mı istiyorsunuz? Sürüm sürüm sürünen üreticinin elinden malı 3’e alıp […]
Dalgalara Binen Kadın
Kabak koyundaki Sultankamp’a ciple, gece vakti, dağ yollarından hoplaya zıplaya vardığımda, kemik ve kaslarım birbirinden ayrılmış, her biri bir tarafa dağılmış gibi hissediyordum. Neredeyse her yanı açık, tahta evime çekildiğimde önce kapıyı kilitlemek istedim ama kapının kilidi yoktu. Başta, şehir yaşamından gelen alışkanlıkla biraz tedirgin oldum; sonra bu tedirginlik yerini çabucak rahatlığa bıraktı. Kilit vurmayı gerektirecek bir güvenlik (güvensizlik) durumunun olmadığı düşüncesi, bedenimdeki tepkilerle birleşerek, içimi rahatlık hissiyle doldurdu. Çocukluğumda köyde kalırken de gündüzleri kapıların kilitlenmediğini hatırladım. Hatta kapıyı kilitlediğimde, Hediye ebem “Köylüne güvenmez gibi, Allah’a güvenmez gibi, ne o öyle kapıları kilitliyorsun Badem” derdi. Bu anı gülümsememi sağladı, kaslarım daha da gevşedi. Cibinlikli yer yatağıma baktım sevinçle. Yorgunluğun davet ettiği uykuya yer yatağımda dalacağım için pek mutlu oldum; yer yataklarına oldum olası bayılırım. Cibinliğimi yatağın kenarlarına iyice sıkıştırıp sırt üstü uzandım, derin bir nefes aldım; mis gibi doğa kokuyordu. Tam gözkapaklarım ağırlaşmaya başladı derken, arkadaki diğer kampın benim tahta evime en yakın bungalovunda çalan telefonla irkildim. Garip ve uyarıcı bir sesti. Neyse telefon açıldı: “Hey, hello mama-papa!” Aman ne ses; tiz, yüksek… Konuşma aralarında bolca efekt, kahkaha ve bağırış. Bekledim, telefon kapansın da sessizliğin göbeğinde huzurla uyuyabileyim diye; yok arkadaş, yarım saat geçti ama sohbet kıvamını ve sesini arttırarak, […]
Gezi Parkının İndigo Kuşağı
“Gezi Parkı” direnişinin o harika “kendiliğinden” oluşumu Türkiye için bir dönüm noktası oldu. İnsanlar medyada yer alan yazılar ve televizyonlarda yapılan söyleşiler sayesinde X, Y, Z gibi harflerle adlandırılan kuşaklar hakkında biraz olsun bilgi sahibi olmaya başladılar. Kuraldışı Dergi’nin Haziran 2013 sayısında yer alan “Gezi Parkı Hareketi ve Y Kuşağı” başlıklı yazımda şöyle bir tanım yapmıştım: “Şu anda Gezi hareketini yaratanlar Y kuşağı çocukları. Onlar İndigo Çocukları. 1980-2000 yılları arasında doğan Y kuşağı araştırmacı, bireyci ve açık fikirli bir yapıya sahip. Üstelik sorumluluk taşıyan ve özgürlüğe saygılı X kuşağının çocukları bunlar. İlk bakışta sorumsuz ve narsist gibi görünseler de eski hiyerarşik düzen içinde sorumluluk ve görev almak istemiyorlar, yönetilmek istemiyorlar. Bu kuşak için barış ve özgürlük öncelikli. Otoriteye ve dayatmalara boyun eğmeyen bir yapıya sahipler. Kendisini olduğu gibi ifade etmek isteyen, ‘yaşa ve yaşat’ felsefesini benimseyen yeni insan onlar.“ Bu yazıma bir okurdan şöyle bir soru geldi. 1980-2000 yılları arasında doğan BÜTÜN çocuklar İndigo mu? Cevabım net: HAYIR! Bir çocuğun, gencin ya da yetişkinin İndigo olması, doğum yılıyla değil, aurasının katmanlarında yer alan HAYAT RENGİ ile ilgilidir. Hayat Rengimiz, auramızda beşikten mezara kadar değişmeyen tek renktir. Bu renk, bir insanın, “ömür” sürecinde vizyon parametrelerini, neler yapabileceğini, yeteneklerinin ve potansiyelinin gücünü […]
Herkese İnternet Erişimi: Project Loon
Evde, okulda, işte, sokakta ve hatta yakında uçakta bile internetteyiz. Bir an için tüm gün internete giremediğinizi düşünün. Tamam, birkaç gün idare edebilirsiniz, ancak otomatik ödemeleriniz, takip edilmesi gereken mailleriniz, işi bir kenara bırakalım, seyahat planınız… En iyi restoran nerde? Bu liste uzar gider, ancak internetsiz olmaz. İnterneti nasıl kullandığımız ayrı bir konu ancak gerçek olan birkaç mouse hareketi ile dünyanın bir ucuna ulaşabildiğimiz. Bilginin hareket özgürlüğü parmaklarımızın ucunda. Türkiye’de 36 milyon internet kullanıcısının olduğu varsayılıyor. Yani nüfusun neredeyse yarısı. Bardağın boş yanından bakarsak : Türkiye’nin sadece %50’si internete erişiyor! Dünya’da ise bu oran %32,7! Bunca yıldır interneti konuşuyoruz ve geldiğimiz noktada hala milyarlarca insan internetsiz yaşıyor. Google, tabi pastadaki en büyük pay sahibi olarak, internet kullanımını arttırmak için güzel bir projeye imza attı: Project Loon. Sonuçta internet kullanımı artınca Google’ın da gelirleri artacak ancak bu işi de birilerinin yapması gerekiyordu. Bu nedenle Google’ın kaz gelecek yerden tavuk esirgemediği Loon projesini destekliyorum. İnternet erişiminin düşük olmasının arkasında çoğunlukla coğrafi nedenler yatıyor. Dağlık, ormanlık alanlar, takımadalar gibi yerleşimin düşük olduğu yerlerde erişim yatırımı yapmak, kârın çok daha uzun sürede elde edileceği anlamına geliyor. Project Loon’un çıkış noktasında (sanırım bir çocuk ile oturup konuşmuşlar) balonlar var. Yani size “balonlar sayesinde interneti tüm […]
1 Temmuz Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Gökyüzünde uzun zamandır süren gerginliğe taraf olan gezegenler ekleniyor ve bu hafta gerilimin dozu artıyor. Güneş ile Jüpiter’in Yengeç burcuna geçişiyle, vatan, millet, yuva, aile birliği konularına odaklanmada artış şaşırtıcı olmayacak. Aile olma arzusu yükselirken gezegenlerin konumu itirazların başlayacağına dikkat çekiyor. Çünkü bu arzunun ve korunaklı olma, kültürel değerleri koruma, sübjektif davranma eğilimine tam karşı noktadan Plüton’un yıkalım, yeniden yapalım diyen sesi yükseliyor. Plüton geri gidiyor ancak hâlâ güçlü konumda. Lider olup yenilik yapmalıyım diyen Uranüs de son hızla olayların ortasına dalarak devrim gerçekleştirme çabasında. Gökyüzünde T-Kare olarak adlandırılan bu tehlikeli konumlanmayı bireysel ve basit anlamda yorumladığımızda aile kurma arzusunun önüne çıkan aile büyüklerinin ve kariyer planlarının yeniden yapılandırılması zorunluluğu ortaya çıkıyor. Merkür gerilemesi uzlaşmayı ve çözüm arayışını zorlaştırırken itirazların bir kısmı verilen sözlerin yerine getirilmeyişine, susturulmaya ve geçmişin acı anılarına dayandırılabilir. Bu sırada aşkın ve duygusal birlikteliklerin destekleyicisi Venüs’ü bu […]
Gezi Parkındaki Kibarlık Salgınına Bilimsel Açıklama
O muhteşem günlerde Taksim’in şöyle sahnelere şahitlik ettiği oldu: Polis kimyasal sularla ve biber gazıyla direnişçilere saldırıyor, saldırgandan kaçmak isteyen direnişçiler geri geri koşarken birbirlerine çarparlarsa özür diliyorlardı. British Medical Journal’da yayımlanan bir araştırma mutluluğun tıpkı salgın hastalık gibi davrandığını ortaya koyuyor. Sosyal kanallar aracılığıyla kişiden kişiye yayılabiliyor. Araştırmaya göre, her mutlu arkadaşınız sizin mutlu olma şansınızı ortalama olarak yüzde dokuz artırıyor. Bu sosyal ağda mutlular kümeleri (sarılar) ve mutsuzlar kümeleri (maviler) görünüyor. Yeşiller ikisinin arasında olanları temsil ediyor. Kare olanlar erkekler, yuvarlak olanlar da kadınlar. UC–San Diego’dan James Fowler ve Harvard Tıp Fakültesi’nden Nicholas Christakis, duyguların ve diğer sağlık etkenlerinin sosyal ağlar aracılığıyla nasıl yayılabileceğini merak ettiler. Böylece birbiriyle bir şekilde ilişkide olan –akraba, arkadaş, komşu, iş arkadaşı- yaklaşık beş bin kişiyi eşlediler. Framingham Kalp Araştırması’ndan yirmi yıllık mutluluk verilerini çektiler; bir grup Framingham sakininin -1948’den beri torun torba iki jenerasyon- sağlık kayıtlarını takip ettiler. Bunun gibi sübjektif bir duyguyu bilimsel olarak ne tanımlardı? O araştırmaya katılanlar açısından şu dört soruya “Evet” demiş olmaları: “Gelecekle ilgili umut doluyum”; “Mutluyum”; “Hayattan zevk alıyorum”; “Herkes kadar iyi olduğumu hissediyorum.” Araştırmacılar mutluluğun grip virüsü gibi civar mahallelere yayıldığını fark ettiler. 750 metreden daha kısa mesafede oturan mutlu bir arkadaş üç kilometre uzakta […]
Renklerin Psikolojisi
Renk güçlü bir psikolojik araçtır. Renk psikolojisini kullanarak pozitif ya da negatif mesajlar iletebilir, satışlarınızı artırabilir, kalabalığı sakinleştirebilir ya da bir atletin kaslarını güçlendirebilirsiniz. Pazarlamada, özellikle de logo tasarımı, web tasarımı, kitap kapağı tasarımı ya da ürün ambalaj tasarımında renk psikolojisi bilgisi çok işinize yarar. Aşağıda Batı yarıküresinde temel renklerin anlamına hızlı bir bakış bulacaksınız. Bu bilgiler pazarlama projelerinde hangi renkleri kullanacağınız konusunda size ışık tutacaktır. Renk psikolojisi aşağıdaki renklerin açık ve koyu tonlarına göre değişir. Ayrıca web’de ve farklı kültürlerde renklerin farklı anlamları olduğunu unutmayın. Renk Psikolojisi: Siyah Siyah otoritenin, gücün, istikrarın ve sağlamlığın rengidir. Akılla da ilişkilidir. Siyah giysiler daha ince gösterir. Kimi zaman kötülükle de ilişkilendirilen kasvetli bir renktir. Batı dünyasında siyah keder anlamına gelir. Güçlü duygular uyandıran, ciddi, ağırbaşlı bir renktir; fazla miktarda siyah kullanıldığında insanları alt etmek, bastırmak kolaylaşır. Renk Psikolojisi: Beyaz Dünyanın önemli bir kısmı için beyaz saflığı simgeler; temizlikle, aydınlık ve güvenle ilişkilidir. Aynı zamanda rengi olmamak ya da yansız (nötr) olmakla da ilintilidir. Bazı Doğu ülkelerinde matem giysileri beyaz olur. Beyaz yaratıcılıkla da ilişkilidir. Renk tayfındaki bütün renkleri içinde barındırır. Renk Psikolojisi: Gri Gri, daha çok hayattaki pratik, zamandışı, ortayolcu, katı şeylerle ilişkilendirilir. Fazla grinin neredeyse hiçbir duygusu yoktur; ama bir parça […]
Neden Hiç Açık Fikirli Değilim?
Hayatta kesin doğrular olduğuna inanıyorum. Bana göre her şey siyah ya da beyaz. İnsanlar çok katı olduğumu söylüyorlar. Çok çabuk karar veriyor ve kararımı kolay kolay değiştirmiyorum. İnancımın yanlış olduğunu kanıtlayan pek çok delil olmasına rağmen kendi görüşümden vazgeçmiyorum. Kendinden emin olmak güzel bir şeydir. Derler ki, eğer kendi fikriniz yoksa, söylenen her şeye inanırsınız. Ancak gerçekler sürekli değişirken sizin düşünceleriniz hep aynı kalıyorsa belki de çok dar bir bakış açınız vardır.Bunun iki nedeni olabilir. Birincisi, kendinizi güvende hissedebilmek için inançlarınıza ve ideallerinize sadık kalıyorsunuz. Hayatınızın istikrarsız ve güvensiz olduğunu düşündüğünüz için üzerinde duracak sağlam bir zemin arıyorsunuz. İkincisi, kendinizi özdeşleştirecek bir şey arıyorsunuz. Kendinizi inançlarınızla özdeşleştirdiğiniz için bir kez karar verdiğinizde geri adım atmıyorsunuz. Kararınızı değiştirmenin egonuz için bir tehdit olduğunu düşünüyorsunuz. Düşüncelerinizi sorgulamayı kendinizi sorgulamakla bir görüyorsunuz. Bu da arzu ettiğiniz bir şey değil. Kendinizi tanımlayın. Herkesin bir kimliği vardır. Sizin de öyle. Bütün ihtiyacınız kendi kimliğinizi güçlendirmek. İşte size hedefe kilitlenmeniz için güzel bir alıştırma. Bir uzaylının size yaklaşarak “Sen kimsin?” diye sorduğunu hayal edin. Bu kavgacı, küçük yaratığın en az yarım saat konuşmanızı şart koştuğunu farz edin. Aksi halde insan ırkının çok sıkıcı olduğunu ve imha edilmesi gerektiğini düşünecek. Ona ne diyeceksiniz? Boş bir kâğıda aklınıza gelen […]
Gezi’de Bize Yoga Oldu
Of! Nasıl bir aydı bu başımızdan geçen böyle! Heyecandan korkuya, gururdan öfkeye, neşeden kedere, kahkahadan gözyaşına (duygusal ve bibersel) savrulduğum Haziran 2013’ün son demlerinde ilk defa bu sabah içimde bir akşamdan kalma hissiyle uyandım. Hani sanki dün gece çok içmişim, çok gülmüşüm, yerlere düşüp yolumu kaybetmişim, sonunda bir şekilde yatağımı bulmuşum… Öyle bir haldeyim. Son otuz gündür elim telefonuma yapışmıştı. Bugün aynı el telefona gitmiyor bir türlü. Son haftalarda yogadan, kahveden çok zaman önce, daha gözlerim tam açılmamışken sosyal medyayı parmak yordamıyla bulan o el bu sabah bir çekingen. Üstelemiyorum. Az biraz anlıyorum onu. İnsan evladı tabiatı gereği bir yandan aidiyet (bütüne) hasreti ile yanıp tutuşurken diğer yandan da bütünün içindeki eşsiz varlığını pekiştirmek üzere tek başına kalmak ihtiyacını duyuyor. Dostlarımın, ailemin, akrabalarımın çoğu gibi ben de Türkiye Cumhuriyeti tarihine geçecek olan Haziran 2013’ün çoğunu Gezi Parkı’nda, Taksim Meydanı’nda veya meydana açılan sokaklarda geçirdim. Bir dolu genç insanla tanıştım, çadır önü sohbetlerine katıldım. İzah edilemeyeni mizah ettikçe hem katıla katıla güldüm hem de zekâlarına hayran kaldım. Bir öğleden sonra, tam metroya binip eve dönecekken Taksim Meydanı’nda duran adamların arasına karıştım, #durankadın oldum. Evde kaldığım akşamlarda sosyal medyada gezinmekten gözlerim şaşı oldu. Çok yazdım. Gezi direnişinin lehinde ve aleyhinde yazılan hemen […]
Vitaminli Güneş Kremleri Ve Cilt Kanseri
Güneş kremleri cilt kanserine neden olabiliyor çünkü çoğu A vitamini ihtiva ediyor! Güneşten korunmak için kullandığımız koruyucular, koruyucu olmayabilir. İyi bilinen 500 güneş koruyucusu üzerinde yapılan bir araştırma, bu ürünlerin yarısına yakınının cilt kanserine neden olabileceğini ortaya çıkardı. Bu ürünler A vitamininin bir türünü ihtiva ediyor ve bu da güneş ışınlarına maruz kalan ciltte kötü huylu hücrelerin gelişimini hızlandırabiliyor. Araştırmacılar ve Çevre Çalışma Grubu (Environmental Working Group) yıllık raporlarında FDA tarafından yürütülmüş (ve sonuçları kısmen hasıraltı edilmiş) vitaminlerin fotokanserojen niteliklerinin ortaya konduğu ON YILLIK bir araştırmaya işaret ettiler. Raporda “Bir yıl süren o araştırma sırasında, derilerine A vitaminli krem nüfuz ettirilen farelerde vitaminsiz krem sürülen kobay farelerine kıyasla % 21 oranında daha hızlı tümör ve lezyon gelişimi görüldüğünün” ortaya çıktığını belirttiler. Bu arada FDA’nın A vitaminiyle ilişkilendirilen tehlikeleri sürekli inkâr ettiğini belirtelim. Ancak EWG tehlikeyi kabul ediyor. Açıklamaları şöyle: “FDA’nın, daha on yıl önce tüketicileri güneş koruyucularında A vitamini kullanımına dair uyarmasını gerektirecek, yeteri kadar kanıt vardı.” Tatile giderken yanına güneş yağı, güneş kremi ve bilumum benzeri koruyucu alacaklar, https://www.ewg.org/ sitesine bir göz atmanızda fayda var; burada güneş koruyucuları güvenilirlikleri ölçüsünde puanlanmış ve güncel liste hazırlanmış. En iyi ve en kötü güneş kremlerini buradan öğrenebilirsiniz.
Arbeit Macht Frei…?
1870’lerde bir kitap başlığı olarak kullanılmış bu söz. 1930’larda Naziler tarafından derince içselleştirilen bir slogana dönüşmüş. Birçok toplama kampının girişinde yer alıyor: Çalışmak özgürleştirir! Ama bu fikir sadece faşizmin değil endüstri devrimi sonrası modern dünyanın, tüketim toplumunun, kapitalizmin de şiarı. Ulus devletin vatandaşlar üzerinde; sermayenin kültür üzerinde; vizyonu el verdiği ölçüde gözü dönebilen işverenin çalışanlar üzerinde çalışmayı kutsallaştırarak serpilme, semirme aracı. Çalışmak bizi nasıl özgürleştiriyor peki? “Para verir bize, oyalanma imkânı verir, hayranlar verir, çalışmayı hayatın anlamı sayan köleler verir” demiş Ekşi Sözlük yazarı mylia. “Çalışmak özgürleştirir. Keser ellerinizi ayaklarınızı. Serbest bırakır sizi, bütün düşlerinizden, hayallerinizden, amaçlarınızdan, heveslerinizden. Sizi sizden alır, geriye posanızı bırakır. Özgürleştirir sizi, kendi kendinizden uzaklaştırır. Çalışmak bizi kurtarır. Sabah kalkıp işe gitmek kurtarır bizi; bütün gün düşünmekten, gece yorgunlukla yatağa girdiğinizde bir süre sonra uyuyabilmek kurtarır sizi düşlerinizden, vaktiniz kalmayınca sonunda yaşamaya, kurtulmuş olursunuz ağırlığından hayatın. Paraya mutlu olursunuz, ete mutlu olursunuz, taşa mutlu olursunuz. Mutlu olmanın sıfırlarla ölçülmesine mutlu olursunuz. Kendinizi bir sayarsınız o sıfırların başında. Uyuşur gidersiniz hayatın akışında. Çalışmak sizi kurtarır. Çalışmak bizi kurtarır. Düşünmekten kurtarır, anlamaktan kurtarır, acı çekmekten kurtarır, sevmekten kurtarır, yaşamaktan kurtarır.” Türkiye 35 OECD ülkesi arasında tatil günü sayısı bakımından sondan üçüncü geliyormuş. İspanya’da mesela resmi tatilin ya da […]
Dikkat Bozukluğu Ve Yargılanan Çocuklar
Yirminci yüzyılın “keşiflerinden” biridir Dikkat Bozukluğu (ADD-Attention Deficit Disorder). Beslenme alışkanlıklarının değişmesi, doğadan uzak kalmak, teknolojik bağımlılığın, şehir hayatının negatif etkileri sebep olarak gösteriliyor bu hastalığa ama asıl nedenini pek bilen yok. Belki de keşiften çok bir “icat” diyebiliriz kendisine. Araştırmalar Dikkat Bozukluğunun okul çağı çocuklarının yüzde üç ila yüzde beşinde ve kızlardan çok oğlanlarda görüldüğünü ortaya koyuyor. Türkiye ile ilgili daha ayrıntılı kayıtlara ulaşamadım ama her ırk, kültür ve sosyoekonomik grupta görülebilmekte. Dikkat Bozukluğunun belirtileri; dikkatin aşırı derecede dağılması, yönergeleri dinleme ve izleme zorluğu, belli bir işe yoğunlaşma ve sürdürebilme güçlüğü , okuduğu kitabı bitirememe, ödevleri zamanında tamamlayamama ve tamamlanmamış bir işten diğerine atlama eğilimi olarak sıralanıyor. Dikkat Bozukluğu sendromu hem nörolojik, hem de davranışsal özellikler gösteriyor ve üç alandaki bozukluklarla tanımlanıyor: Dikkatin süresi, güdü kontrolü ve aktivite düzeyi. Çocuklarda dikkatini toplayamama özellikleri, içgüdüsel tepkiler gösterme ve hiperaktiviteyle bir arada görülse de bazı çocuklarda sadece biri daha belirgin olabiliyor. Ama Dikkat Bozukluğu teşhisi konan bir çocuk gerçekten ilgisini çeken bir konu olduğunda aklıyla, ruhuyla, bedeniyle ve bütün doğallığıyla o konuya konsantre olabiliyor. İşin bu kısmına bakansa pek yok. Sekiz yaşında bir ilkokul öğrencisi olduğunuzu düşünün. Öğretmeniniz bir sonraki aktiviteyi sınıfa anlatırken siz ceketinizin fermuarıyla oynadığınız için söylenenleri kaçırdınız. Telaşla […]
Dişini Fırçala Kalp Krizi Geçirme
Günde iki kere dişlerinizi fırçalayın kalbinizi koruyun. İskoç araştırmacılara göre, diş fırçalamamak sadece dişleri değil damarları da sarartıyor. 1100 yetişkin insanla yürütülen bir araştırmada, dişlerine gerekli özeni göstermeyen insanların, dişlerini günde iki kere fırçalayanlara oranla kalp krizi geçirme olasılıklarının yüzde yetmiş daha yüksek olduğu ortaya çıktı. Araştırmacılar, bakımsızlıktan kaynaklanan dişeti iltihabının damarları tıkayabildiğini belirtiyorlar. “Elbette beslenme tarzı ve sigara kullanımıyla kıyaslandığında dişeti iltihabını aynı ligde göremeyiz” diyen araştırmacılar ama’sını şöyle açıklıyorlar: “Ama bütün bu olasılıkları elden geçirdikten sonra bile diş fırçalamakla kalp sağlığı arasında azımsanmayacak bir ilişki olduğu görülüyor.” Biz de bir kez daha görüyoruz ki tarih katiyen düz bir çizgide ilerlemiyormuş ya da hurafe sandığımız bir şey pekâlâ gerçek bir bilgi de olabiliyormuş. Ne de olsa on dokuzuncu yüzyılda insanlar enfeksiyonların ağızdan bütün vücuda yayıldığına inanıyorlardı. Tabii bilginin doğru olması uygulamanın da doğru olacağı anlamına gelmiyor. Çözüm olarak, tıpkı modern dünyadaki meslektaşları gibi önleyici tıbbı kullanan hekimlere başvuruyorlardı. Onlar da bütün dişleri çekmek gibi bir önlemi alışkanlık haline getirmişlerdi. Meme kanseri olasılığına karşı sağlıklı iki memeyi “temizleyiveren” yirmi birinci yüzyıl doktorlarından daha mı geridelermiş yani? Neyse ki diş fırçalamak pek risk taşımayan bir önlem.
Lazersiz, Ameliyatsız Gözlükten Kurtulma Yolu
Hastalığın sebebini değil belirtisini ortadan kaldırmak anlayışına sahip Batı tıbbı için göz bozuklukları ancak gözlükle, lensle, lazerle giderilebilirken Tibetliler bu işi sadece egzersizle hallediyorlardı. Tibetliler nesiller boyunca görme bozukluklarını düzeltmek, görüşlerini keskinleştirmek için doğal yöntemler kullandılar. Bu yöntemlerin en önemlisi, çağlar boyunca faydası kanıtlanmış bazı göz egzersizleriydi. Aşağıdaki şekil, Tibetli rahiplerin, bedenin optik sisteminde yer alan sinirleri ve kasları uyararak göz bozukluklarını düzelten egzersizler yapmakta kullandıkları bir desendir. Göz kasları tıpkı fotoğraf makinesinin deklanşörü gibi odaklanır. Bu egzersizlerin amacı görüşü düzeltmek için göz kaslarını güçlendirmektir. Sabah akşam yapacağınız birkaç dakikalık egzersiz anında etkisini göstermeye başlar ve birkaç ay içinde de kesin sonucu alırsınız. Egzersiz Bu egzersizleri gözünüzde gözlük ya da lens olmadan yapmanız lazım. Her hareketi, oturur konumda ve otuz saniye boyunca yapın, düz karşıya bakın ve göz hareketleri sırasında başınızı değil sadece gözlerinizi oynatın. 1 Avuçlarınızın dip kısmıyla gözyuvarlarınızı kapatıp gözlerinizi dinlendirin. Göz kaslarınız gevşesin. 2 Gözlerinizi saat yönünde hareket ettirerek şeklin uç kısmındaki noktaları daire çizerek takip edin. 3 Bu hareketi saat yönünün aksi tarafına doğru da tekrarlayın. 4 Gözlerinizle saat 2-8 yönündeki noktalara bakarak çapraz çizgi üzerinde gidip gelin. 5 Bu hareketi saat 4-10 arasında gidip gelerek tekrarlayın. 6 Gözlerinizi kısa bir süre kırpıştırın ve yeniden avuçlarınızın […]
Gezi Parkı Direnişi Kadınların İsyanıdır
Gezi Parkı direnişi özünde bir kadın başkaldırısıdır. Simge fotoğrafı da bunu temsil eder. Yüzlerce yıldır erkek egemen dünyanın; son on yıldır erkek/din egemen yansıması iktidarın pervasızlığına, baskısına, adaletsizliğine, üstenci diline kadın eliyle DUR demekti. Kadınlar en büyük korkularıydı. Eh, korktukları da başlarına geldi. Peki dünyada durum ne? Cinsiyet eşitliği alanında bir yüz yıldır büyük gelişme kaydeden dünya da henüz bir arpa boyu yolu ancak gitmiş durumda. Dünyanın pek çok ülkesinde kadınların temel insan hakları görmezden geliniyor, yok sayılıyor. Örneğin kadınların oy verme hakkından, eğitim hakkından hatta araba kullanma hakkından mahrum bırakıldığı ülkeler var. İşte gerçekler: 1. Üç kadından biri cinsiyete bağlı şiddet sebebiyle sakatlanıyor ya da ölüyor. 15-44 yaş arasında erkekten gördüğü şiddet yüzünden ölen kadın sayısı, savaş, sıtma ve kanserden ölen toplam kadın sayısından daha fazla. 2. Her yıl dünya yüzünde dört milyon genç kız ve kadın alınıp satılıyor; ya evlilik için, ya fahişelik yaptırmak için ya da köle olarak kullanılmak üzere. 3. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde her altı kadından biri tecavüz girişiminin ya da tecavüzün kurbanı oluyor. Tecavüz suçlarının yüzde altmışı polise rapor edilmiyor. 4. Gelişmekte olan ülkelerde yaklaşık 96 milyon genç kadın hâlâ okuma yazma bilmiyor. Dünya çapında okula gönderilmeyen kız çocuklarının oranı yüzde 55. 5. […]
Gezi Çakraları Açar
Beli bükülmüş yaşlı bir teyze çadırlardan birine yaklaşıp, elindeki poşetten çıkardığı ekmekle bir paket cipsi uzatıyor gençlere; dudakları kıpır kıpır, dişsiz ağzı güleç. Erikle dut da toplamış ama evde unutmuş, getirmemiş, öyle üzülmüş ki sesi titriyor anlatırken. İzlerken bu videoyu boğazımdan bir hıçkırık koptu, ağladım. Bu nasıl bir sevgidir! Hissetmemek mümkün mü uyanışı, duygu uyanışını? Üzüntü, öfke, acı, neşe, coşku, sevecenlik, paylaşım, duyarlılık, hassasiyet, cömertlik… Gezi’ye şahit olup da; bir köşesinden olsun geçip de bu duygular cümbüşüyle temasa geçmemek mümkün mü? Kalpler birbirine doğru atıyor, birbirinden besleniyor. Donukluk, hissizlik altındaki tohumlar bir bir çatlıyor, filize duruyor. Gezili günlerden bir gün, parkta çimler, ağaçlar altında oturuyoruz, nasıl kalabalığız ama. Dip dibe, kıç kıça. Tanımadığımız bedenlere bacağımız, kolumuz, sırtımız değiyor. Halimizden de pek memnunuz, daha da sokulasımız var hani birbirimize. Ara sıra “Zıpla zıpla, zıplamayan…” diye bağırıyor biri; oturanlar fırlıyor yerinden, ayaktakiler pozisyon alıveriyor hemen; hep birlikte zıplamaya başlıyoruz, ardından tekrar oturup muhabbete devam, ağızlar kulaklarda, gözler ışıl ışıl, daha bir parlak cildimiz, ışıklı alınlarımız. Gezi çakraları açıyor anlayacağın. Tatlı bir konuşmanın ortasındayken, güleç yüzlü, tonton yaşlı bir amca yanımıza yaklaşıyor, elinde iki koca karton kutu. Kutunun birini uzatıyor: “Çocuklar size tatlı yaptırdım, taze taze yiyin” diyor. Teyzemiz de (eşinden bahsediyor) gelmek […]
Canınız Ne Çekiyor? Aslında Neye İhtiyacınız Var?
Tamam hepimizin bedeninde bilgelik var, kabul ama o kadar uzun zamandır yanlış müfredatla eğitiyoruz ki, bilgeliğinin “gerçek” olduğundan nasıl emin olacağız. Canınız şöyle fırından yeni çıkmış tazecik, sıcacık ekmek çekiyor da bunun yerine bir dilim nitrojen yiyorsanız siz bedeninizin bilgeliğine haddinden fazla güvenebilirsiniz. Geri kalanlar aşağıdaki tabloya baksınlar:
Neden Başkalarından Daha Ahlaklı Olduğuma İnanıyorum?
Neyin iyi neyin doğru olduğunu biliyor ve düşüncelerimi söylemekte tereddüt etmiyorum. Hayatımın sağlam bir zeminde olduğunu biliyorken pek çok kişinin doğru yoldan çıktığını düşünüyorum. Şayet siz yüksek ahlaki değerleri olan; dengeli, dürüst ve tertemiz bir yaşam süren biriyseniz, ender bulunan soylu bir insansınız demektir. Ancak ideallerinizden çok farklı şekilde davranıyorsanız bunun farklı sebepleri vardır. Kendi isteklerinizi yapmak yerine toplumca kabul görmüş şeyleri yapmayı diğerlerinden daha ahlaklı olmak zannediyorsunuz. Endişelerinizle yüzleşmek için kendinizi özgür bırakmayı ayıplanacak bir davranış olarak görüyorsunuz. Rahatsız olduğunuz ve yüzleşmek istemediğiniz duyguların yerine yüksek ahlakı koyuyorsunuz. Nefret, kıskançlık ya da başka bir olumsuz duygu hissediyorsanız, bu duyguları yaşamak yerine olağanüstü derecede nazik davranıyorsunuz. Kendinize yakından bakmak istemiyorsunuz. Bunun yerine kendinizi yüksek ahlaki değerlere adıyorsunuz. Kendinizi değiştirmektense toplumsal anlamda doğru olanı yapmak çok daha kolay. Duygularınızla yüzleşin. Nazik ve yardımsever olmak güzeldir ama bunu yüzleşmek istemediğiniz duyguları saklamak için yapıyorsanız bastırdığınız duygular nefrete dönüşerek birikecek ve eninde sonunda patlayacaktır. İlk iş olarak, sadece bir insan olduğunuzu fark edin. Aziz olmanız gerekmiyor; kimse sizden bunu beklemiyor. Hâlâ çocukken bir aziz gibi davranmanızı söyleyen bir büyüğünüzün etkisinde misiniz? Öyleyse, o kişiyle yüz yüze geldiğinizi hayal edin ve “Ben bir aziz değilim; her geçen gün öğrenerek olgunlaşan harika bir varlığım” deyin. […]
Neden Bu Kadar Dikkat Çekmek İstiyorum?
Sürekli ilgi odağı olmak istiyorum. Öyle olamadığımda sinirleniyor ve sıkılıyorum. Neşeli biriyim ve insanların benimle ilgilenmelerine bayılıyorum. Bazen başkalarının dikkatini çekmek için, onaylanmak için ya da bana iltifat etsinler diye uygunsuz davranışlarda bulunuyorum. Dikkat çekme ihtiyacınız herkes tarafından tanınmak ve sevilmek isteğinizden ileri geliyor. Bu davranışın nedeni çocuklukta aranmalıdır. Çocukken sevilmemiş, ihmal edilmiş veya terk edilmiş olabilirsiniz. Tanınmak ve ilgi çekmek için her şeyi yapmaya hazırsınız. İnsanlar size “soytarı” gibi bir lakap bile takmış olabilirler. İhtiyaç duyduğunuz ilgiyi elde edebilmek için gerçek kişiliğinizi geri plana atıyorsunuz. Herkes tarafından tanınıp sevildiğinizde gerçekte olduğunuzdan bambaşka bir insan olabilirsiniz. Düşünceleriniz ciddiye alınmadığında hayal kırıklığı yaşıyor ve sinirleniyorsunuz. Düşünceleriniz sizin bir yansımanızdır ve dolayısıyla düşüncelerinizin ihmal edilmesi kendinizin ihmal edilmesi anlamına gelir. Kendinize bir kahramanmışsınız gibi davranın. Kendinizi sevdiğinizde var olduğunuzu onaylatmak için başkalarının ilgisine ümitsizce ihtiyaç duymayacaksınız. İhtiyaçlarınızı ve isteklerinizi tespit ederek bunları yerine getirmeye başlayın. Kendinizi dinlediğinizde ihtiyaçlarınızı dünyaya haykırmanıza gerek kalmayacak. Köpüklü bir banyo yapmak, göz diktiğiniz spor araba ile test sürüşüne çıkmak, gurmelik dersleri almak veya hayalinizdeki evin tasarımını yapmak gibi sadece kendi istediğiniz işleri yapın. Görevini başarıyla tamamladıktan sonra aydan dönen astronot gibi kendinizi video kameraya kaydedin. Havaya girmenizi sağlayacak video kliplerle ses efektleri bulun ve kendiniz için büyük […]
Güçlü Kişilikler Bulguları Çarpıtıyor
Burada sözü edilen hayvan kişilikleri. Evcil hayvanı olan birine sorarsanız, kedisinin ya da köpeğinin kişilik özelliklerini bayıla bayıla anlatacaktır size. Muhtemelenduymak istediğinizden de daha ayrıntılı tasvirlerle. Ne ki, hayvan kişiliği, üzerinde yeteri kadar çalışılıp araştırılmış bir konu değil. Üzerinde araştırma yapılan hayvanların kişilik özelliklerinin araştırmacının bulgularını çarpıtabileceğine dair önemli bir iddia ortaya atılmış durumda. Yakın zamanda yürütülen bir araştırmada yakalı sinekçiller üzerinde bir deney yapılıyor. Bu kuş türünün erkek üyeleri daha saldırgan olanlar (vahşi olanlar) ve daha az saldırgan olanlar (evcil olanlar) şeklinde gruplara ayrılıyor. Araştırmacılar hassas ölçümler yaparak erkek yakalı sinekçillerin dişi kuşlara, farklı bir nesneye ve erkek kuşlara verdikleri tepkiyi tespit ediyorlar. Türün bütün bireylerinin yukarıda sıralanan her durumda aynı, tutarlı davranışı sergilediğini görüyorlar. Ancak araştırmacılar bir şey daha fark ediyorlar: Yakalanıp kafese kapatılmış olanlar daha fazla risk alıyor gibi görünüyor! Araştırma bu noktadan ilerliyor ve önemli sorulara yol açıyor. Bulgularını, kafeste tutulan hayvanlarla yaptıkları deneylere temellendiren araştırmacıların aslında çarpıtılmış örneklem yapıyor olabilecekleri sonucuna varılıyor. Tıpkıbelirli sayıda kalp hastası üzerinde yapılan araştırma sonuçlarına göre belirli bir davranışın/alışkanlığın/ilacın bütün sağlıklı insanların kalp damar sistemine iyi geleceğini iddia etmek türünden bir örneklem hatası…
Sevginin Diğer Adı
Gezi Parkı eylemleri ile toplumun üzerine son yıllarda tüm ağırlığıyla çökmüş olan korku bulutları dağılmaya, mavi gökyüzü sınırsızlığını göstermeye başladı. Karanlık korku bulutları dağılmaya başladığında, sevgi güneşi yüzünü göstererek ışığını yaymaya ve yüreğimizi ısıtmaya başladı. Türkiye’nin dört bir yanında eylemlerde yer alan her yaşta ve renkte gençler arasında sevginin ifade yolları olan paylaşımın, desteğin, sıcaklığın, yaratıcılığın, birleştiriciliğin, eşitlikçiliğin, umudun nasıl çiçek açtığına tanık olduk. Ruhumuz ferahladı, gönlümüz hafifledi, üzerimizden büyük bir yük kalkmış gibi hissettik. Yaşam alanları sıkıştırılmış, daralmış, bunalmış insanların demokratik haklarına sahip çıkma eylemiydi bu. Bu insanların fikirleri ayrı olabilirdi. Yani kendiliğinden bir araya gelen insanlar FİKİRDAŞ değildi ama kesinlikle DUYGUDAŞlardı. Onları bir araya getiren, benzer duyguları hissetmeleriydi. İnsanlar arasındaki uyumlu ilişkiler, fikirlerle değil duygularla sağlanır. Sevginin olmadığı her yerde korku vardır. Sevgi ışık, korku karanlıktır. Bir mum ışığı bile koskoca salonu dolduran karanlığı yok etmeye yeter. Bir yudum sevginin bile mutsuz bir yaşamı aydınlatması gibi. Sevgi ve korku aynı çatı altında barınamaz. Korkuların barınabildiği ve beslendiği tek yer sevgisiz ortamlar, zihinler ve yüreklerdir. Korku Kültürü ve Muhafazakârlık Korku duygusuyla yönetilen kişi, muhafazakâr, tutucu bir dünya görüşüne sahip olmaya, kendinden güçlüye biat etmeye, kendinden güçsüzü ezmeye, hiyerarşik yapılanmayı tek gerçek olarak görmeye, değişime direnmeye ve ayrımcılığa eğilimli olur. […]
Bu Gençler Marjinal Değil Orijinal
Türkiye ilk kez böyle bir birleşme yaşıyor. Lidersiz, hiçbir siyasi ideolojiye bağlı olmaksızın, kendiliğinden oluşan bir başkaldırı hareketi. Dayatmaya, baskıya, hayatın her alanıyla ilgili müdahaleye karşı halkın başkaldırısı. İlk kez kendilerine dayatılana şiddetle karşı çıkmak yerine sevgiyle birleşerek başkaldırıyor direnişçiler. Gezi Parkı’ndaki paylaşım, sağduyulu, barışçıl tutum insanın ruhunu sevinçle dolduruyor. Yiyecekler paylaşılıyor. Çöpler toplanıyor. Provokatörler engellenmeye çalışılıyor. Miraç kandili kutlanıyor. Müthiş bir özveriyle herkes birbirine destek oluyor. Dayanışma harika. Sadece bu manzarayı görmek bile mutluluk gözyaşlarının yanaklardan yuvarlanmasına yetiyor. 31 Mayıs 2013 bu ülkede eski çağın bittiği yeniçağın başladığı tarih. Bir milat. Korku kültürünün boyunduruğundan bir kez çıkabildi mi insan asla geriye dönüş olamaz. Korkunun yönetemediği bilinç hızla gelişir… Sevgi kültürüne dönüşür. Eski çağ liderliği hiyerarşikti. Tepedeki adam “her şeyi bilen” ve otoriterdi. Tüm üçüncü dünya ülkelerinde hâlâ eski çağ liderliği hükmünü sürdürüyor. Yeniçağ lidersiz ve yatay yapılanma içinde gelişiyor. Bu oluşumun bir lideri yok. İletişim tepeden aşağıya tek yönlü değil, karşılıklı. Ülkemizi eski çağ sistemiyle yönetenler, artık geçerliliğini yitirmiş dünya görüşleri ve yöntemleriyle medyayı susturarak halkın haber alma özgürlüğünü engelleyebileceğini, polis şiddetiyle eylemi sona erdirebileceğini sanıyordu. Yeniçağın çocuklarının bu düzenin televizyonuna, yazılı basınına ihtiyacı yok. Onlar kendi bloglarında düşüncelerini paylaşıyor, kendi sosyal medya ortamlarında iletişim kuruyor ve bilgileniyorlar, dünyadaki […]
Gezi Parkı Hareketi Ve Y Kuşağı
Not: Bu yazı “BU GENÇLER MARJİNAL DEĞİL ORİJİNAL” yazısının devamıdır. Yazının başını okumak için tıklayın. Gezi Parkı Hareketinin daha önce görülmemiş bir dayanışmayla kendiliğinden oluşması burada farklı bir şeyler olduğunun göstergesi. Bu bir bilinç devrimi. Bilinç devriminin bastırılmış toplumlarda birdenbire gibi olması çok doğal. Çünkü bu toplumların üyeleri uzun süre içten içe gelişimlerini sürdürür ama ifade edemez. Ama bastırılmış enerji en ufak bir çıkış noktası bulduğunda anında kuantum boyutta bilinç sıçraması oluşur. Bebek patlaması kuşağı Endüstri devriminden itibaren çekirdek aile sistemi doğdu. Dünya iki büyük savaş gördü. İkinci Dünya savaşının sonundan itibaren (1946- 1964) doğan çocukların kuşağına “Baby boomers” denildi. Bu “Bebek patlaması” kuşağı çocuklarına “geçiş dönemi çocukları” diyebiliriz. Geçiş dönemi çocuklarının sorumlulukları ağırdı. Hem yaşları ilerleyen anne babalarına hem çocuklarına bakmak zorunda olan bir kuşak oldu. Geçiş dönemi çocukları insanın potansiyeli ile ilgilendi. Günümüzün bireysel gelişim sürecini başlattı. Bu kuşağın idealist olanları dünya çapında bir özgürlük devrimi yarattı. Cinsel devrim, sosyal devrim, politik devrim. Sistemin yarattığı her kuruma karşı çıkıldı: Devlet kurumu, din kurumu, aile kurumu. Sol dünya görüşü yükselişe geçti, dinin alternatifi olarak new age akımları ortaya çıktı, çekirdek aileye tavır olarak komün yaşamlar, “gelişkin” dediğimiz ülkelerde popüler oldu. Artık dünya asla eskisi gibi olmayacaktı. 68 kuşağı gençliği […]
Korku Kültürü İsyanı
Taksim Gezi Park’la başlayan eylemlerle ilgili düşünce ve duygularımı yazmak üzere masamın başına geçtiğimde Mehmet Karaboncuk’tan gelen mail hislerime tercüman oldu. Özetleyerek aktarıyorum: “Taksim Gezi Park’la başlayan eylemler… Parasız eğitim için pankart açan ve hapiste çürütülen, hayatı karartılan öğrenciler için, Yıllardır neden tutulduklarını bilmeyen, gazeteciler, askerler, doktorlar ve binlerce kişi için, İnsanların temiz duygularını istismar ederek, yardım paralarını tokatlayan ve bu yolsuzluğa hâlâ devam eden dernekler için, Yok pahasına yabancılara satılan, limanlar, fabrikalar, madenler, araziler için, Her fırsatta Atatürk’ü, arkadaşlarını ve eserlerini küçümseyen ve aşağılayanlar için, İstediğini yazan, istediğini saklayan kişiliksiz medya için, Tomalarla, panzerlerle ezilen, sürüklenen, tabancayla, tüfekle, gaz bombasıyla vurulan çocuklar, gençler, yaşlılar için, THY’de başlayan ve şimdilik kaldırılan kırmızı ruj yasağı için, Milli Eğitim Bakanına bile sormadan eğitim sistemini bir gecede 4 + 4 + 4 yapan uygulama için, Kapanan yollar, engellenen meydanlar ve herkesin sayabileceği binlerce neden için, Ama bulunduğumuz coğrafyada uzun yıllardır büyük güç savaşlarının ne kadar büyük oyunlar oynadığını, İran’da, Yugoslavya’da, Irak’ta, Libya’da, Mısır’da, Suriye’deki savaşlardan, katliamlardan görüyoruz ve biliyoruz. Türkiye’deki demokrasi ve insan hakları üzerine övgüler düzen ancak cılız eleştiriler yapan Batı basının, AB’nin, ABD’nin, sanatçıların, sporcuların konuya ilgisi yeni oyunun önemli bir göstergesidir. Taksim Gezi Parkında başlayan, ülkeye yayılan ve aşırı sertlikle […]
Tek Renk Umut!
Bu sabah, güneş henüz doğarken yüreğim sıkışık uyandım. Gözlerimi bilgisayardan çekemediğim bir gecenin nihayetinde uyuyakalalı daha ancak birkaç saat olmuştu. Gözlerim çakmak çakmak yattığım yerden bilgisayarıma baktım. Dün gece neler oldu acaba? Yüreğim korkuyla sıkıştı bu kez. Ya birileri daha öldüyse? İnterneti açıp da göreceklerim, polis bütün vahşeti ile temel yaşam hakları için bir araya gelmiş dostlarımın üzerine saldırıyor. Nişantaşı’nın her köşe başında belki bir ünlü görürüz de haber yaparız diye yirmi dört saat nöbet tutan medyada tık yok. Bir tek haber geçmiyorlar. Dostlarım yürüyor. Yaralanıyor. Ölüyor. Ben uzaktayım. Korkuyorum, seviniyorum, üzülüyor sonra coşuyorum. Parmaklarımla sayfaları tararken duygudan duyguya giriyorum ama bir duygu hep sabit kalıyor yüreğimin ortasında: Gurur. Uzaktan Gezi Parkı müthiş görünüyor. Korka korka bilgisayarımın kapağını kaldırdım. Karşıma çıkan ilk fotoğrafta toz tadında bir gökyüzü fonunun önünde eflatun Boğaziçi Köprüsünün üzerinde yürüyordu dostlarım. Taksim’e katılmak üzere Anadolu yakasından karşıya geçiyorlardı. İnanamadım. Bu nasıl bir güzellikti! Umut bir anda bütün duyguları sildi süpürdü, tek renk olarak kalbime yayıldı. Sokaklardaki dostlarıma, öğrencilerime şunu söylemek istiyorum: Bugün, yarın ne olursa olsun, Gezi Parkı, Taksim Meydanı ve bütün İstanbul AVM’ler için parsel parsel satılsa da bu artık kazanılmış bir zaferdir. Artık sokaklara çıkmasanız da bu sizin zaferiniz, bizim zaferimizdir. Tarih buradan sonra […]
Sadece Sus Ve Dinle
Sadece sus ve dinle. Gerçekten dinlemekten bahsediyorum karşındakini. Dinlermiş gibi yapıp, kendi içindeki yargı, eleştiri, kişisel yaşam deneyimine çarpıp süzülenden değil. Dinlerken kendi içsel konuşmalarına kulak vermenden de değil. Safça dinle. Nefesini, bedenini duyumsayarak kalbini ona doğru aç, sadece aç. Boş bir vesile ol, dostunun içini akıtmasına. Ve o sana fikrini sormuyorsa boş ver değerli fikirlerini, kendi yaşam hikâyenin öğütlerini -ki bu onun hikâyesi seninkine uymayabilir. Öğreten kadın-adam olma arzundan vazgeçebilir misin? Daha sen kendinden bahsetmeye başlar başlamaz, fikir silsilesi gelir karşından bazen. Halbuki bir öğretmenden ders alma değil, içini olduğu gibi açma ihtiyacındasındır. Akmaktır tek şifan bomboş seni dinleyebilecek, yargısızca senin kendini açmana alan tanıyan bir cana. Öyle boş olabilir misin dinlerken? Pürüzsüz bir ayna gibi durabilir misin anlatırken o kendisini? Olursan eğer, yani böyle yargısız beni dinlersen; her önünde dillendiğimde yaşadığım hikâye, zihnimin yapısı, tutumlarım, içine çekildiğim delikler… yüzeye çıkar yavaş yavaş. Sen kendini bir kenara bırakıp tüm varlığınla bana kendini verdiğinde, kendini saf dışı bırakıp bana akmam için fırsat tanıdığında, kendimi öyle özgür, rahatça açarım ki ey can, kalbim öyle savunmasız ortamızda belirginleşir ve öyle canlı atar ki, şaşıp kalır benim açılmadan önceki halimi bilen. Sen beni, zihnindeki hikâyelerden bağımsız, gerçekten anlayış için dinlediğinde; anlattıkça ben azar […]
Neden Toplum İçinde Uygunsuz Davranmak İstiyorum?
Bir toplantıdayım ve aklımdan geçen tek şey, şimdi birine yaklaşıp ona ağzıma gelen her şeyi söylesem, en yakası açılmadık küfürleri etsem, oluyor. Masanın üstüne çıkıp şarkı söylemek istiyorum. Şarap içtiğim bardağı balkondan aşağı atsam ya da şu pek beyefendi adamın başındaki şapkayı çekip alsam ne olur, diye merak ediyorum. Pek çok insan böyle şeyler düşünür. Bu düşüncelerin büyük çoğunluğu da genellikle zararsızdır. Bu senaryolar aslında ruhsal bir rahatlamaya yöneliktir. Bazen hayatımızdaki sosyal, kültürel kurallar bizde gerginlik yaratabilir. Kuralların dışına çıkıp tamamen uygunsuz şekilde davranma hayalleri kurmak aslında zararsız bir çıkış yoludur. Bazen bu düşünceler daha fazla bir şeylerin göstergesi olabilir. En basit açıklaması şudur: Kendinize güvenmiyorsunuz. Kararlarınızı sorguluyor ve yapmak istemediğiniz şeyleri yapmaktan korkuyorsunuz. Özgüven eksikliği, bir anda mantıklı düşünme yeteneğinizi kaybedip tamamen uygunsuz davranacağınıza dair bir endişeye neden olur. “Ya mantığımı kaybeder de kendimi merdivenlerden aşağı bırakırsam veya ikinci katın balkonundan aşağı atlarsam neler olur?” diye düşünmeye başlarsınız. Aslında böyle senaryolar kurmanızın bir amacı da, başınıza düşünemeyeceğiniz bir şey geldiğinde nasıl davranacağınızı planlamaktır. Düşünme yeteneğinizi kaybeder de başınıza kötü bir şey gelirse en az utanç ve zararla kurtulmanın hesabını yapıyorsunuzdur. Bir arkadaşınızla birlikte güven oluşturma çalışmaları yapın. Başka insanlar arasındayken nasıl davranılması gerektiğini bilen; insanlara zarar vermeyecek aklı başında […]
Gerçekleştirmeye Niyetim Olmasa Da Neden İntihar Etmek Hakkında Düşünüyorum?
Aslında o kadar da depresyonda falan değilim, ama bir binanın damından atlamanın; saatte yüz seksen kilometre hızla giderken duvara çarpmanın ya da en sevdiğim şarapla birlikte yirmi tane uyku hapı almanın nasıl olacağını merak ediyorum. Uyku hapı almak mı yoksa boğulmak mı daha acısızdır diye düşünüyorum. Cesedimi kimin bulacağını merak ediyorum. Cenazemin nasıl olacağını, kimlerin geleceğini ve hatta ne giyeceklerini düşünüyorum. İntihar etme düşünceleri asla hafife alınmamalıdır. Bu düşünceler çok ciddi bir depresyonun belirtisi olabilir. Bu tip düşünceleri olanlar en kısa zamanda profesyonel yardım almalıdırlar. Kişinin ağır bir depresyon geçirmemesine rağmen intihar etmek hakkında düşünmesinin farklı nedenleri olabilir. Öncelikle, insanların kendi hayatlarının sonunu merak etmeleri doğal bir eğilimdir. Kişisel olarak ya da toplu halde insanları böyle bir tepki vermeye iten çeşitli sebepler vardır. İşlerin yolunda gitmemesi ve tahammül edemeyeceğiniz bir noktaya gelmesi durumunda bir kaçış yolu olduğunu bilmek insanı rahatlatır. Bütün sorunlarınızın bir anda sona ereceğini düşünmek rahatlatıcıdır. Ancak bu geçici bir soruna kalıcı ve yanlış bir çözüm bulmak olur. Başka bir olasılık ise intihar ederek intikam almaktır. Belki de, insanların arkanızdan üzüleceklerini ve yas tutacaklarını düşünmek sizi mutlu ediyordur. Bu düşüncelerin sizi mutlu etmesinin nedeni, sevilmediğinize ve takdir edilmediğinize inanmanızdır. Öldüğünüzde sizin değerinizin farkına varacaklarını, siz olmadan hayatın ne […]
Herkes Yalan Söyler Mi?
Dr. Gregory House’un mottosunu hatırladınız mı? “Herkes yalan söyler.” O kadar ki, hastalar da yalan söyleyeceği için, House her vakada ekibinden birilerini gizlice girip incelesinler diye hastanın evine yollar. Tıp fakültesi üçüncü sınıf öğrencisi (harika çocuk) Martha bir şekilde ekibe dâhil olduğunda House ile etik değerler ve yalan üzerine ciddi bir çatışma içinde bulur kendini. “Hastalarımıza güvenmezsek bize karşı dürüst olmalarını nasıl bekleriz”in karşılığı House’un evreninde “Kurallar kafalarını kullanamayanlar içindir” olarak şekillenir. Aralarında şöyle bir konuşma geçer: – Hastana yalan söylemek onun hayatını kurtaracak olsa, yalan söyler miydin? – Hayır, der Martha. – Bu yalan işte, der House. Diyelim ki büyükannen Noel’de sana berbat bir örtü hediye etti, beğendiğini mi söylerdin? – Evet ama bu farklı. – Demek, önemli bir şey değilse yalan söylüyorsun ama önemli bir şeyse söylemiyorsun. Bir çuval inciri mahvetmedin mi şimdi! Peki size göre yalan söylemek ne zaman iyi ne zaman kötüdür? Bir meseleyi gizlemekle, o mesele hakkında yalan söylemek arasında fark var mıdır? Kendine saygı duymak, gerçeğe de saygı duymak demek midir? Beyaz yalanlar gerekli midir? Herkes yalan söyler mi yoksa söylemeyen de var mıdır?
Beyin Lobuna Göre Meslek Seçimi
Çocukların zihinsel becerileri küçük yaşlarda anlaşılıp ona göre yönlendirilirse yetenekleri de gelişir. Çocuklar beyinlerinin sağ ve sol loblarını etkin şekilde kullanmayı öğrendiklerinde hafıza ve beyin güçlerini daha verimli kullanırlar. Beynimizin sağ ve sol yarımküreleri bilgiyi farklı şekilde işler. Genelde her birey beyninin bir tarafını daha ağırlıklı olarak kullanır. Düşünme ve öğrenme işlemleri her iki tarafta dengeli olarak kullanıldığında gerçek verimine ulaşır. İnsan beyninde hangi lobun etkin olacağı yüzde otuz oranında doğuştan belirleniyor. Yüzde yetmişi ise sonradan, eğitim sistemi ve ailelerinin yetiştirmesine göre gelişiyor. Genelde anne babalarının baskın lobları neyse, çocuklarda da o loblar gelişiyor. Kaliforniya Üniversitesinden Prof. Robert Ornstein’ın araştırma sonucuna göre; sağ ve sol beynin sohbet ettiği (işbirliği içinde olduğu, farklı ilişkiler ve bağlantılar kurduğu) zamanlarda, genel yetenek ve etkide çok büyük artış ortaya çıkıyor. İki yarıdan birini yoğun olarak kullanırken diğerini ihmal eden öğrencilerde performans eksiklikleri gözlemlemiş. Ancak bu “zayıf” yarının daha sonra geliştirilmesi şaşırtıcı sonuçları beraberinde getirmiş. Yani “sağ + sol” “1 + 1″ gibi aritmetik bir toplam gibi değil geometrik olarak beş on kat performansı arttırmış. Beyninin hangi lobunun daha fazla çalıştığı o kişinin seçimlerinin ve kişiliğinin aynası oluyor. Beyin lobları incelemesi, şirketlerin eleman seçiminde, öğrencilerin de meslek seçimlerinde çok önemli. Bu yüzden de nörologlar ve […]
Gaz Cumhuriyetinde Demokrasi Nasıl Kurulur?
Benim yalnız ve güzel Gaz Cumhuriyetimin eylemcileri, devletten; devletin iktidarından; iktidarın polisinden; polisin şiddetinden; şiddetin biber gazı halinden nasıl korunacaksınız? İşte size ev yapımı bir gaz maskesi tarifi. Bu tarif instructables.com sitesinde yer alıyor. Occupy eylemleri için yapılmış ve (umarız) kullanılmış… Maskeyi yapan kişi şuna benzer bir uyarı da koymuş: Kifayetsiz muhterisin biber gazı, şakaya alınacak bir konu değildir. Yakar, acıtır, ağlatır. Solunum yollarında sorun yaşayan kişiler özellikle dikkatli olmalıdır. Ölüme neden olabilir (ki oldu da). Burada yapılışı öğretilen gaz maskesini hayati tehdit içeren durumlarda kullanmayın. Maske yapımı Kullanılacak malzeme İki litrelik pet şişe (Buradaki gibi yeşil de olabilir, önemli olan şeffaf olsun ki etrafınızı görebilin) – Bir adet ağız maskesi: N95 domuz gribi maskesi diye satılanlardan alın. Bunlar virüs, bakteri ve enzimlere karşı koruyucu olsun diye poliproplen dış ve iç katmanlardan oluşuyor, dolayısıyla partikül halinde dağılan biber gazından korunmak için çok daha iyi. – Seloteyp – Tel zımba İşaretleyip kes Önce pet şişeyi işaretleyin. Kesilecek kısmı gazlı kalemle çizin. Yüzünüze uyacak ölçüde olmasına dikkat edin. Şişenin dip tarafından geçen çizginin bir yerini sivri uçlu bir bıçakla delip keserek parçayı çıkarın. Kenarları bantla Yüzünüzü kesmesin diye şişenin kesik kenarlarını kapatmanız lazım. Bunun için kesik kısmı boydan boya tutkallayıp yumuşak bir […]
Törkiş Marketing
Birkaç hafta önce gelinim Melike bana bir fotoğraf gönderdi. İstanbul’da oturdukları sitenin içindeki süpermarketten bir fiyat etiketi… Pek değişik yöntemlerle pek değişik ağaçlardan üretilmiş olduğu uzun uzun anlatılan bir butik zeytinyağıydı. Fiyatı görünce ağzımdan bir “Maşallah” çıktıysa da “Aman bana ne…” deyip boş verdim. Butik zeytinyağı meselesine girmeyi hiç düşünmüyordum. Fakat üç gün önce, bir müşterimden de, “daha butik” olduğunu düşündüğüm bir başka zeytinyağı markasının linki gelince, bir de 100 mililitrelik falan minicik minicik şişelerin üç rakamlı fiyatlara satıldığını görünce “Pes!” dedim artık. Marka, internet sitesi, şu, bu… Hiçbiri mühim değil. Bunlar bir taraf değil, hedef hiç değil… Bana pes dedirten, beni üzen şey tüketicinin resmen aptal yerine konulması. Soğuk Yağ, Sızma, Sıkma, Elle Toplama, Butik Sıkım Tesisi gibi onlarca kelime uçuşuyor havada. Ebediyet Yağı… Premium Selection Olive Oil… Çiğ Yağ… Fiyatımız Ultra Kazık Ama Şu Teoremi Dinlerseniz Kazık Gelmeyecek… Aztek Uygarlığı’ndan Günümüze Taşınan Sıkım Yöntemleri… Aklınızın ucundan geçmeyecek bin çeşit pazarlama incisi… Şimdi; bir yanı Egeli olan tüketiciler az çok anlıyor işi, yemiyor bunları, ne kadar hikâye anlatılırsa anlatılsın da benim gibi İstanbul’da doğup büyümüş, orijinal memleketi Kars falan olan, yani zeytini anlamaz/bilmez topluluğun üyesi iseniz işiniz zor. Her kafadan bir ses çıkıyor. İnanmak istiyorsunuz ama neye inanacaksınız? 1997’den […]
Görünmez Besinimiz Nefes
Dünyaya geldiğimiz anda yaptığımız ilk iş derin bir nefes almak. Bu dünyayı terk ederken yaptığımız son şey ise nefes almaya son vermek. Doğum ve ölüm arasında olup bitenler ömrümüzü oluşturur ve nefes almamıza bağlıdır. Nefes almak, onsuz beş dakika bile yaşayamayacağımız görünmez besinimizdir. Yapılan araştırmalar, on insandan dokuzunun hatalı nefes aldığını gösteriyor. Peki neden böyle? Küçük çocukların nefes alışlarını izleyin. Küçük çocuklar nefes alıp verirken karın kasları, özellikle diyafram denilen bir ana kası kullanarak, genleşir ve kasılır. Bu şekilde nefes alındığı zaman, akciğerlerin orta ve alt bölümlerine hava girmesini sağlayan bol miktarda yer açılır. Nefes aldığımız zaman içeriye ne kadar çok oksijen girerse, ciğerlerimiz o kadar iyi havalanır ve kanımızdaki eritrositler enerji oluşturmak için o kadar çok oksijeni soğurarak taşıyabilir. Bu şekilde nefes almaları sayesinde çocuklar dinç, hareketli ve mutludurlar. Erişkin insanlar tamamen farklı bir şekilde nefes alırlar. Yıllar geçtikçe, fiziksel olarak daha az hareketli bir hayat sürdürdükçe, omurgamızda duruş bozuklukları ortaya çıktıkça, şişmanladıkça vs. daha farklı nefes almaya başlarız. Nefes aldıkça göğüs kafesimiz şişer, karnımız içe çekilir, omuzlarımız ve köprücük kemiğimiz yukarı doğru hareket eder. Bu şekilde nefes aldığımız zaman, akciğerlerimiz yalnızca en üst kısımlarıyla ve sınırlı olarak kullanılmış olur. Bu durumda genellikle yeterince hava alınamaz ve bu yüzden […]
Şeytan’ın Yeni Adı: Ego
Ego sözcüğü bu aralar kulağıma pek çalınır oldu. Adamın egosu şişkin. Kadın sadece egodan ibaret. Orada egolar çarpıştı. Ben istiyorum da egoma söz geçiremiyorum. Ego, ego, ego… Her tür belanın altından bu ego çıkıyor. Tembellik mi ediyorsun? Yok, sen değil, egondur o tembel. Elinde para mı tutamıyorsun? Sen değil herhalde, olsa olsa egodur o savruk. İş arkadaşlarınla kavga mı ettin? Egolar çarpışmıştır. Sana bir şey olmasın. Eskiler şeytana uyardı. Bizim egomuz devreye giriyor. Bütün bu ego içeren ifadeler “şeytana uydum” demenin postmoderncesi gibi geliyor bana. Şeytana uydum. Yani ben yapmadım o yaptı, hadi bilemedin, yaptırdı. Ben aslında egom olmasa masumum da işte egoyu devreden çıkaramıyorum. Sadece mensubu olduğum yoga, kişisel gelişim, psikoloji çevrelerinde değil, toplumun her katmanında bu tip konuşmalar duyar oldum son zamanlarda. Söz zihnin temsilcisidir ya malum, demek zihniyetler de bu yönde şekillenmeye başladı. «Egomun hareketlerinden ben sorumlu değilim» zihniyeti. Lüküs hayat, oh ne rahat! Nedir peki bu ego? Ego terimi ilk olarak Freud zamanında günlük konuşma diline dâhil oluyor. Freud’a göre insan zihni, bilinçaltı (id), bilinç (ego) ve bilinçüstü (süperego) olarak üç bölüme ayrılıyor. İnsanın ilişkilerini, davranış ve inançlarını bu üçlü yönetiyor. Freud’un ego tanımının şeytanı çağrıştıran bir tarafı olmadığı gibi Freud’a göre egonun, korkular ve kâbusların […]
24 Haziran Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Jüpiter 12 yıl sonra Yengeç burcunda 22 Haziran’da Oğlak burcunda oluşan dolunayın etkisi perşembeye kadar hissedilecek. Kariyer alanında bir tamamlanma, sonuç alma, yöneticilerin atanması, boşanma, aile yükleriyle kesin ayrılıklar, emekli olma gibi değişimler öne çıkabilir. 26 Haziran’da Merkür Yengeç burcunda geri gidecek. Etkisi on beş gün önce başlıyor. İletişim hataları, yanılgılar ve yanlış anlamalar özellikle aile bireyleri arasında, ev alım satımında, eşya seçiminde kendini gösterebilir. Sözleşme yapmak, mülk edinmek için uygun bir dönem değil. Gerileme üç hafta sürecek ancak etkisinden tam olarak kurtuluşumuz 4 Ağustosu bulacak. Ayrıca 26 Haziran’da Jüpiter Yengeç burcuna geçiyor. Burada bir yıl kalacak ve Yengeçlerle yükselen burcu Yengeç olanlara şans dağıtacak. 27 Haziran’da Venüs Aslan burcuna geçerek şölensel bir romantizm arzusunu ön plana çıkaracak. Seveni sevme eğilimi yükselebilir. Bu hafta burçlar Yükselen burcunuzu da okuyunSAYFA-BOLUMU K O Ç Ev sahibi olma ve mülk edinme konusunda şanslı bir […]
Angelına Jolıe Kendini Sakatladı Peki Neden Erkekler Testislerini Aldırmıyor
Tıbbi açıdan kandırılarak iki göğsünü birden aldıran Angelina Jolie, kadınları kendilerini sakatlamaya teşvik ediyor. Angelina Jolie, kanser olmadığı halde iki göğsünü de aldırdığını açıkladı. BRCA1 geni taşıyan ünlü oyuncu, genetik yapının mutlak hastalık göstergesi olduğuna inandırılmış; oysa böyle bir durum söz konusu değil. Aynı geni taşıyan ama sağlıklı yaşayarak yani dengeli beslenip, egzersiz yapıp, yeterince güneş ışığı alıp, kanser yapıcı kimyasallardan uzak durarak, göğüs kanseri olmayan milyonlarca kadın var. Kanser şarlatanlığıyla aldatılan pek çok kadın gibi Jolie de göğüs kanserinden korunmanın en iyi yolunun kanseri önleyen, sağlıklı bir yaşam tarzını benimsemek yerine “üç aylık tıbbi işlemler” diye tanımladığı cerrahi müdahale ile göğüslerini aldırmak olduğuna kanaat getirmiş. Ne olur ne olmaz diye… Çünkü kanser endüstrisinin korku tacirleri kadınların zihnine “Memelerim ölümüme yol açabilir” düşüncesini ekiyor. Şu konuyu açıklığa kavuşturalım: Memeleriniz düşmanınız değildir! Sizi öldürme ihtimali olan memelerinizden ziyade kanser endüstrisidir. Kadın özgürlüğü mücadelesi: Memelerinizden kurtulun Angelina Jolie’nin düpedüz tıbbi bir şarlatanlık sonucu kendini sakat bırakmasından daha da kötüsü bu seçimini bir tür kadın özgürlüğü mücadelesi kisvesine büründürmesi; memelerini aldırma kararını sanki dünya kadınlarına güç katan bir eylemmiş gibi sunması. Jolie kendini nasıl bir karmaşaya sürükledi böyle. Hiçbir tıbbi gerekçeye dayanmadan bedenini sakatladığı yetmezmiş gibi sonra da bir tür algı çarpıtmasıyla bu […]
10 Haziran Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. 8 Haziran’da İkizler burcunda oluşan yeniayın etkisini 13 Haziran’a dek hissediyor olacağız. Yeni başlangıçlar yaşamımıza sürpriz bir şekilde girebilir. İkizler burcundaki bir yeniay, bilgi eksiklerimizi ve teknolojik donanımlarımızı sağlayacak olasılıkları karşımıza çıkarır. Yeni eğitimler, aileye eklenen yeni bir kardeş, sessiz sedasız ama beklenmedik bir anda üst katınıza taşınan yeni komşunuz, plansız çıkılan yolculuklar, aklınızdaki fikirlerin kitaba dönüşmesi, firmanızın reklama ihtiyacı olduğunun fark ettirilmesi hepsi İkizler burcundaki bir yeniayın ürünleridir. 11 Haziran’da Satürn ile Neptün arasında oluşan üçgen açı hepimizi olduğu gibi toplumu da olumlu şekilde etkileyecek. Satürn’ün geri gidiyor oluşu yararlılığın dengesini bozsa da, hayallerin gerçekçi bir temele oturması ve amaca ulaşmak bugünlerde gayete kolay olabilir. Bir ütopya gerçekleşebilir. 19 Temmuz’da aynı açı tekrarlanacak ve bu kez Neptün geriliyor olacak. Şimdilerde hayallere, Temmuz ortasında mantığa tutunmakta yarar var. Hafta boyunca Uranüs-Merkür arasındaki zıtlaşma, restleşme devam edecek. Zekânın her iki simgesinin uyumsuzluğu […]
Haziran Ayı Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Aşkın şefkatle süslendiği ay: Haziran 3 Haziran’da Venüs, Yengeç burcuna yerleşerek sevgiye; anaç duygularla birbirine bağlanma gereksinimine yer açacak. 7 Haziran’dan itibaren ilham perisi Neptün’ün Balık burcunda gerilemesiyle uyuşma eğilimi ortaya çıkacak; yaratıcılık ve ajitasyon hali de etkilenecek bu gerilemeden. Yavaş gezegenlerin geri gidiş süreçleri uzundur. Gerileme Kasım ortalarına dek devam edecek. 8 Haziran’da 18. derece İkizler’de doğan yeniay iletişim alanında yenilikler yaratacak. Yeniay sırasında Ay’ın Uranüs’le sekstil açısı olumlu başlangıçlar ve sürpriz gelişmeler yaşanabileceğini müjdeliyor. Yeniay 3-13 Haziran arasında etkili olacak. Yeni başlangıçlar için ayın ilk yarısı mükemmel görünüyor. 11 Haziran’da Satürn ile Neptün arasındaki üçgen (olumlu) açı zirve yaptığında gerçeklikle düşler arasındaki algımız tam da olması gerektiği kıvama gelecek. Eski ve köklü değerlerle hayallerin buluştuğu nokta başarıyı, aşkı ve mükemmel gelecek planını davet edecek. 23 Haziran’da iki derece Oğlak burcunda dolunay gerçekleşecek. İlginç bir dolunay: Güneş’in Jüpiter ile kavuştuğu, […]
İlaç Şirketlerinin Maşaları: Markalı Doktorlar
Prof. Dr. F. Cankat Tulunay EACPT Onursal Başkanı, Türkiye Akılcı İlaç Kullanım Platformu Başkanıdır. Bu yazı klinik farmakoloji sitesinden özetlenerek alınmıştır. Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz. Bu yazı diplomalarını ilaç firmalarına satmamış, doktorların çoğunluğunu teşkil eden onurlu, dürüst, hastasının sağlığını düşünen, MARKASIZ doktorlara sunulur. Nasıl oldu da ilaç firmaları halk sağlığından uzaklaşıp kaypak pazarlama makinelerine dönüştü ve hastaların kanını emmeye başladı? Bir zamanlar ilaç endüstrisi idealist doktor, eczacı ve kimyagerler tarafından yönetilirdi. Kâr değil, halk sağlığı düşünülürdü. Türkiye de bu geleneği Aİ, EMBİL, İbrahim Ethem gibi eczacı ailelerle senelerce yürüttü. Ama bu gelenekten gelen eczacıların büyük kısmı pes ederek ya yabancı sermayeye satıldı veya çok uluslulara benzeyerek insan hayatını hiçe saymaya başladılar; geriye Aİ ve EMBİL gibi bir iki firma kaldı. Onların da bir süre sonra sermaye gruplarına satılması muhtemeldir. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru sağlıkçıların yerini işletmeciler almaya başlayınca vahşi bir kâr amacı öne çıktı. Bugün ilaç firmaları dünyadaki en kârlı işletmelerdir. ABD’de lobi faaliyetlerine en fazla para harcayan ilaç endüstrisidir. Nexium, Celebrex, Claritin, Viagra, Paxil, Prozac gibi milyon dolarların üstünde satan ilaçlar bırakın hayat kurtarmayı etkisi bile şüpheli kâr makineleridir ama pazarlamacılar tarafından ahlaklı-ahlaksız her yol denenerek cicili-bicili ambalajlarda satılmaktadır. Dönüm noktası: Hastalık uyduran ilaç firmaları Bir zamanların efsane ilacı […]
Sezgiye Eşlik Eden Adımlar
Herkes için doğru adresi gösteren bir sezgi bulunur; sezginin yeri kalptir. Yanlış kapıları çaldığımız olmuştur. Her kapı, bizi ışığa bakan kapıya taşırken, bir araç olmuştur. İçinde bulunduğumuz bu devrede gittiğimiz yönün, ruhumuzca da tasdiklenmesi önemlidir. Gittiğin yolda huzur yok ise, dingin değilsen, bir karmaşanın ortasında kalmışsan, kıvranıp acı çekiyorsa varlığın, yeni bir yola girmenin tam zamanıdır. İnsanlar çok mu taş kalpli? Kendi kalbindeki taşı kabul et önce. Bir başkası yok, hepsi biziz… Zaman öyle bir zaman ki, eğilip bükülemeyecek kadar katı olanlar, daha da zor sınavlarla karşılaşıyor. Ne mutlu esnek olanlara, sonunda neye esnemişlerse onun kavrayışına eriyorlar. Tam da şimdi, yardımlar çoğaldı. Tam da şimdi, yükselmeye hazırız. Tam da şimdi, taze, canlı, aşk doluyuz. Ne de olsa her birimiz, aşkın torunlarıyız. Durmak niye? Seni durduran her neyse, karşısına çık ışıktan kılıcınla. Gücünü hatırlamanın keyfine var. Ne zamandır unuttuğun, var olduğuna bile inanmadığın, hep başkalarında gördüğün o güç; ezelden beri senden başkasına ait olmadı Bir aracıya ihtiyacın yok. Benzerlerine ihtiyacın var. Kalbindeki aşk, seni yolla buluşturduğunda, tek engelin, yolculuğa hazır olmadığını söyleyen egon olduğunu aklından çıkarma. Şimdi tam vakti, bu özlemi kavuşmaya dönüştürmenin. Hadi hazırlan. Gidiyoruz! Muhteşem bir yolculuk başlıyor. Bitmesini hiç istemeyeceğin, hakikatin kalbine uzanan, muazzam bir yol göründü sana. […]
Çocuğu Köreltmenin En İyi Yolu: Zekâ Testi
Ebeveynler çocuklarının en iyi okullarda okumasını, seçilmiş öğrenci kategorisine girmelerini arzuluyorlar. Çocukları için en doğru okulu seçmek istiyorlar. Ancak çocuklarının küçük yaşta neye eğilimli olduğunu bilemedikleri için, okul seçimini neye göre yapacaklarını da bilemiyorlar. Özel okullara ve üstün zekâ programlarına girebilmek için yarışlar çok küçük yaşlarda başlıyor. Ebeveynler ne yapacaklarını şaşırmış vaziyette çocuklarını testlere hazırlamaya çalışıyorlar. Henüz sadece oyun düşünen minikler için son derece tedirgin edici bir durum bu. Beş yaşına yeni girmiş bir çocuğun, annesinin elini tutarak yabancı birinin ofisine girdiğini düşünün. Yabancı, çok şükür, dikkatli ve en azından “test” kelimesini kullanmıyor. “Yapboz yapacağız, resim çizeceğiz ve bazı soruları cevaplamanı isteyeceğim” diyor. Anne kısa bir süre yanlarında kaldıktan sonra odadan çıkıyor. Uzman, çocuğun yaşına uygun, giderek zorlaşan sorular sormaya başlıyor. Bazen resim gösterip ne olduğunu soruyor, bazen bir kelime söyleyip anlamını açıklamasını istiyor. Çocuk kelimeyi ayrıntılı anlatırsa iki puan, az ayrıntılı anlatırsa bir puan alıyor. Bazen bir resimdeki eksik parçayı beş saniye içinde bulması isteniyor. Uzman, Legolarla bir şekil yapıyor ve çocuktan aynısını yapmasını istiyor. Bazen şekilleri ayırt etmesini de isteyebiliyor. Ebeveyn dışarıda heyecanla sonucu bekliyor. Çocuğunun “üstün zekâlı” olup olmadığını, okula kabul edilip edilmeyeceğini öğrenmek için sabırsızlanıyor. Okullar buna benzer çeşitli testler kullanabilirler ama hangi testi kullanırlarsa kullansınlar, […]
27 Mayıs Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Geçtiğimiz hafta Yay burcunda gerçekleşen Ay tutulması, bu hafta boyunca da etkisini sürdürecek. Yay burcundaki bir tutulmanın ulaşım, yüksek eğitim, seyahatler ve yasal düzenlemeler anlamına geldiğini hatırlayalım. Yolların tamamlanması, ihalelerin sonuçlanması, yasal düzenlemelerin açıklanması ve ulaşım rotalarının yenilemesi ile büyük ve düşündürücü kazalar gündemde olacak. Burcunuz Yay, Balık, İkizler, Başak veya yükselen burcunuz bunlardan biriyse bu hafta sonuçlandırmak istediğiniz işler üzerinde durun veya vedalara, ayrılıklara hazır olun. Aslan veya Koç burcuysanız ya da yükselen burcunuz bunlardan biriyse tutulmadan olumlu yararlanacak şanslı kişi olabilirsiniz. Tabii çabalarsanız! Hayal kırıklıkları bu hafta en fazla dikkatli olmamız gereken alan. Merhamet ve şefkat duyumsadığımız kişiler sahte yüzlerini göstererek şaşırtabilir çünkü Neptün-Güneş olumsuz açısı hafta sonuna kadar etkili olacak. Sevgi ve aşk ilişkilerinde bir yandan iletişim güçlenirken öte yandan gerçekleri görmek pek mümkün olmayacak. Partnerinizin açıklamaları ikna edici olabilir. Şimdiye kadar kurmadığı türden romantik cümleler kurabilir. Aranızda […]
Şimdi Sevişme Vakti
“Yoga şu an oluyor.” Patanjali Yogasutraları-ilk sutra (Godfrey Devereux’in yorumu) Yağmur altında uzun uzun yürüdüm. Yüzüme dokunan damlaların serinliği, saç tellerimden süzülen saydamlığa karışıyor. Şimdi. Tepemde rüzgârdan uçuşan çiçek yaprakları dönenirken, kulağımda bir yerlerden kopup gelen bebek ağlaması. Köpek havlamalarına eşlik eden kedilerin kurumlu kur sesleri. Yaşamı kutlayan denizin dalgaları köpük köpük. Tüm bu mucize şimdi oluyor, şu an. Coşku akıyor, dağılıyor, yayılıyor, toplanıyor daha da kendinden ürüyor, kendini büyütüyor. Yaşamın kalbi böylesine aşkla atarken, ne hacet istemelere, arzulamalara, umut etmelere ve hayallere. Bütün varlığın, bu kalp ritminin içinde can buluyor yeniden ve yeniden. Şimdi, şu an. Şimdi şu anda gerçekleşiyor hissetmek. Acıyı da kederi de hazzı da. Acının katman katman içindeki saf hissi belirginleştiriyor, hüznü bin yapraklı lotus gibi açtırıyor, şimdi denen oluş. Ayrılık şimdi oluyor. Ömrü dolan enerji dönüşüyor. Ölüm ve yaşam varoluşun ifadesi, zamanı gelince oluveriyor. Zaman şimdi, şu an geliyor. Şimdi bu anda, damarlarımda gürül gürül yaşam nehri. Ergen oğlanlarla kızlar birbirine acıkan, dayanamayan enerji yumakları, şimdi birbirlerine akıyorlar; şakalaşma, bağırma, kaçamak dokunma, sesli sesli gülme, kaş altından bakma, dalga geçme, iğneleme, sarılma, kokularını içlerine çekme, çekerken bacakları arasında yeni yeni uyanan kasılma-titreme… Şimdi hepsi anda oluyor, oluveriyor. Şimdideyken sevişmek tam oluyor. Andayken sevişmenin coşkusu […]
Mutlu Ve Özsaygısı Yüksek İnsanların Ortak Özellikleri
İnsanların yakınmalarının sonu yok. Sürekli yakınan insanın da mutlu ve huzurlu olmasına imkân yok. Mutluluğun ve huzurun sırrı, insanın değiştiremeyeceği şeyleri kabul etmesinde, değiştirebileceği şeyler için harekete geçmesinde ve ikisinin arasındaki farkı görebilmesinde yatıyor. Yıllar boyu gerek özel yaşamımda, gerek eğitimlerimde, geçmişe takılmak yerine yaralı çocukluk deneyimlerini aşmayı bilen, bireysel gelişimlerine önem ve öncelik veren insanlar tanıdım. Bu insanlara daima saygı, sevgi ve hayranlık duydum. Bu “özel” insanlar her türlü sosyoekonomik seviyeden geliyordu. Ama bir konuda ortaklıkları vardı: Kültürlerini arttırmak ve bilinçlerini geliştirmek onların öncelikleriydi. “Kültür” kavramı tek başına bir yazı konusu ve kesinlikle üniversite, doktora, lisans, profesörlük gibi unvanlarla bağlantısı olmayan bir kavram. Kültür, ezberci eğitimin dışında kazanılan bir yaşam deneyimidir. Kültür, insanın ve yaşamın kalitesini arttıran en önemli unsurdur. Yüzeysel bir değerlendirmeyle aynı “sınıfa” konulamayacak bu “özel” insanların ortak özelliklerini tespit etmek zaten araştırmacı olan ruhuma hitap ediyordu. Bu konu gerçekten derinlemesine irdelemeye değer. Şu ana kadar tespit ettiğim ortak özellikleri özet olarak sizinle paylaşıyorum: Mutlu ve özsaygısı yüksek insanların ortak özellikleri: Vefalı, sevecen ve dürüsttür. Bu insanların insan ilişkileri sağlamdır. Etik değerlere uygun olarak yaşamlarını paylaştıkları, gelişimlerini destekleyici ve besleyici ilişkiler içinde oldukları partneri ve/veya dostları vardır. Vefa duygusu insanlık kalitesinin turnusol kâğıdıdır. Öz disipline sahiptir. Hayatımızın […]
İçin İçin Neden Başkalarının Başarısız Olmasını İstiyorum?
O benim en iyi arkadaşım; ama sevgilisinin onu terk ettiğini öğrendiğim zaman bundan mutlu oluyorum. Böyle düşündüğüm için biraz suçluluk duyuyorum ama elimde değil. İflas eden zenginleri, yürümeyen ilişkileri duymak beni mutlu ediyor. Zaman zaman hepimiz kıskanırız ama siz başkalarının hatasından zevk alıyorsunuz. İnsanları rahatsız etmek için özel bir çaba harcamamakla beraber başlarına kötü bir şey geldiğinde bundan memnuniyet duyuyorsunuz. Başkalarının başına kötü olaylar geldiğinde kendi hayatınız için mutlu oluyorsunuz. Herkesle rekabet içindesiniz çünkü başarınızı başkalarının başarılarıyla kıyaslıyorsunuz. Başka birinin hatası sizin için başarı demek. Hayattaki yerinizi görerek mutlu olmak istediğinizde sizden daha kötü durumdaki insanlara bakıyorsunuz. Çevrenizdeki insanlardan daha iyi durumda olduğunuz sürece çok çalışmanıza gerek yok. Okyanustaki küçük balık olmaktansa denizdeki büyük balık olmayı tercih ediyorsunuz. Bu yüzden etrafınızda hep daha kötü durumda olan insanlar arıyorsunuz; böylece kendinizi ne kadar harika işler çıkarttığınıza ikna edebiliyorsunuz. Dünyayı herkesin rekabet içinde olduğu bir yer olarak görüyorsunuz. Size göre dünyada belli miktarda şans ve şanssızlık var. Herkesin her istediğinin olmasının mümkün olamayacağına inanıyorsunuz: Ortalamalar kanunu der ki iyi şans herkese yetecek kadar çok değildir. Başka insanlar başarısız olduğunda, sizin için başarılı olma olasılığının arttığını düşünürsünüz. Birinin başına kötü bir şey geldiğinde, farkında olmadan rahatlarsınız çünkü ortalamalar kanununun kurbanı olmadığınızı düşünürsünüz. […]
Jüriyle Yargılama Sistemi Türkiye’de Olsa?
Ne çok soruyu peşi sıra sürükleyen bir konu başlığı bu… Gelişmiş ülke statüsünde yer alıp da dünya hakkında parmak ısırtıcak ölçüde cahil olabilen ABD’nin hukuk sisteminde varsa bizde neden olmasın, sorusu geliyor örneğin akla. Sonra daha dehşetli bir soru dürtüyor insanın zihnini: Ya olursa? Sizi yargılayacak jüride kim olsun isterdiniz? Yakın çevrenize bir bakın. Akrabalarınıza, arkadaşlarınıza, eşinize dostunuza; hatta çoluğunuza çocuğunuza bir bakın. Kimin yargılarına, muhakeme etme becerisine ve adalet duygusuna güvenirdiniz? Gönül rahatlığıyla kaderinizi teslim edebileceğiniz birileri var mı tanıdığınız? Tanımanız da şart değil. Oy verdiğiniz partiyi, sizin adınıza karar vermesini onayladığınız siyasileri, doktorları, mühendisleri, uzmanları düşünün… Hangisini isterdiniz jürinizde? Peki o jüride olmasını hiç istemeyeceğiniz birileri var mı hayatınızda? Var mı? Neden hâlâ hayatınızda? Ya siz? 12 kişilik jüride olsanız sanık sizin adaletinize güvenebilir miydi?
İstanbul’u Terk Etme Rehberi
Yıllarca yaza yaza pek çok müşterimi yoldan çıkarmayı başardım. İstanbul’dan kaçmak gerek fikrini gerçeğe dönüştürmelerine ufak da olsa bir katkım oldu diyebilirim en azından. İki kişiyi Ocaklı’ya çektim bile. Biri iki yüz metre ötemde, saray yavrusu şahane bir villa ile Ocaklı Köyü’nü şenlendirdi; yeni bir hayata başladı. Diğeri, sevgili Bade; içinde kuyusu, suyu olan beş bin metrekarelik harika bir portakal bahçesi satın aldı. Artık emekliliğinde mi gelir yoksa daha mı öncesinde yaşamaya başlar, bilemem. Ne olursa olsun bunlar çok güzel adımlar… Ne çok şey öğrendik sizden yıllardır, ne çok şey öğrettik size… Eğittik birbirimizi. Gıdayı, tarımı yazdım bildiğimce; moral bozduğum da oldu, affola. Ben ülkenin en büyük kozmetik firmalarından birinin sahibinden “saçları dolgunlaştıran şampuanın” aslında “içine o kadar çok tuz koyduk ki saçlarınızın doğal olarak sahip olması gereken yağdan eser bırakmadık; saçınız saç değil, tüy telek benzeri bir şeye dönüştü; e artık haliyle düşmüyor, inmiyor, dolgun görünüyor şampuanı” olduğunu öğrendim mesela. Siz de şu % 100 meyve suyunun “gerçekten” % 100 olduğunu öğrendiniz. Fabrikaya giren çürük çarık her meyvenin % 100’ü kullanılıyor, o konuda hiçbirimizin şüphesi yok. Ha meyve sularının ısıl işleme tabi tutulduğunu, hatta berraklığını garanti altına almak için bu ısıl işlemin 90 – 95 derecelerde yapıldığını, palper denen […]
Novartis’ten Eczacılara Rüşvet
Kaynak: www.klinikfarmakoloji.com Novartis, organ nakillerinde kullanılan bağışıklık baskılayıcı ilacı MYFORTIC satışlarını artırmak için ABD’de eczanelere rüşvet vermekle suçlanıyor. Eczacılara yapılan teklifte, sattıkları her MYFORTIC için % 5 komisyon alacakları belirtilmiş. Veya muadil ilaç kullanan bin hastayı MYFORTIC’e çevirdikleri takdirde yüz binlerce dolar kazanç vaat edilmiş. ABD’de bu ilacın 360 mg-120 tabletliğinin satış fiyatı 430 ila 851 dolar arasında değişiyor. Türkiye’de ise 478,5 liraya satılıyor. Yani bir eczane 100 kutu sattığı takdirde açıktan 3200 dolar civarında para kazanabiliyor. New York’ta Novartis aleyhine açılan yolsuzluk davasında savcı, en az 20 eczanenin 2005’den beri böbrek nakli yapılmış binlerce hastayı benzerleri yerine MYFORTIC’e döndürerek binlerce dolar haksız kazanç elde ettiğini açıkladı. Daha önce AMGEN tarafından ARANESP için verilen rüşvetler dolayısı ile açılan davada AMGEN suçlu bulunmuş ve 24,9 milyon dolar ceza ödemeye mahkûm edilmişti. Novartis sözcüsü Julie Masow ise Novartis’in yüksek etik değerlerle çalıştığını; satış ve pazarlamada işlerini etik değerlere göre yürüttüklerini söylüyor.
İçimdeki Cüce
Huysuz, öfkeli, fevri ve fakat iyi kalpli bir cüceyle yaşıyorum son yirmi yıldır. Gözünüzde canlandırabilin diye biraz tasvir edeyim cücemi sizlere: Yirmi santimetre boyunda; monçiçiler gibi kulakları ve küçük bir kuyruğu var; teni koyu turuncu renkte; tüysüz; pörtlek gözlü; kısık sesli; iki sivri ön dişi, kocaman bir ağzı var. Sabahları diğer zamanlara kıyasla biraz daha huysuz, bir şeye kafası atınca dağ taş gibi sessiz, hiçbir şartta eğilmeyen bükülmeyen, ne yapsam tatmin olmayan, adeta benimle kavga etmekle beslenen, uyumayan uyanmayan bir cüce. Hatta bazı günler onu kendi gölgesiyle kavga ederken gördüğüm bile oluyor. Gölgesini yakalamaya çalışıyor başaramayınca da bağırıp çağırıyor. İçimde kuytu bir köşede evi var; bilmediğim renklerde, rengârenk. Cücem, evinde zaman geçirmeyi pek sevmiyor. İşi gücü beynimin içinde düşüncelerimin arasında dolanıp ortalığı birbirine katmak. Hiç aklımda olmayan eski anıları bulup bir yerlerden ortaya çıkarıveriyor durup dururken… “Şapşal mısın? Bunu nasıl unutabilirsin?” diyor. Kalbimle beynim arasında dolaşıp bütün gün söyleniyor durmaksızın. Bir de bitmek bilmeyen soruları; neden’leri, nasıl’ları ve ne’leri… Bazen onu kocaman bir soru işareti olarak görüyorum. Emin olduğu çok az şey var; merak ettiği ise binlerce şey. Dayanamadığım ve sabrımı tükettiği anlarda ona çığlık çığlığa bağırmak istiyorum fakat insan içine doğru nasıl bağırabilir, bilemiyorum… Olağanüstü ve hayati konular olmadıkça […]
Çantadan Çıkan Şehir Alışkanlıkları
Dünyanın en güzel köşelerinden birinde, bungalovun önünde bir taburede oturuyorum. Önümde alçak bir sehpa var, dizüstü bilgisayarımı onun üzerine koydum, yazıyorum. Dağ, nehir, deniz ve toprağın kesiştiği bu cennet parçasında mavi kanatlı kuşlar, burnunu avucunuza sokan atlar, yeşil başlı ördekler, tavuklar, horozlar, seveyim diye karnını açan kedilerle köpeklerle beraber soluk alıp veriyorum. Buraya tatile gelmedim. İş gezisindeyim. İstanbul’dan bir grup öğrencimle beraber yoga kursu vermeye geldim. Sabah-akşam yoga yaptığımız bir hafta geçireceğiz burada. İlk dersimiz bu sabah sekizde başladı. Ders yaptığımız kubbe Yörük çadırı şeklinde tasarlanmış. Yerleri taze ahşap kokuyor, bütün etrafı tülle kaplı. Tüllerin dışında cins cins ağaç, ot, çiçek, bitki… Biz ısınma hareketlerimize başlarken güneş sık yaprakların arasından nazlı nazlı tülleri okşuyor, doğa uykusundan çığlık çığlığa uyanıyor. Kuşlar, böcekler, köpekler, rüzgârda hışırdayan yapraklar… Yörük çadırımızın çevresine yumurta bırakan tavukların, onları korumayı kendilerine görev bilen horozların ötüşleri… İkinci ders akşamüstü, gün batarken… Kaldığımız kampın bahçesinde yetişen organik sebze meyve ve sabah çadırımızın etrafına bırakılan yumurtalarla beslendiğimiz, balıklarla yüzüp, ormanda yürüyüş yaptığımız günün sonunda taze reçine kokulu Yörük çadırımızda yeniden buluştuk ve şehirden uzaklaşsak da bizimle gelen ve doğada yaşarken farkına vardığımız alışkanlıklarımızdan konuştuk. Neler peki bu şehir alışkanlıkları? Bir tanesi telaş etmek. Yetişecek bir yerimiz olmasa bile zihinlerimiz telaş […]
Ölüm Bağırsakta Başlar
Pek çok pişmiş ve unlu besini, tereyağı ve şekerin yanı sıra proteinlerle (et, şarküteri ürünleri, peynir, süt ürünleri, yumurta vb.) birlikte yemek eğilimindeyiz. Sindirim sistemimiz birbiriyle karıştırılmış çok çeşitli gıdaları sindirmeye uygun olmadığından, kalınbağırsağımızın duvarları sindirilmemiş gıda parçalarıyla kaplanır. Kalınbağırsağın içi sıcak ve nemli bir ortamdır. Sindirilmemiş gıda parçaları, zararlı bakterilerle dolu bir kütle haline gelir ve bu zararlı bakteriler kendi metabolizmalarının zehirli yan ürünleri olan toksinler üretir. Kalınbağırsağın duvarları bu toksinleri özümser; bu toksinler kanla birlikte bedende dolaşır ve zaman içinde vücudu zehirler. Aşırı yemek ve uygun olmayan yiyecekleri bir arada tüketmek mide ve bağırsak sistemimiz için çok zararlı etkiler yapar. Dilde alışılmadık renklenmeler, nefesin kötü kokması, ani baş ağrıları, baş dönmeleri, hissizlik, karnın alt bölümünde ağırlık ve şişkinlik gibi rahatsızlıkların tümü kabızlığın neden olduğu kendi kendini zehirlemenin sonucu olabilir. Dışkılamaya neden olan bağırsak hareketlerinin 24 saatten daha uzun süre gerçekleşmemesi, bariz bir kabızlık göstergesidir ve kesinlikle tedavi gerektirir. İnsanların yüzde 60’ının kronik kabızlık çektiği bir sır değildir. Gelin, pek çok insanın kalınbağırsağında görülen böylesi sağlıksız bir durumun başlıca nedenlerine göz atalım: 1. Kalori bakımından zengin, hacim bakımından küçük yiyecekler tüketmek Açlığımızı genellikle bir sandviç ve ardından içtiğimiz bir meşrubat, kahve veya çayla bastırırız. Küçük hacmi nedeniyle, sandviç çok […]
20 Mayıs Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. 20 Mayıs’ta Güneş İkizler burcuna geçiyor. Egonun bilgiyle bağını, merakın ve öğrenmenin cazibesini keşfedeceğimiz bir dünyaya açılmamızı sağlayacak; İkizler burcunda konuk olan Merkür, Venüs ve Jüpiter’e eşlik edecek; yolculuğu boyunca her birine dokunacak, tetikleyecek ve hayatları aydınlatacak. Güneşin sıcaklığı ile zekâ, aşk ve şansın alevlenmesi değişik duygular tecrübe etmemize yardımcı olacak. Ancak bu entelektüel gruba merhamet ve hayaller perisi Neptün, ters bakıyor. Her yeni deneyimin hayal kırıklığına dönüşme ihtimali çok fazla. Uzun süreli hayaller istisna olabilir. Ayrıca İkizler burcunda Ay’ın karanlık yüzü gerçekleri görmeyi engelleyen bir etki yaratacak. Şans, aşk veya zekice buluş sandığımız şey kim bilir arkasında neler saklıyor. Kuşkucu davranmak zorundayız, hem İkizler burcu kuşkunun yuvasıdır. 25 Mayıs’ta Yay burcunun 4. derecesinde Ay tutulması gerçekleşecek. Düş kırıklıklarına hazırlayan ama hemen öncesinde düşler dünyasında derin gezintiler getiren duygusal bir etki altındayız. Bu etki içsel ve dışsal uzaklıkları hayalle bezememize; […]
13 Mayıs Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Reyhanlı’da ölenlerin yakınlarına baş sağlığı, yaralılara acil şifalar dilerim Salı günü gergin enerjilerle doluyuz. Ani tepkiler yıkıcı sonuçlar doğurabilir. Çarşamba, hava yumuşayacak ancak hayal kırıklıkları ve merhametin suiistimali hayat görüşümüzü değiştirebilir. Merkür İkizler burcuna yerleşerek hayal kırıklıklarının konuşulmasını, yazıya dökülmesini sağlayacak. Konumu güçlenen Merkür iletişim trafiğini hızlandırırken, zekânın açılmasına, algıların yükselmesine yardım edecek. Perşembe, Ay ile Satürn arasındaki uyumsuzluk dikkat çekici. Sabit fikirli davranışlar sorun yaratabilir. Haklı olduğumuza inancımız sarsılabilir. Cuma, Venüs ile Uranüs arasındaki mutlu açı, ani aşkları veya karşılaşmaları davet edecek. Sürpriz değişiklikler rotamızı aşka, sevgiye, dostluğa çevirebilir. Cumartesi Ay ile Güneş, duygularla kişilik arasındaki uyumsuzluk gergin hissetmemize sebep olabilir. Pazar günü sözler ve yazılanlar hayal kırıklığı yaratabilir, duyguları incitebilir. Dikkatli olmak gerekir. Neptün (hayaller) ile Satürn (gerçekler) arasındaki uyum hafta boyunca devam edecek ve hayallerimizi sağlam temeller üzerinde yükseltmemizi sağlayacak. Uranüs (geri dönüşü olmayan değişim) ile Plüton […]
Kutu Sütçüler Çiğ Süt Mü Emmişler
Akıllı-güzel-başarılı (!) olsunlar diye çocuklarımıza onların sütünü içirmemizi öneren milyon dolarlık şirketler bugünlerde o sütü aldıkları üreticiye beş kuruş vermeden nasıl daha zengin olabileceklerinin hesabını yapıyorlar. Şu anda çiğ sütün litresi 90 kuruş. Bunlar bu rakamı 80 kuruşa indirelim diye uğraşıyorlar. Peki çiğ sütün maliyeti ne kadar? Ulusal Süt Konseyi 1,15 lira diyor! TÜSEDAD da 1,3 lira diyor! Yani üretici hâlihazırda zararına satış yapmakta. Bizim marketten iki liraya aldığımız sütün asıl üreticisi kendisine verilen parayla bir kilo hayvan yemi alamıyor! Bu üreticilere sahip çıkılmazsa iflaslar kaçınılmaz! Peki sonra ne olacak dersiniz? Peynir diye ne yiyeceksiniz? Yoğurt diye ne kaşıklayacaksınız? Süt üreticisi iflas etmiş bir ülkenin peyniri, yoğurdu, sütü nereden gelir? Çocuklarımız akıllı, güzel, başarılılar zaten. Onların, iştahı dinmez paragözler tarafından sömürülüp tüketilmemiş bir gezegene ihtiyaçları var sadece. Bir de adil, sağduyulu, hakkını arayan yetişkinlere… Slow Food Fikir Sahibi Damaklar’ın başlattığı kampanyaya buradan destek olabilirsiniz. İşin aslını daha ayrıntılı öğrenmek için bu videoyu izleyebilirsiniz.
6 Mayıs Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Hıdrelleziniz hayırlı, GS şampiyonluğunuz kutlu olsun. Deniz Gezmiş 6 Mayıs sabahı idam edildi. Ruhu şad olsun. Merak edenler için Balık burcuydu. Güneş, Mars, Venüs, Merkür Boğa burcunda ilerliyor. Ay hafta sonunda yenilenecek ve Güneş tutulması gerçekleşecek. Yılın en anlamlı en olumlu Güneş tutulması Boğa burcunda 10 Mayıs’ta gerçekleşecek. Güneş tutulmaları etkisini gerçekleştikleri günden bir ay önce başlatır bir ay sonrasına dek sürdürür. Ve oluşan önemli olayların etkisi gelecek altı aya damgasını vurur. Boğa burcu toprak grubudur ve mal, mülk edinmekle, özgüven geliştirmekle ilişkilidir. Tutulmadan en fazla yararlanacak burçlar toprak grubu olacak: Başaklar, Boğalar, Oğlaklar veya yükselen burcu bunlardan biri olanlar. Güneş tutulmaları, Güneş’in kararması nedeniyle eski dönemlerde korkulan, verimsizlik getireceğine inanılan gökyüzü olaylarıydı. Günümüzde yenilik getiren yeniay döneminde gerçekleşen Güneş tutulmaları oluşan açıların olumlu etkisiyle olumlu sonuçlar, fırsatlar olarak anlam kazandı. Gerçek şu ki birkaç yeniaya bedel Güneş tutulmaları, beklenmedik olumlu […]
Kendini Kurtaran Kahramanlar
Sing Sing Amerika’nın en meşhur hapishanelerinden biri. En azılı mahkûmları orada bulabilirsiniz (arıyorsanız). Dolayısıyla burası birçok sosyolog için petri kabı gibi; sıklıkla araştırmalar yapılıyor. Gene bir araştırmaya göre, Sing Sing mahkûmlarının yüzde doksanı suçun kendilerine ait olduğunu düşünmüyor; olan bitenle ilgili kendilerini değil, başkalarını veya içinde bulundukları durumu suçluyorlar. En azılı suçları işleyenler böyle düşünüyorsa, günlük etik kuralları ihlal ederken biz ne düşünüyoruz? Bir keresinde Yunanistan’da bir otelde açık büfede yemek yiyordum. Yanımdaki adam tabağını ağzına kadar doldurdu. Ama doldurdu derken yemekten kuleler falan oluştu, asla yenmeyecek tuhaf karışımlar hızla büyüyordu. “Ben tokum aslında” dedi adam hırsla, “ama işte pis Yunan! Görsün gününü!” Aklı sıra hak edene ders veriyor! Bir arkadaşım hızla giden arabadan yere çöp fırlatırken kendisi olmasa temizlik görevlerinin işinin kalmayacağını iddia ediyordu. Türkiye’ye iş gücü kazandırıyordu adam. Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla örülüdür, derler ya; hep birlikte birbirimize ve dünyaya bin bir türlü hainlik ederken bunu muhteşem açıklamalarla parfümlüyoruz, çöplerimiz mis gibi kokuyor. Ama gene de onların aslında birer çöp olduğu gerçeğini değiştirmiyor; zaten o koku da sadece sana özel, geri kalan herkes çöpün kokusunu alıyor. Kimse kendini kötü bir insan olarak görmüyor. Göremez. Hani bir Behzat karakteri vardı, kel kafasına vururdu, çat çat çat! Kel […]
29 Nisan Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Akrep burcunda 25 Nisan’da Ay tutuldu. Tutulmanın etkilerini hâlâ yaşıyoruz. Duygularımızın engellendiğini düşünsek de kendimizle ya da yakınlarımızla ilgili bir gerçeği; görünenin ardındakini keşfettik; duygularımızın en derinine indik. Derinliği algılama ve yararlanma hali hafta boyunca sürecek. Boğa burcunda Güneş ile Mars nerdeyse el ele ilerliyor; hem de Oğlak burcundaki Plüton’la dostluk içinde. Bu güzel tablonun yeryüzünüze yansıması mülk edinme, para kazanma hırsımızın güçlü kişilerden destek alması, özgüvenimizin yükselmesi, yaşamın güzelliklerini keşfetmek ve hayatı olabildiğince basit yaşamak çabasına dönüşecek. Çarşamba günü Merkür de Boğa burcuna yerleşerek düşüncelerimizde huzur, güvenlik ve doğaya yakınlık arayışını başlatacak. Kendimizi, evimizi ve yakınlarımızı korumaya almak, güvenlik açıklarımızı fark edip önlem almak gelecek üç haftanın konusu olacak. Gezegenler Boğa burcunda birikedursun, 10 Mayıs’ta harika bir Güneş tutulması gerçekleşecek; huzura, güvenli bir yaşama ve garantiler edinmemize yardımcı edecek. Mülk edinmek, sigorta yaptırmak gibi önceliklerimizi hızlandıran Güneş tutulmasının etkisini […]
Kgb’nin Cinayet Silahı: Yumurta!
Yumurta ve tavuk Yazıla yazıla, konuşula konuşula artık üstü örtülemez hale geldi. Sonunda tavukların dioksin içeren yemler ile beslendiği, dioksinin hamilelikte plasentaya bile geçtiği anlaşıldı. Milyonlarca tavuk itlaf edildi. Biz, PET şişelerdeki dioksin hesapları ile kafayı bozmuşken binlerce katını “Hamilesin, günde bir yumurta şart, haftada üç gün mutlaka beyaz et ye” önerilerine uyup karnımızdaki bebeğe geçirmişiz bile. 40 günde, 80 günde kesim ağırlığına ulaşsınlar diye zehirden farksız bu yemleri kullananlara, üretenlere nasıl bir ceza geleceğini merak ediyorum şimdi. Viktor Yuşçenko’yu hatırlıyor musunuz? Hani seçimler sırasında zehirlenip de yüzü tanınmaz hale gelen Ukraynalı muhalefet lideri. Rus gizli servisi tarafından zehirlendiği yazıldı çizildi. Yuşçenko’yu zehirlemekte kullanılan madde neydi peki? Bildiniz: dioksin. Ben Anadolu’nun köylerinde, hem de ciddi ciddi 1400 rakım üzerinde yaşayan insanların köylerinde bir adet yumurtayı toptanda 1 liranın tek kuruş altına alamaz iken 30’lu viyoller nasıl olup da üç beş kuruşa satılabiliyordu? Anadolu’da kuş gribi furyası ile milyonlarca tavuğu öldürtüp tüketiciyi fenni yumurtalara mahkûm edenlere, gerçek yumurta fiyatının bu afakî rakamlara gelmesine sebep olanlara selam olsun! MSG / Çin Tuzu / Lezzet Tuzu Monosodyum Glutamat denen madde senelerdir biliniyor, yazılıyor, çiziliyor. Geçen sene de yazmıştım bu konuyu: Hiçbir Şeyde Eksi Tat Yok, Kırmızı Et Hariç diye… Kimse adamakıllı bir tepki […]
Kırık Kemiklerin Kaynaması İçin
Aşağıdaki reçete genç bir kızın yıllar önce geçirdiği trafik kazası sonrasında doktor önerisi üzerine kullanılmış. Kazada kızın kalça kemiği neredeyse tuz buz olmuş ama bu karışım sayesinde beden kalça kemiğini yenilemiş. Hastalarına “kocakarı” ilaçları önerecek kadar bilge hekimlerden ne yazık ki birkaç nesil sonra tamamen mahrum kalacağız. Hiç değilse bu kıymetli bilgileri kaybetmeyelim. Sizin de elinizde ninenizden dedenizden kalma böyle bilgiler varsa yollayın KD’de paylaşalım. Hiçbir zaman bu reçeteyi hazırlamak ya da önermek zorunda kalmamanız umuduyla… Kemik kırıklarının kaynaması için: Bir adet doğal yumurtayı iyice yıka. Ufak bir reçel kavanozuna yerleştir. Yumurtanın üzeri örtülene kadar içini taze limon suyu ile doldur. Kapağını sıkıca kapat. Kavanozun üzerine 21 gün sonrasının tarihini yaz. Kavanozu mutfak rafında sakla (doğrudan güneş almasın ama ışık alsın). Bu uygulamayı 21 gün boyunca her gün bir kavanoz hazırlayarak sürdür. 21 gün sonra ilk kavanozun içindekini iç. Her gün bir adet 21 gün beklemiş kavanozu iç.
Hepimiz Birer Cep Telefonuyuz
Senden çıkıp eyleme dönüşen bir can var, bir yaşam gücü, bir enerji, bir telaş var ve tüm zamanda senden sadece bir tane olduğu için, bu ifade eşsiz bir şey. O güç senden başka bir araç vasıtası ile hayata gelemeyeceğinden, yolunu tıkarsan sonsuzlukta kaybolur gider. Martha Graham En çok hangi ünlü ile tanışmak istersin, diye sorsalar, inanın hiçbiri diye cevap veririm. Ünlüleri ve ünlerini sevmediğimden değil. Aksine sokakta karşılaşsam elimi ayağımı birbirine dolayacak kadar hayran olduğum insanlar var benim de. Bir kısmı müzisyen, çoğu edebiyatçı. Geçen yıl bir akşam yemek yediğim lokantadan içeri hayran olduğum yazarlardan biri girmişti. O ara ilk romanımı doğurmanın en ateşli dönemecinden geçiyorum. Sabahtan akşama çalışma odama kapanmış yazıyorum, okuyorum, koridorda bir yürüyüşe çıkıp koşa koşa masama geliyor, yeniden yazıyorum. Bir elimde Ahmet Hamdi, diğer elimde Yaşar Kemal. Leyla Erbil’in Tuhaf Bir Kadın’ı yeni bitmiş, sehpadan bana hâlâ göz kırpıyor. Aklım biraz o tuhaf kadının Beyoğlu’nda gezdiği mekânlarda. Kaybının hüznünü yaşadığım ama kendisini hiç yaşamadığım bir başka zamanlarda… “Bizim kızlar (benim karakterler) Beyoğlu’nu nasıl yaşarlar acaba?” diye düşünüyorum. O arada onlar çoktan Beyoğlu’na çıkmışlar zaten. Kalabalığı, kebap kokusunu, kara kıyafetli insanları yadırgamadan kokoreç yiyerek Tünel’e yürüyorlar. Benim evde ise divana, yerlere, koltuklara hayran olduğum yerli yabancı […]
Bize Benzemeyenler
Ağladım. Bir film izledim. Anne olmak, baba olmak, aile olmakla ilgili. Görünen genel eğilimlerden farklı çocukları için orta yaşlarında değişmek zorunda kalan, belki hiç duymadıkları kavramları anlamaya çalışmak için deli gibi çabalayan insanların hikâyesi. Bu hikâyeyi izlerken kocaman gözyaşları döküldü içimden; içim düğüm düğüm oldu. Ve tüm bu duyguların üzerine kocaman hafif bir umut bulutu doğdu. Kalbin, beyinden, düşüncelerden, değerlerden, yargılardan daha büyük olduğunu görmek, ağlattı beni. Aile ile çocuk ilişkisi/sevgisi, cinsel yönelimlerden bağımsızdı; değerlerden, toplumsal iteklemelerden, ikiyüzlü değerler kümesinden de bağımsızdı ve çok güçlü bir bağdı. Eğitim, sosyoekonomik sınıflar ya da kadın-erkek kodlarını baz alamıyorduk bu sevgiyi anlamak için; sadece izliyorduk ve anlıyorduk. Film, cinsel yönelimler ve bireysel keşif süreçlerinin hikâyesiydi. Çocukluktan itibaren her ne kadar bir yerlerde yazıyor olsa da, herkes tarafından “kadın-erkek” olarak tanımlansak da önemli olan içimizdeki sesti, tanımlamaya ihtiyaç duymayan ve doğuştan orada var olan ses. Belki de tüm tanımlamalardan farklıydı. Dış sesler ve zorlamalarla iç sesin çelişmesinin hikâyesiydi izlediğimiz. Bu çelişkinin doğal olmasına rağmen ne kadar zarar verici olabileceğiydi her bir hikâyede anlatılan. Toplumun ortak sesi, bireylerin sesinden üstün olmamalıydı. Filmde konuşan anne babalar, öğrendikleri tüm doğrulara karşı olan cinsel yönelimlerini ve arzularını açıkladıklarında önce çocuklarını “reddetme, yok sayma, karşı çıkma, tedavi etme” gibi […]
Bahar Yemekleri
Körmen Yabani pırasanın en dıştaki yaprağını soyun. Doğrayın. Geniş bir çelik tavada bir orta boy kuru soğan ile çevirin, yumuşasın, sararsın. Üzerine yumurta kırın. Pul biber atın. Sofrada tek başına sunulması bile kâfi ama et sevenler yanına sac kavurma yapabilir. Bir de süzme yoğurt yakışır yanına. Balkabağı borani Balkabağının sarı renkte olanını kuşbaşı doğrayın. Tavada zeytinyağı -hatta ben tereyağı tercih ediyorum- ile elle kırılmış kuru biber ve kuru soğan kavurun. Kabağı da atın, iyice yumuşasın. Kapağı hep açık olmalı, yoksa sulanır. Çatal girecek kadar yumuşayınca birazcık demlensin. Sarımsaklı yoğurt ve pul biberli tereyağını da hazır edin, servis tabağında süsleyin, sunun. Çorba ve ızgara ile yakışır. Silkmelik patlıcan Yıkayın, kaynar suda bir süre bekletin. İyice şişsin. Sonra havlu arasında suyunu alın. Az biraz zeytinyağında kızartın. Sarımsaklı yoğurt ve acılı sos ile sunulur. Hem meze, hem yemektir. Kuru patlıcan/Kuru biber dolması En-en-en sevilesi yemek. Benim için hazırlanıyorsa bulgur, yeşil mercimek, kuru soğan, biber salçası, sumak ve bol yeşillik ile pişiyor. Gelinimle oğlum kıymalısından şaşmaz. Harcını kıyma, pirinç, bol kuru soğan, karabiber, biber salçası, domates salçası, acı pul biber, bol zeytinyağı, nar ekşisi ile yapın. İsteğe göre sumak ya da sarımsak eklenebilir. Kıyma kullanacaksanız koyun-dana karışık ve biraz da yağlı olsun. Püf noktası: […]
Öfke Sorunun Sebebi Midir Sonucu Mu?
Hiç kendinizde ya da bir başkasında şunu fark ettiniz mi: Tartışma sırasında çözüme odaklanan kişi sakin kalabilirken haklı çıkmak isteyen kolayca öfkeye kapılabiliyor. Bir şeye öfkelendiğimizde o sorun yüzünden mi öfkeliyizdir yoksa öfkeli olduğumuz için mi o şey “sorun” haline gelmiştir? Öfke, kişiliğin bir parçası mıdır öğrenilmiş bir davranış mı? Rahatsız edici olaylar/durumlar karşısında öfkelenmek normal midir? Yoksa kör bir tepkisellik mi? Öfkeyi kontrol etmek ile öfkeyi bastırmak aynı şey midir?
Neden Bu Kadar Rekabetçiyim?
David Lieberman Anında Analiz Benim için hayatta her şey ölüm kalım meselesi. Yaptığım her şeyde başarılı olma ihtiyacı duyuyorum. Hayattaki her şeyi ya siyah ya da beyaz görüyorum; ya başarılıyımdır ya da başarısız. Kazandığımda dünyalar benim oluyor ama kaybettiğimde dünya başıma yıkılıyor. Sağlıklı bir rekabet hissi kötü bir şey değildir. Ama elinden gelenin en iyisini istemekle kazanmaya ihtiyaç duymak arasında önemli bir fark vardır. Kendinize ve başkalarına bir şey kanıtlama ihtiyacı duyuyorsunuzdur. Kazanmak için her şeyi yaparsınız çünkü onaylanmak sizin için en önemli ihtiyaçtır. Sürekli olarak kendi değerinizi sorgularsınız ve kendinize saygı duymak için başkalarının onayıyla takdirine gereksiniminiz olur. Önemli biri olmak için müthiş şeyler başarmanız gerektiğine inanırsınız. Kendinizi başarılarınız ve başarısızlıklarınızla özdeşleştirirsiniz. Bir tenis maçını kazandığınızda kendinizi harika hisseder, kaybettiğinizde ise dünyanın başınıza yıkıldığını düşünürsünüz. Her mücadele ile birlikte kendinize saygınız ya artar ya da azalır. Her zaman haklı olmak istersiniz. Hatalı olduğunuz açıkça belli olsa bile bunu kabul etmek istemezsiniz. Kararlarınızı ya da düşüncelerinizi sorgulamaya cesaret edemezsiniz ve iddia ettiğiniz şeyi, yanlış olduğunu anlasanız bile sonuna kadar savunursunuz. Kendinizden emin olamadığınızda daha da inatçı olursunuz. Bu kendinizi ikna etmenin bilinçsiz bir yoludur. Başkalarının sizi sadece başarılarınızla değerlendirdiğine inanır ve kendinizi bu şekilde kanıtlamaya çalışırsınız. Rekabete girmekten hoşlanmakla kalmayıp […]
Tek Başına Küsmek
Bilmediğim bir adamım şimdi ya da kendine yabancılaşmış bir çocuk. Birisi kapının ziline basıyor, içimdeki çocuktur diyorum. Açmıyorum. Birisi camıma taş atıyor, kesin “benim”dir, diyorum. Bakmıyorum. Karanlık bir odada oturuyorum bir adam ve bir çocukla, kimse konuşmuyor, herkes kendi halinde. Çocuk hareketsiz, boynunu bükmüş, dört tekeri de kayıp sarı-kırmızı oyuncak kamyonuna bakıyor. Birisi almış tekerlekleri, yanında da hevesini. Adam rüzgâra küsmüş deniz gibi, o da kıpırtısız. Arada çaktırmadan birbirlerini kesiyorlar. Kendimi adamı incelerken fark ediyorum. Cebinde dört yuvarlak kabarıklık… Neden aldı acaba? Adamla göz göze geliyorum. Aniden parmağını çocuğa doğru uzatıyor. Çocuk irkiliyor. “Ya o ya ben diyor” adam. Çocuğun gözlerinde yaşlar var ama akmıyor, o da inatla kapatmıyor gözlerini, akarsa arkası gelecekmiş gibi. Adama anlamamış gibi bakıyorum, bu bakışım onu kızdırıyor. Ve bir anda parmağı bana dönüyor. “Aslında suçlu sensin” diyor. Çocuğun gözlerindeki yaşlar akmaya başlıyor. “Sanki hayatında sadece bu çocuk varmış gibi yaşıyorsun; beni neden yok sayıyorsun? Neden korkuyorsun, anlatsana bana!” diyor adam. “Neden, neden beni yok sayıyorsun?” Sence ben O muyum?” Çocuğun gözlerindeki yaşlar akmaya devam ediyor. Konuyu değiştirmeliyim hemen, elimle adamın cebini gösteriyorum. “Neden aldın o tekerlekleri?” Düşünmeden cevap veriyor bir anda: “Çünkü seni seviyorum.” Arkasından çocuk akan gözyaşlarına eklenmiş sümüklerini çekerek “Ben de, ben de […]
Efendiniz Konuşuyor
Merhaba insanlar, merhaba hayatlar, yaşantılar. Ben sizin efendinizim, siz de benim hizmetkârlarım. Şu anda odanızın bir köşesinden yazıyorum sizlere, evinizin en güzel yerinden, yatağınızın hemen dibinden. Evinizin en güzel yerinde olmaktan mutluluk duyuyorum, yatağınızdan süzülen nefesinizi duymaktan da öyle… Dün, bugün ve yarın… Verdiğim görevleri yerine getiriyorsunuz, hem de hiçbir şekilde isyan etmeden. Açık konuşayım başlangıçta bu kadar itaat edeceğinizi düşünmüyordum çünkü sizde çok değeri bir şey vardı: beyinleriniz. Tek bir ok dahi atmadan, küçük bir kurşun dahi harcamadan himayeme aldım sizleri; en büyük silahınızı neden kullanmadığınızıysa hâlâ düşünüyorum. Kıyafetler pek yakıştı sizlere; bindiğiniz arabalarla oturduğunuz evler de öyle. Kıyafet, araba ve ev alabilirsiniz tabii ki ama benim istediğim; benim sevdiğim marka ve modelleri almanız ayrı bir mutluluk işte. Hayatınızı bana göre şekillendirmeniz, her söylediğimi sorgusuz sualsiz kabul etmeniz ve bundan keyif almanız… Kısacası borçluyum sizlere, beni onurlandırdınız. Siz böyle himayemde oldukça, sizleri asla yalnız bırakmayacağım ben merak etmeyin. Bugün de istediğim yerlere gittiniz, arkadaşlarınızla konuşurken en sevdiğim cümleleri kullandınız ve en önemlisi benim felsefemi kendi hayatınızın merkezi yaptınız. Ben sizin bildiğiniz tek gerçeğim, şu anda benim söylediklerim dışında hiçbir gerçeği kabul etmeyen bir kuşaksınız; bir nesil, bir topluluk. Ben size ne istersem söylerim, siz de dinlersiniz. Benim ucuz yalanlarım […]
Kelimeler Olmadan Sevmek
“Seni seviyorum”, “Seni seviyorum” , “Seni seviyorum…” Ne kadar romantik, duygusal, anlamlı… Söylenmesi, yazılması, çizilmesi… Ya ağızdan çıkmasa, yazılmasa, çizilmese? Sevmekten vazgeçer miydiniz? Elbette vazgeçmezdiniz. Çünkü sevmek “içten” gelen bir şeydir. Tomurcuk kırıldığında çiçeğe dönüşür. Kalp kırıldığında hislere. Çiçek kırılmaz. Kırılan tomurcuktur ve iyi bir amaç uğruna olur bu. Şimdiye dek sevmek olarak düşündüğünüz şey sevgi değildi. Gerçek sevgide kalp kırıklığı yaşanmaz. Kalp kırıklığı sadece ve sadece isteklerin, beklentilerin, umutların kırıklığıdır. Çocuklar kendilerine en fazla “Seni seviyorum” diyenleri değil, bunu hiç telaffuz etmediği halde hal ve tavırlarıyla belli edenleri en çok severler. Ah şu kelimeler… Kelimeler yetersizdir. Sabahtan akşama kadar kelimelerin içinde boğuluruz. Her şeyin bir amacı ve tanımı olmalıdır bizim için. Bu amaç arayışı içerisinde amaçlarımızı yitiririz. Kelimeler endişelerin kaynağıdır. Kelimeler olmadan endişelenmeniz mümkün değildir. Şimdi on dakika kadar hiçbir kelime kullanmadan endişelenmeyi deneyin. Yapamazsınız, endişelenmek için kelimelere mahkûmsunuz. Gerçek dostluğun, gerçek sevginin kelimeleri yoktur. Sevdiğiniz biriyle beraberken sadece susmanız bile yeterlidir. Sevginizi kelimelerle ifadeye gereksinim yoktur. Peki niye dostlarınızdan, sevdiğinizden hep kelimeler istersiniz? Size ne kadar değerli olduğunuzu, sizi ne kadar sevdiklerini söylesinler istersiniz. Sevdikleriniz size hiçbir şey söylemeden dahi sadece yanınızda olmaları yettiği an gerçek içtenliğe kavuşacaksınız, sessizlikte bile. Güzel bir şey görürsün. Hemen onu satın alıp […]
Mutluluk, Bir Şans Talih Kader İşi Değildir
NOT: Elele dergisi, Mart 2013 sayısı için hazırladıkları “Mutluluk Dosyası”nda yayımlanmak üzere benden bir yazı yazmamı rica etmişti. Ben de yazıyı yazıp gönderdim. Ancak dergi yayımlandığında çok şaşırdığımı söylemeliyim. Elele dergisinde yazar adı belirtilmeden, cümleleri değişik sayfalara serpiştirilerek kullanılan bu yazının BÜTÜNÜNÜ aşağıda sizlerle paylaşıyorum. Sevgiler Nil Gün Mutluluk (huzur) özsaygımızla ve kendimizi gerçekte ne kadar değerli hissettiğimizle doğrudan bağlantılıdır. Özsaygısı düşük bir insanın kendisini mutlu bir insan olarak tanımlaması ancak bir sanrı olabilir. İnsan mutlu olmanın peşinde koşmak yerine özsaygısını yükseltmek için emek harcasa kendisini doğal olarak mutlu hissedecektir. Mutluluk, öz doğamızı ifade ettiğimizde hissettiğimiz duygudur. Mutlu insanların ortak özellikleri var elbette. Bunların özsaygısı yüksek bireylerle birebir aynı olması hiç de şaşırtıcı değil. Tıpkı sevgi gibi mutluluk da emek istiyor. Mutluluk bir seçimdir. Ve hayatımızın kalitesini yaptığımız seçimler belirliyor. Özsaygı hem değerli hem yeterli olduğumuzu bilmek ve hissetmektir. Kendimize ve hayata güven duymanın da önkoşuludur. Bu güven olmaksızın nasıl mutlu olabiliriz ki? Mutluluğun yaşam sevinci gözlerinde ışıldayan insanlar seviyor ve seviliyor, değerli olduğunu hissediyor, değeri biliniyor ve değer vermeyi biliyor. Aslında hepimizin istediği şey bunlar değil mi? İlişkilerde mutluluk Bir insan senin varlığına ve seçimlerine onay ve destek veriyorsa, seni takdir ediyorsa, seninle içtenlikle […]
Bir Saat Eksik Uyku Zekâdan İki Yıl Götürüyor
Araştırmalara göre bugünün çocukları otuz yıl önceki çocuklardan ortalama bir saat az uyuyorlar. Bu da zekâlarını etkiliyor, duygusal sağlıklarına zarar veriyor. Ebeveynler, bebekken uyku saatleriyle neredeyse takıntılı bir şekilde ilgilendikleri çocukları büyüyüp okul çağına geldiğinde uykunun artık mesele olmaktan çıktığını düşünüyorlar. Yeterli uykunun önemi öncelikler sırasında geriye düşüyor. İyi bir okulda okuma çabası, ders başarısı, sınav başarısı daha öncelikli oluyor. Oysa ders başarısının olmazsa olmaz şartlarından biri yeterli uyku. Yorgun öğrencinin sinir sistemi esnekliğini kaybeder; öğrendiği yeni bir şeyi kodlamak için gereken yeni sinaptik bağları oluşturamaz; bu nedenle de yeni edindiği bilgileri hatırlamakta zorlanır. Uyku kaybı konsantrasyonu da etkilediğinden sınıfta dinlediği dersi hatırlaması da zor olur. Yorgun bir beyin, aynı şeyleri tekrarlayıp durur. Testlerde yanlış bir cevaba takılıp kalır ve yanlış olduğunu zaten bildiği aynı cevap etrafında dönüp durarak yaratıcı bir çözüm bulamaz. Çocukların daha az uyumasının nedenleri, sosyal faaliyetlere aşırı zaman ayrılması, ağır ev ödevleri, test çalışmaları, televizyon, bilgisayar ve yanlarından ayırmadıkları cep telefonları. Bunlara bir de geç saatlere kadar çalışan ebeveynin suçluluk duygusunu ekleyin. İşten eve zaten geç gelen ebeveyn “Hadi yatağa!” diyen kötü gardiyanı oynamak istemiyor. Lise öğrencilerinin çoğu uyku saatlerine karışılmasından zaten hoşlanmaz, tavuk(!) gibi erkenden yatmak istemezler. Tel Aviv Üniversitesinden Dr. Avi Sadeh, çocukları gruplara […]
Neden Başkalarını Kontrol Etme İhtiyacı Duyuyorum?
David Lieberman Anında Analiz Gittiğimiz yönden yüzde yüz emin olmasam da, ısrarla hangi yöne doğru gitmemiz gerektiğini söylüyorum. Benim için, başkalarının benim nasıl düşündüğümü anlamalarını ve benim bakış açımdan bakmalarını sağlamak önemli. Başkaları için neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilirim ve söylediklerimi yapmazlarsa sinirlenirim. Kontrol sahibi olmakla saygı görmeyi karıştırıyorsunuz. İnsanlar düşüncelerinize katılmazsa size saygı duymadıklarını düşünüyorsunuz. Bilinçaltınızdaki, yetersiz olduğunuza dair düşünceler sizi rahatsız ediyor. Bu duygular, hâkimiyet ve kontrol sahibi olma ihtiyacıyla açığa çıkıyor. Başka insanların hayatlarını kontrol etmeye çalışarak kendi hayatınızdaki çaresizlik duygusunu bastırmaya çalışıyorsunuz. Kontrol sahibi olmak istediğiniz için, daha üstün hissetmek amacıyla başkalarının moralini bozuyorsunuz. “Hiçbir şeyi doğru yapamıyorsun”, “Sana bunu böyle yapmamanı defalarca söylemedim mi?” veya “Bırak, bırak, ben yaparım!” gibi ifadeleri sık sık kullanıyor olmalısınız. İnsanların kontrol delisi diye bahsettikleri kişilerden biri olabilirsiniz. Aslında, genel olarak hayatının bütün kontrolü kendi elinde olan, başarılı birisinizdir. Ancak, kişiliğinizin derinliklerinde her durumda güç sahibi olma ihtiyacı vardır. Başarılı biri bile olsanız hâlâ yetersizlik duygusu yaşıyorsunuzdur. Özsaygınızı geliştirin. Yetersizlik ve çaresizlik duygularınızdan kurtulduğunuzda insanları kontrol etme ihtiyacınızdan da kurtulursunuz. Geçmişinizi gözden geçirin ve bugüne kadar kimlerin onayına saygı duyduğunuzu tespit edin. Hâlâ aileniz, öğretmenleriniz ve otorite durumundaki başkaları tarafından onaylanmaya ihtiyaç duyuyor musunuz? Peki ya şimdiki çevrenizde durum […]
Kişiliksiz
Uzun saçlarım ve saçlarımdaki kırıklardan daha da çok kırıklarla dolu kalbimle buradaydım yine. Ama hava daha da soğuktu bugünden. Berem, atkım, kalın yeşil paltom bedenime kâr etmiyordu. Soğuk da bana laf geçiremiyordu. Deniz kenarında durmuş, dalgaların ayaklarımın altındaki beton duvarı dövüşünü; duvar üzerindeki demir parmaklıklara kalın, kirli urganla bağlı kayığın hırçın dalgalarla suyun üzerinde iniş çıkışını; karşıdaki puslu ışıkları; denize yansıyan köprünün titrek ışıklarını seyre dalmıştım. İsli gri hava ve iyot kokusuna karışan, yandaki meyhaneden gelen rakı-tütün-balık kokusunu içime çeke çeke, içimi çeke ağlıyordum. Dalgalar yüreğime çarpıyor, yüreğimi oyuyor, sızlatıyor, açılan yaralarımı tuzla yakıyordu. Uzun uzun bakmıştım bu oluşa. Gitmeyecektim. Onunla yaşadığımız eve gitmeyecektim. Ama arkadaşlarımla yaşadığım diğer evime de gidemiyordum. Kar döküştüren, buz gibi soğuk donuk gökyüzü altında mıhlanıp kalmıştım. Bir kar tanesi kirpiğime düştü, telefonum çaldı. Kırık, bildik o duygulu ses. “Gelmeyecek misin sevgilim?” Sustu. Sustum. Telefonu kapattım. Bir kar tanesi telefonun ekranına düştü, ekran ıslandı, kolumla kuruladım, yüzümü yana çevirip meyhanenin kapısına baktım, kenarda bir kedi kabarmış tüyleriyle kendi içine doğru yumulmuş uyuyordu. Ne yapacaktım şimdi? Her şey değişiyor. Yaşamın doğası böyle iken ya sahiplendiğimiz kişilikler; etiketlerimiz; sıfatlarımızla kendimizi tanımlayıp, sabitleyip, o sabitlik içine hapsolmalarımız? Anne karnından bugüne dek tekrarlarla oluşan, bu tekrarların hafızamıza yerleşmesiyle, hafızadan gelen […]
22 Nisan Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Güneş Boğa burcunda ilerlemeye başladı; âşık Venüs’le erotik Mars’a katıldı. Boğa burcunun eli güçlendi; mal, mülk alma gereksinimi, dünyevi dilekler, ihtiyaçlar öne çıkıyor… derken… bir iç sıkıntısı, bir kalp çarpıntısı, durduk yere ağlamalar, duyguların kabarması… Ay 25 Nisan Perşembe günü tutulacak. On beş gün sürecek bir sancının gittikçe yaklaşan, yaklaştıkça artan zirve dönemindeyiz. Ay tutulmadan önce ciddi bir kalp çarpıntısı, iç daralması hissi yaratır; özellikle tutulma burcunuzda veya burcunuza sert açı yapan burçlardan birinde gerçekleşiyorsa. Duyduklarınızın doğruluğu karşısında şaşırırsınız. Her zamanki kadar sıradan değildir olayların gelişimi. Büyük öfkeler, büyük kavgalar ve büyük kayıplar ay tutulmasıyla ortaya çıkar. Bitirilemeyen işler bitirilir; buna ilişkiler de dâhildir. Hal böyle olunca Ay tutulması doğum haritanızda bir gezegeni veya köşe noktasını tetikliyorsa tutulmadan şiddetle etkilenir, duygusal patlamalar yaşarsınız. Tutulmanın Akrep burcunda gerçekleşmesi, ölüm ve ölüm ötesi konuları öne çıkarırken, Satürn’le kavuşum açısında oluşması duyguların ve duygusal […]
15 Nisan Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Akrep burcunda Ay tutulması yaklaşırken Görünüşte tutulmaya günler var ama etkisi başladı bile. Ay Akrep burcunda tutulacak. Dolunay-Ay tutulmaları ani sonlanmalar ve tamamlanmalar yaratan, dramatik olayları tetikleyen gökyüzü etkileridir. Bu kez Satürn sahnede ve Ay’ın duygusal çıkışını kapatan etkisiyle duygularımızı bastırıp içimize gömmemize dolayısıyla bir çeşit travmaya sebep olacak. Akrep burcunun ölümle ve ölüm ötesi konularla ilgili olduğunu biliyorsunuz. Ruhunuza ya da karmanıza başka bir açıdan bakmak istiyorsanız ve inanmakla inanmamak arasında kaldığınız bilginin gerçeğine erişmek arzusundaysanız dolunay-Ay tutulması ihtiyacınız olanı karşınıza çıkaracaktır. Ölüm her zaman fiziksel bir finali anlatmaz. Kimi zaman içinizdeki değer duygusunun, kimi zaman iradesizliğin kimi zaman da başkalarının kaynaklarından yararlanma şansınızın bitişidir. 25 Nisan’da gerçekleşecek Ay tutulmasının iyi yanı Neptün’den destek alması. Yaşanılan ne olursa olsun merhametli birilerinin yardımınıza koşacağı veya hissettiğiniz acıyı hafifleteceği vurgulanıyor. Pazar günü Merkür daha hızlı ve kışkırtıcı bir iletişim biçimini benimsetmek üzere […]
8 Nisan Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Koç burcunda 10 Nisan’da gerçekleşen Yeniay hafta boyunca etkili olacak. Yeniay sırasında Güneş, Ay, Venüs, Mars kavuşumu yeni başlangıçların sorunlarımızı çözecek; duygularımızı yükseltecek; heyecanlı, estetik ve cesaretimizi tetikleyen nitelikte olacağını söylüyor. Bu hafta liderlik hevesimiz tatmin edilecek. Öncü olduğumuz bir alan varsa yeniay sayesinde yeni fikirler ve estetik çözümlerle atağa geçebiliriz. Venüs-Mars kavuşumuysa yeni aşkların bu hafta öne çıkan konulardan olacağını ifade ediyor. Özellikle ateş grubu burçlar bu hafta şanslı ve hareketli günler geçirecek. Jüpiter İkizler burcunda yol almaya devam ediyor. Koç burcundaki Uranüs’le arasındaki uyum yeniliklerin ve son dakika değişimlerinin en ideal sonucu vereceğini anlatıyor. Bu açıdan en fazla yararlanacak burçlar hava grubuyla ateş grubu olacak. Satürn ile Neptün uyumu uzun vadeli hayallerin gerçekleşme olanağı bulmasına yardım edecek. Su grubu burçlar bu açının yararını yüksek düzeyde hissedecekler. 19 Nisan’da Plüton gerilemeye başlayacak. Oğlak burcunda güç gösterisi yapan Plüton işlevinden uzaklaşacak. Bu […]
Yaşı Çocuk – Mabel Matiz
Berin Yavuzlar Kuraldışı Dergi için sordu Adını Buket Uzuner’in romanından almış. Diş hekimliği okumuş, şu sıralar insan hakları üzerine mastır yapıyor. Ona kent ozanı diyorlar. Şarkıları o kadar sahici, sözleri o kadar derin yerlere dokunuyor ki ne kimilerinin haz etmediği sesi ne de ayrıksı duruşu ilerlemesine engel oluyor. Göksel’e ve Teoman’a şarkı veriyor, konserleri dolup taşıyor. Mabel Matiz ikinci albümü Yaşım Çocuk’la birlikte yerini iyice belirledi. Buluşacağımız kafeye adımımı attığımda bunun önemli bir an olduğunu biliyordum. Kitabını ve not aldığı defteri özenle masaya yerleştirmiş bekleyen, pötikare şapkalı bu ufak tefek ama gönlü büyük adamın ileride Türkçe müziğin temel taşlarından sayılacağından kuşkum yoktu. Elimi sıkarken uzun uzun gözlerimin içine baktı. “Güldüğüme bakma” dedim, “Senin iki albümü de dinleyeyim derken ağlamaktan soru çıkaramadım.” Gülümsedi sadece. Çoktandır tanıyor gibiydim onu; çok sıcak ve doğaldı. Bir de iyi ki vardı. Şarkılarını dinleyip içlenmemi çok doğal karşıladın sanki. Kendi içimde sıradanlaştırmadım anlattığın şeyi ama temkinli ve kabulcü durdum diyelim. “Üzüldüm, ağladım” diyorsun ama bu benim hoşuma gidiyor. Böyle şeyler duyduğumda, o kadar da farklı olmadığımızı anlıyorum. Bu da güzel bir duygu. Mabel Matiz’in bu hayattaki derdi nedir? Bir gerçeklik yakalama gayretindeyim. Tek kavgam ve derdim bu aslında. Bir de bu samimiyet insanlara geçsin istiyorum. […]
1 Nisan Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Geçtiğimiz hafta gerçekleşen sert dolunayın etkisi hafta başından itibaren yok oluyor. Nisan ayında Koç burcunun yirminci derecesinde Mars-Ay kavuşumunda mücadelesini verdiğimiz, azmettiğimiz konuların öne çıkmasını sağlayacak olumlu bir yeniay doğacak. 5 Nisan’dan itibaren yeniayın yenilik esintisini hissediyor olacağız. Hafta ortasına dek Güneş-Venüs-Uranüs birlikteliği sürpriz aşkları davet ederken ani değişimleri de gerçekleştirmemizi sağlayacak. Bütün bu gezegen yoğunluğuna aykırı bir noktadan Plüton’un dönüştüren, keskin ve acı veren fırtınası hissedilecek. Acının insanı olgunlaştırdığı noktada yeniden mutluluk duymasını sağlayan güneşin doğuşuna tanık olacağız. Merkür gerilemesi sona erdi ama hâlâ başlangıç noktasına ulaşmadığı için Merkür bu hafta boyunca konum olarak en dikkat etmemiz gereken gezegen. Uzun vadeli sözleşmeleri karşımıza çıkarırken şanssızlıkları da beraberinde getirecek. Talihsiz açıklamalar elimizdeki fırsatı yok edebilir. Perşembeden itibaren gökyüzüne Güneş-Venüs-Mars kavuşumu hâkim olacak. Erotizmle aşkın dansı, sevgiyle azmin buluşması, çekiciliğe eklenen ayarında bir seksapel gerçek aşkı davet edecek. Yalnızsanız kalbinizin kapılarının açık […]
25 Mart Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Merkür Balık burcunda gerilemesini bitirip ilerledi ancak olumsuz etkileri hâlâ bitmedi. Bu nedenle hafta sonuna dek azalarak sürecek şakaların kurbanı olmamaya dikkat etmeliyiz. 27 Mart’ta Terazi burcunun altıncı derecesinde bir dolunay meydana gelecek. Dolunaylar tamamlama, sonuç alma dönemleridir. Üzerinde çalıştığımız konuları tamamlayabilir, aradığımız satılık evi veya işi bulabiliriz. Terazi burcu yakınlarımızla ilişkilerimizi, evliliği ve iş ortaklıklarını, danışmanlarımızı hatta düşmanlarımızı simgeler. Evlenmek; boşanmak; ortak iş yapmak veya iş ortağımızdan ayrılmak; düşmanlarımızla bir savaş başlatmak ya da düşmanlarımızı fark emek bu haftamızın konusu olacak. Duygularımızı yıpratacak değişiklikler yapmaya mecbur kalacağız; çünkü Uranüs dolunay sırasına tetiklenecek. Duygusal tepkilerimiz kariyerimizi olumsuz etkileyecek; belki de şimdiye dek yapıp etiklerimizi bir kalemde silmek, yeniden yaratmak gerekecek; zira Plüton duygusal Ay’a karşı küllerinden doğma fırsatı veriyor. Bu sert bir dolunay! Koç burcundaki Venüs, Güneş, Mars, Uranüs olup bitenlerden etkileniyor yani sevgi ve aşk ilişkileri, canlılık, sağlık, savaşçı ruh, liderlik […]
Çocuklar Okulda Neden Saldırganlaşıyor?
Günümüzde ailelerin en sık şikâyet ettikleri konu çocuklarının okuldaki saldırgan davranışları. Bu saldırganlık fiziksel de olabiliyor sözlü de; arkadaşlarını itip kakmak, vurmak, ellerinden kitaplarını, çantalarını almak gibi ya da rencide edici isimler takmak, küfretmek, rahatsız edici yalanlar söylemek gibi. Saldırganlığın en sık görülen nedeni aile içindeki huzursuzluk, fiziksel cezalar, şiddet içerikli televizyon programları ve bilgisayar oyunları. Anne baba arasındaki iletişimin sağlıklı olmadığı ailelerde çocuk dışlanıyor, görmezden geliniyor ya da ihmal ediliyor. Böyle yetişen çocuklarda bir yere ait olma düşüncesi yerleşmiyor, güven duyguları zedeleniyor. İşte bu etkenler çocuğu saldırganlaştırabiliyor; okul çağına geldiklerinde bu çocuklar eşyalara, arkadaşlarına, yakın çevrelerine ve kendilerine zarar vermeye başlıyorlar. Notre Dame Üniversitesinden Dr. Mark Cummings’in on yıl süren araştırmasının sonuçlarına göre, ebeveynlerin yaptığı irili ufaklı her tartışma çocukları strese sokuyor ve bu da zamanla saldırganlığa yol açıyor. Araştırma sırasında çocukların bazılarından, ebeveynlerinin sadece tartışmasına değil, tartışmanın çözüme kavuşturulmasına da tanıklık etmeleri istenmiş. Bu çocuklarda şiddet katsayısının azaldığı fark edilmiş. Tartışmalar bazen oldukça şiddetleniyormuş ama sonunda çözüme kavuşturulduğunda çocuk için sorun kalmıyormuş. Cummings, tartışmalarını sırf çocuklarını korumak için yarıda kesip başka odaya geçen ebeveynlerin büyük ihtimalle çocuklarına daha çok zarar verdiklerini söylüyor. Özellikle sorunu hallettik mesajını çocuklarına vermiyorlarsa onların güvenini zedeliyorlar. Dr. Cummings anne babalar arasında yapıcı tartışmaların […]
Gönlümün Güncesinden Gecikmiş Hikâyeler
Birinci hikâye Ev Ekonomisi dersi, İkinci dönem başları. Yıl 2003. Sınıfa geç giren öğrenci, sessiz bir “Özür dilerim öğretmenim” diyor bakışlarını yerden kaldırmadan. Oldukça zayıf, saçları örülü. Yanakları kızarıyor. Ellerinin titrediğini fark ediyorum. Heyecanını biraz azaltabileyim diye gülümseyerek yaklaşıyorum. Elimi omzuna atıp, “Hoş geldin” diyerek kendimi tanıtıyorum. Sonra da onun kendisini tanıtmasını istiyorum. Başı önünde yanakları daha da kızarıyor. Titreyen ellerini ovuşturuyor. Konuşmuyor, belli çok heyecanlı. Aklıma geliyor, bu Derya olmalı. Sadece başını sallıyor. Onu daha fazla sıkıntıya sokmamak için yer gösteriyorum. Zaman geçiyor, Derya hâlâ içine kapanık, araç gereç getirmiyor. Ona temin ettiğim araç gereçler de yok, görmüyorum. Tüm çabalarım, sessizce kızaran yanaklarına çarpıp, sessizce geri dönüyor. Elleriyle oynamaya başlıyor. Geçen zaman içinde onda yerleşen ter kokusu, diğer çocuklarda da şikâyet konusu olmaya başladı. Ramazan ayının başları… Çarpana dokuma yapıyoruz. Desen çalışmalarımız bitti. Dokumaya geçtik. Bütün sınıflarda ipliklerin etiketlerini biriktiriyor ve atölyemize yedek ip temin ediyoruz. Bu arada zor bulunan dokuma araçlarından (kartela) bol miktarda temin edebilmişim. Öğrenciler bunlardan yararlanıyor. Derya’ya verdiğim malzemeler yine yok. Yine çalışmıyor. Hem sınıf öğretmeniyle hem rehber öğretmenle görüşüyorum. Sonuç yok. Altıncı dersin başında ezan okunuyor. Çocukların çoğu oruçlu. Beşinci dersin sonunda masalarımızı toplayıp, temizlik yapıyoruz. Hazırlıklar bitince, ben de öğretmenler odasına gitmek üzere […]
Evlilik Aşkı Öldürür Mü?
Uzun yıllar evlilik ve evli çiftler üzerinde çalışmalar yapan Washington Üniversitesi araştırmacısı John Gottman’a göre aşkı ve evliliği öldüren dört unsur var: alaycılık aşağılama savunmaya geçme eşin isteklerini karşılamakta gönülsüzlük Dünyanın en esprili adamı evlenince “soytarının önde gideni” olur. Ya da önceden ileri görüşlü bir hesap adamıyken evlenince cimrinin teki olmuştur. O özgür ruhlu, ateşli kadın evlenince beceriksiz inatçının tekidir artık. Nehir şırıltısıyla bülbül şakımasıyla kıyaslanan sesi, sivrisinek vızıltısına, karga ciyaklamasına dönmüştür. Değişen nedir? Aşk neden biter? Bitince çiftler neden azılı düşmanlara döner? Evlilik aşkı öldürür mü yoksa süründürür mü?
Neden Kendime Karşı Bu Kadar Katıyım?
David Lieberman Anında Analiz Elimden geleni yaptığımı bilmeme rağmen işler yolunda gitmediğinde kendimi acımasızca suçluyorum. Söz konusu olan performansım, görünüşüm ve davranışlarım olduğunda en acımasız eleştirmenim yine benim. Yaptığım ve yapmadığım her şey için kendimi eleştiriyorum. Eğer yüz işten doksan dokuzunu başarıyla tamamlayıp birini başaramazsam bundan başka bir şey düşünemiyorum. Hem sizin kendinize dayattığınız hem de başkalarının size dayattığı gerçekçi olmayan idealler ile beklentiler tarafından yönetiliyor olabilirsiniz. Hiçbir zaman ulaşamayacağınız çok yüksek idealleri hedefliyor ve bunlara ulaşamadığınızda kendinizi acımasızca suçluyor olabilirsiniz. Yaptıklarınızla yapmış olmanız gerektiğini düşündükleriniz arasında bir uçurum olabilir. Bu, sürekli içine düştüğünüz bir uçurumdur. Burada yaşıyorsunuz. Kendinizi eleştirmekle o kadar meşgulsünüz ki, başarılarınızı göremiyorsunuz. Hayatınız, beklentileriniz ve sonuçları arasındaki sürekli bir mücadeleden ibaret. Öyle bir mücadele ki, hiçbir zaman kazanamıyorsunuz. Yüksek beklentiler sizi başarıya götürecek birer araç gibi görünüyor olabilir ama muhtemelen siz hayatınızda somut bir şeyler yapmıyorsunuz. Bir süre sonra da hiçbir zaman elde edemeyeceğiniz şeyler için çaba göstermenin anlamsız olduğunu düşünüyorsunuz. Dikkatinizi hedefinize yeterince uzun bir süre veremediğiniz için başarılı olamıyorsunuz. Bunu yapmaktansa, nelerin düşündüğünüz gibi olmadığı ve işlerin neden yolunda gitmediği konusunda kafa patlatarak kendinizi tüketiyorsunuz. Genellikle detaylar ve kusursuzluk peşinde koşup kendinizi yıpratıyorsunuz. Kendini eleştirmenin altında sıklıkla güvensizlik ve harekete geçmemeyi haklı çıkarma çabası […]
Kapının Arkasındaki Adam
Kocaman bir kangaldı Hava ninelerin köpeği Alabaş. Evlerinin önünden, civarından bir yabancı geçmeye görsün, aman ne havlama, akılları baştan almacasına. Çocukken zaten bir karış havada olan aklım o sesle iyice beni terk ederdi. Evde tuz, kahve, un vb bir şey bitmiş de Hava ninelere gönderilmişsem eve yaklaşınca bağırırdım: “Hava Nine, ben geliyorum Alabaş’ı tut.” Bağlıyken bile pek korkardım; dişlerini göstererek, ağzını titreterek hırladığında, ipini koparıverecek gibi kızgın ve güçlü gelirdi bana. Ben korktukça Alabaş daha da azıtır, hele bir de koşmaya başlarsam ipini gere gere ayağa fırlar, üstüme atlayacak gibi havlamaya başlardı. Bir gün köyün ortasında bununla nasıl olduğunu anlamadan, eski yıkılmış okulun önünde karşılaşmayalım mı? Elim ayağım çözüldü. Hem de neredeyse on adım önümde. İlk defa bu kadar yakından bakıyordum ona. Yine üst dudağını titreterek, diş etlerine kadar dişlerini ortaya çıkarmıştı. Hırlaması tüm kanımı çekip akıttı toprağa. Ortalıkta kimse olmaz mı? Yoktu. Olsa bile başımı çevirip bakacak dermanım, yardım isteyecek sesim içime kaçmıştı. Beriki hırlamayı havlamaya çevirdi. Adım atmıyordu ama ön bacaklarını öyle geriyordu ki sanki üzerime atladı atlayacak. Sanırım nefes bile almayı bırakmıştım, taş kesilmiştim oracıkta. Donup kalma halindeydim anlayacağınız. Ama ona dair her ayrıntıyı algılıyordum; dudağının kenarından sızan sıvıyı, gözlerinin akını, burnunun ucundaki siyah ıslak yuvarlaklığı, başının […]
Nikâhta Keramet Mi Var Cesaret Mi?
Yeşil, sakin (kimilerine göre sıkıcı, kimilerine göre cennet) Portland’daki evimizi altı aylığına kapatıp bindiğimiz uçaktan İstanbul’a indiğimizde, bir de baktık ki etraftaki sevgililer patır patır ayrılıyorlar. En sağlam bildiğimiz ilişkiler orta yerinden çatlamış, çatlaktan zehir zemberek akmış. Aldatanlar, kaçanlar, lafını bıçak edip kalp deşenler, kavga edenler… Ayağımızın tozuyla bile girmeden diğer çiftleri saran huzursuzluk bizi de sardı; başladık kavgaya. Nice bilmediğimiz güç ile göklerdeki yıldızların esiriyiz ne de olsa. (Bir de İstanbul trafiğinin.) İlk sabah çamaşır makinesini yolda giydiğimiz kıyafetlerle doldururken bir şey fark ettim: Sevgilisinden ayrılan arkadaşlarıma özenen bir ses vardı benim de içimde. Terk edip gitmeye gündüz düşlerinde bile vicdanım el vermiyor ama içimdeki ses ağzı sulana sulana “Keşke senin Bey de seni terk edip gitse” diyordu. O sesi duyunca (şeytan mıdır nedir?) hemen dikkatimi çamaşırlara verdim. Ben evli, mutlu bir kadınım, ne diye terk edilmek isteyeyim? Ama yok, işte renkliler yıkandı, asıldı. Beyazları makineye koyarken, şeytan ses yine kulağımda şimdi Bey beni terk etse, gideceğim memleketleri, yazacağım kitapları, yüzeceğim denizleri filan sayıyor. Ya sabır. Mutlu, evli bir kadınım ben. Hımmm orada bir dur… diyor bir başka ses daha derin bir yerlerden. Olması gereken ile var olan arasındaki sınırı çizelim bir defa. Mutlu bir kadın olman gerektiğini düşünüyorsun […]
Davranışlarım Neden Başkalarının Davranışlarına Göre Değişiyor?
David Lieberman Anında Analiz Bir seminerdeyim ve gerçekten sormak istediğim bir soru var ama sormuyorum. Bir süre sonra başkaları soru sormaya başlıyor ve ben ancak onlardan sonra soru soracak cesareti buluyorum. Davranışlarımı başkalarının davranışlarına göre ayarlıyorum ve ilgi odağı olmaktan çok rahatsız oluyorum. Toplum olarak sıklıkla davranışlarımızı başka insanların davranışlarına göre ayarlarız. Çoğumuz liderlik etmektense başkalarını takip etmeyi tercih ederiz. Daha kolay olduğu için başkalarının gittiği yoldan gideriz. Çok azımız kendi yolunu seçer. Standartları başkalarının belirlemesini tercih ederiz ve diğerlerinin peşinden gideriz. Televizyondaki komedi dizilerinde kahkaha sesleri kullanmalarının nedeni budur. Başkaları güldüğü için siz de bunun komik olduğunu düşünüp gülersiniz. Aynı davranış başka pek çok durumda da söz konusudur. Başkalarının davranışlarının sizi etkilemesine izin verdiğinizde kabul edilmek için kendi istek ve ihtiyaçlarınızdan vazgeçersiniz. Kendilerine güvenen, bağımsız ruhlu insanlar çoğunluğun davranışları kendi çıkarlarına uymadığında kendi yollarında ilerlemeyi tercih ederler. Ne istediklerini bilirler ve tek başına kalmaktan korkmazlar. Ama siz bağımsız bir şekilde düşünüp, kendi başına hareket eden biri olarak öne çıkmayı ve dikkat çekmeyi istemiyorsunuz. Bunun yerine insanlarla uyum içinde olup onların bir parçası olarak kalmak istiyorsunuz. Aynı nedenle, başkalarının davranışına bakarak yaptıklarınızı her şey olup bittikten çok sonra bile eleştirirsiniz. Yola çıktığınızda pek çok insanın aksi yöne gittiğini görürseniz, […]
Heather Sellers Kendisiyle Nasıl Tanıştı?
İngilizce öğretmeni Heather Sellers’a merhaba deyin. O da sizinle tanıştığına memnun oldu. Ama iki gün sonra tekrar karşılaştığınızda selamsız sabahsız yanınızdan geçip giderse sakın üstünüze alınmayın. Olur da siz ona selam verirseniz, yüzünüze şaşkın şaşkın bakması ihtimaline de hazırlıklı olun. Yok canım, o dalgınlığıyla ünlü çılgın profesörlerden biri değil. Michigan’da bir üniversitede yaratıcı yazarlık dersleri veren kırklı yaşlarındaki Heather Sellers, dünyadaki milyonlarca yüz köründen biri. Yüz körlüğü, daha afili tanımıyla “prosopagnosia” yüzleri birbirinden ayıramama hastalığı. Genetik yolla geçebildiği gibi, beyinde hasar sonucu da oluşabiliyor. Yüz körleri bir yüzü net bir şekilde görüyorlar ne var ki yüzlerin ayırt edici özelliklerini algılayamıyorlar. Dolayısıyla gördükleri bir yüzü sonraki görüşlerinde tanıyamıyorlar. Hem bu yüzün her gün gördükleri bir insana ait olması da fark etmiyor; çünkü onlar için bütün yüzler aynı tornadan çıkmış gibi. Peki, bir yüz körünün yaşamı neye benzer? Herhangi bir ortamda tanıdık yüzler görmek insana kendini güvende hissettirir; yorucu bir yolculuğun ardından yuvaya dönmek gibidir. Oysa Heather Sellers ömrü boyunca nerede olursa olsun, ne yaparsa yapsın hep gurbette hissetmiş kendisini. Hiçbir zaman “Oh, evime döndüm sonunda” deyip rahat bir nefes alamamış. Heather, öğretmeyi de öğrencilerini de seviyor ama okulun ilk günüyle son günü arasında onun açısından hiçbir fark yok: Her ikisinde de […]
Çigong ve Taocu Aşk Sanatı
Hayatlarını erotizm ve ruhani seks ile dolu dolu yaşamak isteyenler için genel istek üzerine Taocu aşk sanatından bahsetmek istedim. Taocu aşk sanatı, Batı’daki cinsellik ve erotizm anlayışından tamamen farklıdır. Bu aşk sanatında kullanılan teknik ve uygulamalar asırlar önce Çin’deki ilk cinsel ilişki öğretisinin temellerini atmıştır. Bu sanatın temel prensipleri; yani boşalmayı kontrol altında tutma, kontrollü dişi orgazmı ile eril orgazmın aynı şey olmadığı gibi unsurlar bugün cinselliğin pek çok boyutunda inceleniyor. Peki eski Taocu seks ile modern seks ne diyor? Kimileri toprak yüzünden düşerken, kimileri toprak sayesinde yükselir. Kularnava Tantra Antik bilgilerden faydalanan modern cinsellik bilimi insan cinselliği üzerinde temel noktalarda hemfikirdir. Hem Amerikalı hem de Fransız araştırmacıların vardığı sonuçlara göre, pek çok insan, orgazm ile boşalmanın aynı şey olduğunu sanıyor. Oysa çokça umursamazlığa kısmen de alışkanlıklara bağlı olarak gelişen bu algı tümüyle yanlış. Batı istatistiklerine göre ortalama bir erkeğin boşalma süresi beş ila on dakika. Bu süre, günümüzde stres, kötü beslenme, alkol, sigara, kahve gibi etkenlerle daha da kısalmış durumda. Oysa istatistiklere göre kadınların orgazm olmadan önce en az yarım saate ihtiyaçları var. Erkek buna yeteri kadar hazır değilse bir kadının ilişkiden derin bir tatmin duyması çok zor; dahası kadını giderek huysuz ve sinirli yapan bir süreç. Gidişatı […]
Kalp Kardeşim Olur Musun?
Öyle veya böyle yaşanıyor hayat. Günlerin birbirini kovalaması hiç bitmiyor. Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş, kimi zaman sıradan bir rutinin içinde, kimi zaman şaşkınlıktan dilini ısırtacak derecede sıra dışı bir şekilde… Hayat birçok şey gebe, bir sürpriz sunucusu sanki… O çokluğun içinde hoşa gitmeyen sürprizlerin de yeri var. Sıradan döngüler içerisinde yaşayıp giderken insanın aklının ucundan bile geçmeyen sevimsiz sürprizler, hiç beklenmedik bir anda dimdik karşısına dikiliverebiliyor… Herkesin… Hiçbir istisna olmadan… Nedense hoşa gitmeyen durumların kendi başına gelebileceğine inanmaz insan. Sanki hep ayrıcalıklıdır, hep özeldir… Amma velâkin, hiç kimsenin bir ayrıcalığı yok… Benim Küçük Kalbim kitabının kapağını kapattığımda aklımdan bir çırpıda geçiveren ilk düşünceler bunlardı… Pürlen Kıyat Karakuş… Eminim bebeği olacağı haberini ilk aldığında aklında bebeği için hazırlayacağı odanın; tutacağı minik ellerin ve binlerce başka hayalin arasında sağlık sorunları yaşamak yoktu. Neden olsun ki? Kimin olur ki? Ama olmuş işte. İster bir sınav diyelim, ister bir tesadüf ya da başka bir şey… Pürlen, ilk gördüğüm günden beri gözlerindeki ışığa bayıldığım, kahkahasından neşe aldığım, sohbetinden beslendiğim arkadaşım zor günler atlattı mı? Evet atlattı. Evladı için verdiği kocaman bir savaşı kazandı mı? Şükürler olsun ki, evet kazandı. En büyük silahı ise içinin sevgi dolu olması, çevresinin sevgi dolu yakınları ile çevrili […]
Çıkarcı Zihinlerin Kurbanı Kolaycı Zihinler
Kuraldışı Dergi‘nin Şubat 2013 sayısındaki yazımda spiritüelliği şöyle tanımlamıştım: “Spiritüellik varlığımızın özü ve en derin doğasıdır. Spiritüel olduğumuza ister inanalım ister inanmayalım, ister dindar ister dinsiz olalım her birimiz bu gezegende yaşadığımız süre içinde, bir bedene de sahip olan spiritüel varlıklarız. Spiritüelliğin özünde gerçek Benliğimizi BİLMEK arayışı, bilincin gerçek doğasını keşfetme arzusu vardır. Bu arzu ve arayış tüm spiritüel öğretilerin temelini oluşturur. Bazı insanlar din ile spiritüelliğin bir ve aynı şey olduğunu sanıyor. Eğer kişinin dini eğilimi yoksa spiritüel boyutunu da reddedebiliyor. Bu da onu entelektüel düşünce hapishanesinde tutsak kılıyor. Oysa spiritüellik, kurumsal ve hiyerarşik yapılanmalardan özgürdür.” İNSAN olma kriterlerinin çağdan çağa toplumdan topluma değişmeyen değerler toplamına ETİK değerler diyoruz. Günlük yaşamda spiritüellik, çağdan çağa, toplumdan topluma değişen dogma ve inançlara göre değil, her çağda her toplumda geçerli olan ve İNSAN olmanın ortak paydası olan ETİK değerlere uyumlu bir yaşamla ifade edilir. Kendilerini dindar olarak tanımlayan ve dindar oldukları için de otomatikman “iyi” olduklarına inanan insanların çoğunun etik değerlerde ihlal ettikleri kuralların en başta geleni adalet ve hakça paylaşım ilkeleridir. Gerçek spiritüellik ENEL HAK (Ben Tanrıyım) kavramını idrak edebilmektir. Hallac-ı Mansur, bu sözün derin anlamını idrak edemeyen inançlılar tarafından derisi yüzülerek öldürülmüştü. Kolaycı zihinler çıkarcı zihinlerin kurbanı […]
İnek Sütünün Zararları
Rüdiger Dahlke’nin Peace Food başlıklı kitabından alınmıştır. Almancadan çeviren Dilek Kökter İneğin sütünün sadece buzağısına yararı var. İnsana hiçbir yararı olmadığına göre şimdi inek sütünün zararlarına göz atabiliriz. Yetişkin olup da sütten kopamayan tek varlık var, o da insan! Bu da bize, çocukluk döneminde takılıp kaldığımızı, yani bir nevi regresyon yaşadığımızı gösteriyor. Doğamıza aykırı olan bu davranışın süt lobisi tarafından “hayati ihtiyaç” olarak önümüze sürülmesi çok manalı ve sorgulanması gereken bir tutum. Hangi memelinin olursa olsun anne sütü daima kendine hastır ve türündeki diğer annelerin sütüne de benzemez. Anne sütü bebeğin içinde bulunduğu yaş dönemine ait ihtiyaçlarına cevap verir. Artık yetişkin olmamıza rağmen hâlâ süt içiyor olmamız ve süte karşı doymak bilmeyen bir açlık hissediyor olmamız belki de “uzmanların” emzirme dönemini bir yaş altı ile sınırlamasından kaynaklanıyordur, ne dersiniz? Gerçek şu ki, çoğumuzun süt ihtiyacı bebeklik döneminde yeterince karşılanmadı. Dünyanın birçok yerinde emzirme dönemi dört yıl yerine artık sadece dört ay sürüyor. Marketlerden satın alıp tükettiğimiz inek sütüne şimdi biraz daha yakından bakalım. Her ineğin sütü protein içeriği açısından bir başka ineğin sütünden farklıdır. Ama modern süt endüstrisi yüzlerce hatta binlerce ineğin sütünü bir araya getiriyor. Bu da bağışıklık sistemimizin başa çıkamayacağı ölçekte bir protein kokteyli tüketiyoruz anlamına […]
Kemik Ve Eklem Temizliği
Prof. Mikhail Tombak Şu ya da bu türlü bir kemik ya da eklem ağrısı çekmeyen birine rastlamak çok zordur. Ağrıyı çeken için hastalığa ne ad verdiğimizin önemi yoktur: romatizma, eklem iltihabı ya da kemik erimesi. Etiket ağrıyı değiştirmez. Uygulamalarım sırasında bu tür ağrılardan muzdarip pek çok kişiyle karşılaştım. Aralarında çocuklar, gençler ve orta yaşlılar vardı. İçim en çok yaşlılara cız ediyor çünkü diğer herkesten daha mutsuz ve yardıma muhtaç durumdalar. Dikkatimizi çekmiyor çünkü onlara sokaklarda pek rastlamıyoruz. Çoğu hayattan zaten bıkmış durumda. Uykusuz geceler ve sınırlı hareket yeteneği seslerinin kederli, gözlerinin yorgun olmasına neden oluyor. Genel kanıya göre yetmiş yaşında birinin hâlâ hayatta olduğu için bile şanslı sayılması gerekiyor. “Evet, yaşlılık zor ama bu konuda yapabileceğin bir şey de yok, o yüzden üzülme” gibi cümleler duymak yaşlıları pek teselli etmiyor. Daha genç insanlar göz açıp kapayana kadar kendilerinin de aynı duruma düşeceklerini ve aynı sözleri duymak zorunda kalacaklarını idrak etmeden böyle sözler sarf ediyorlar. Antik Tibet bilimi şöyle der: “Güçlü kemikler ve esnek eklemler uzun ve sağlıklı bir hayatın garantisidir.” Kemiklerimizin ve eklemlerimizin durumunu etkileyen pek çok şey var. Beslenme rejimi ve hareket etmek ilk akla gelenlerdir. Bunları denetleyebiliriz ve bu anlamda doğru seçimler yapmaya özen göstermeliyiz. Ama bir […]
18 Mart Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. 18 Mart Merkür’ün gerileme hareketinin sona erip ilerlediği gün. Hafta başından itibaren yanlış anlamaları ve unutkanlığın getirdiği kayıpları düzeltmenin, telafi etmenin yolu açılıyor. Ruhsal ve duygusal burç Balık’ta gerçekleşen Merkür gerilemesi yakın ilişkilerde zedelenme veya ayrılık yaratma eğilimine sebep olmuştu. Hayal kırıklıkları üzüntü kaynağımızdı. İleri hareketine başlayan Merkür, Neptün’le kucaklaşarak bu kez hayalleri nasıl gerçekleştirebileceğini, düşünce gücünü nasıl kullanacağını hatırlayacak ve yaratıcı olacak. Sanatsal aktivitelerde başarılı bir haftaya giriyoruz. 20 Mart’tan itibaren Güneş, Koç burcuna yerleşerek baharın gelişini müjdeleyecek. Güneşin Koç burcuna girdiği gün -bahar ekinoksu- geceyle gündüzün eşitlendiği, tohumların atıldığı ve bereketli bir dönemin davet edildiği gündür aynı zamanda. Balık burcundaki kapalı, endişeli, bardağın boş yanını görmeye eğilimli ruh hali yerini canlı, hareketli, ümitli ve neşeli bir döneme bırakıyor. Uranüs-Mars kavuşumu tehlikeli ve yine Koç burcunun dizginlenemez öfkesini hatırladığımızda terörist saldırılardan, fanatik provokasyonlara kadar, öngörülemez bir patlamanın, elektrikli bir olayın […]
11 Mart Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Yeniay doğuyor Balık burcunun 21. derecesinde. Venüs ile Mars, Ay’ın markajında. Merkür gerilediği için yenilik getiren yeniayın etkisini yeni bir başlangıç yaparak kutlamanızı öneremem ancak bekleyen, ertelenen projeler, işler, ilişkiler tazelenebilir. Öte yandan doğum haritanızda Merkür geri gidiyorsa yeni bir şeye başlamanızda hiç sakınca yok. Satürn her ne kadar geri gidiyorsa da yeniayı destekliyor; yenilikleri kalıcı kılmaya uğraşıyor olacak. Balık burcundaki gezegen birikimi güçlü ve etkili bir bileşim yaratıyorsa da Mars 12 Mart’tan itibaren Koç burcuna yerleşerek yavaş ve durağan giden yaşantımızı biraz hareketlendirecek. Koç burcunda tüm gücünü, kararlılığını ve iradesini sergileyen Mars, Uranüs’e doğru ilerleyerek devrimci ve değişken bir etki yaratacak. Hafta boyuca Merkür’le Jüpiter’in sert bakış açısı, tuzaklarla dolu sözlerle çözümsüzlüğü beraberinde getirecek. Düşünmeden tepki vermek yanıltıcı olurken, sözler ve yazılanlar aleyhinize dönebilir. Hafta sonundan itibarense Neptün-Merkür kavuşumu retro etkisiyle geçmişte ektiklerimizin hayal kırıklığına dönüşmesine yol açabilir. Ancak Merkür […]
4 Mart Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Gerileyen Merkür’e rağmen olumlu ve uyumlu bir hafta geçirebiliriz. İşte bu haftanın artıları ve eksileri. Artılar: Güneş haftanın ilk yarısında Satürn ve Plüton’la iyi ilişki içinde. Bu bize sürekliliğin ve kalıcılığın önemine odaklanmayı, güçlü kişilerle yardımlaşmayı öğretecek. Venüs, Merkür’le kucaklaşıyor ve bu ikili Satürn ve Plüton’la iyi ilişki içinde. Kararlı adımlarla uzun vadeli ilişkilerden şaşmamamız gerektiğini düşünecek, bu yönde davranacağız. Geçmişteki sevgililer, dostlar yeniden karşımıza çıkabilir. Balık burcunda gezegenlerin toplanması aşırı duyarlı, merhametli ve empatik bir vurguyu da beraberinde getiriyor. Bir yandan mantığı kenara itiyormuşuz gibi davranırken öte yandan unutulan erdemleri yeniden hatırlamamızı sağlayacak bu yoğunluk. Şans meleğimiz Jüpiter ile değişimi yöneten Uranüs arasındaki uyum devam ediyor. Değişen koşullar şansı da beraberinde getiriyor. Satürn gerilese bile Plüton’la arasındaki uyum sayesinde eski ama değerli varlıklarımızı korumayı başaracak, köklü bir şekilde yenileyecek, güçlendireceğiz. Eksiler: Merkür ile Satürn geri gidiyor. Her iki gerileme de […]
Salıncak
Demirler büyümez, demirler zamanla paslanır. Zincirler paslandığında paniğe kapılıp çığlık atarak rahatlatırlar kendilerini ve genellikle duymazdan gelinirler. Oval bir plastik ise, hamal olduğunu zanneden cankurtarandır. Bu varoluşçu sebeplerin yanı sıra, sıkı gözlemcidir onlar yılların verdiği deneyimle. Anlatacak milyonlarca hikâyesi vardır ustalarımızın. O kaskatı demirlerin içine işlemiş hikâyeler… Biz de, biraz kendinden bahsetsin, hikâyesini anlatsın diye başımızı ona çeviriyoruz. Bir süre bekliyoruz. Biraz daha bekliyoruz. Hep pas diye sözü zincire bırakıyor. Zincir zaten anlatmakta. “Salıncağı ilk kurduğumuzda bu kadar talep göreceğini bilmiyorduk; zira amacımız kendi aramızda, birkaç canı sıkılan ve bazen konuşmak isterken susması belletilmiş; susmak isterken konuşmaya zorlanmış; havaya kalkan bir parmağı ve o parmağa eşlik edecek sözü olmadığında bunu yüzüne vurmak isteyen birtakım duygu cahili öğretmenleri nedeniyle konuşsun diye tahtaya -bir de üstüne tahtaya kadar- kaldırılmış; ama ne bunlara ne de daha nicelerine gıcır gıcır zamanlarında da paslı yaşlarında da anlam veremeyecek olan sıkı yönetim esirlerinin yüzünü güldürmekti.” “Konudan önlenemez bir şekilde zincirleme olarak uzaklaştın” diyor sert bir sesle Demir. Donakalmışların sessizliğini fırsat bilip söze giriyor: “Her zamanki gibi kalabalık. Kumlar havalara saçılmakta. Büyük kahkahalar eşliğinde sıradan bir gün. Komşu bankta oturan büyükler; büyüklerin sahip olduğu küçükler; simitçiler ve mutlaka bir baloncu; dili olsa Darwin Teorisinin gerçekliğini sonuna kadar […]
Kızlara Kanat Oğlanlara Kök -İkinci Bölüm- Oyuncunun El Kitabı
Ortalık topla, yemek hazırla, temizlik yap, işe git, yorgun argın eve dön, ödevlere yardım et, yemek yap, ortalık topla. Vakit yok. Doğru. Ama. Çocuğunuzun sevgi dili oyun. Siz zamanında uyumasını sağlıyorsunuz; özenle akşam yemeğini pişiriyorsunuz; ödevlerine yardımcı oluyorsunuz ve daha milyonlarca minik destekle, görünmez bir ağ gibi çocuğunuzun hayatını rahat bir şekilde sürdürmesini sağlıyorsunuz. Ne yazık ki, görünmez ağların böyle bir özelliği var. Görünmüyorlar. Çocuğunuzun bütün yaptıklarınızı takdir edebilmesi ancak büyüdüğünde veya bunlar kesildiğinde olabilir. Şu anda, maalesef, sevildiğini anlamak için kendisiyle oyun oynanmasına ihtiyacı var. Çocuklar içlerinde tuttukları korku, öfke, mutsuzluk duygularını oyunla tedavi ederler. Doktorun muayenehanesinde ya da hastanede korku dolu anlar yaşamış bir çocuk, doktorculuk oynadığında güçsüz taraftan güçlü tarafa geçer ve duygularını temizler. Çocuklar oyun oynarken büyürler, öğrenirler ve sevildiklerini hissederler. Oyun oynamak büyükler için sıkıcıdır çoğu zaman. Oysa çocuklarla oyun bir yetişkin için de terapi niteliği taşır. Günlük hayatta, siz öyle hissetmeseniz de çocuğunuz evin en güçsüz kişisidir. Onun adına bütün kararları “büyükler” alır. Büyükler her zaman nerede nasıl davranacağını bilen üstün insanlardır; çocuklarsa sürekli hatalar yapan; yanlış kararlar veren karakterlerdir. Bu his içlerinde öfke ve hayalkırıklığı birikmesine neden olabilir. Bu hissi gidermek için çocuk evin daha küçüğüne eziyet etmek; ona patronluk taslamak veya duygularını […]
25 Şubat Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Başak burcunda dolunay Haftanın ilk gününde oluşan dolunay hafta sonuna kadar sağlığınızı ve işinizi olumsuz etkileyecek. İşinizi bırakmanıza sebep olabilecek sorunlar yaratacak. Ay’ın getirdiği duygusal tepkilerin ilk tetikleyicisi Jüpiter. Jüpiter ile Ay arasındaki uyumsuzluk şanssızlığı davet eder nitelikte. Neptün duyguların hâkimi olan gezegenlerden biri ve Ay’ın Başak burcunda mantıklı olma gereksinimine cevap veremeyecek konumda. Dolunay söz konusu olduğunda Ay olayların sebebidir. Başak, İkizler, Balık, Yay burcunun 7. derecesinde herhangi bir gezegeniniz varsa dolunaydan direkt etkileneceksiniz demektir. Şansınıza güvenmemeli, yanıltılıp kandırılma ihtimaline karşı dikkatli olmalısınız. Bu sırada Plüton (kariyer yaşamınızdaki başarılarınız, yöneticileriniz ve otoriteler) Ay’ın destekleyicisi olacak. Hastalıklarda devlet desteği veya özel sigorta desteğini rahatlıkla alırken, işten ayrılmanız sırasında yöneticilerinizin iyi referansı başka alanlara yönelmenizi sağlayabilir. Doğum haritanızda transit Plüton’un hangi alanda konumlandığını bilirseniz kimden yardım alacağınızı da bilirsiniz. 26 Şubat’ta Venüs hayallere, platonik aşklara, sancılı ve tutkulu duygulara yelken açmak üzere Balık […]
Bi Doğa Rutkay Varmış
Berin Yavuzlar Kuraldışı Dergi için sordu “Aşkın acısı daha güzel” diyor Doğa Rutkay yüzünden hiç eksilmeyen gülümsemesiyle, “Seni yaşlandırmaz ama büyütür. İyi tarafından bakmalı.” Kendisi de söz konusu “büyüten” aşklardan nasibini alan Rutkay, şu sıralar Bi Oyun Varmış adlı iki kişilik tiyatro oyununda Uğur Uludağ ile komik bir dille kadın erkek ilişkisini sorguluyor. “Aşk, bir çeşit tanrıdır; ruhundan bize üflediğini hayal ettiğimiz ve tüm benliğimizle inandığımız. Evlilik ise ateizmden başka bir şey değildir” diyor oyunda. Hadi bakalım çıkın işin içinden. Aşk dediğin… Cümleyi tamamlar mısınız? Kovaladıkça kaçan ateşböceği… Bi Oyun Varmış’ta aşk nasıl bir bakış açısıyla yer alıyor? Yazarı Uğur Uludağ aşkı nasıl yorumlamış? Kendisinin de halen tam olarak bildiğinden emin değilim. Karşı olduğunuz veya kadın gözüyle farklı yorumladığınız, dolayısıyla anlaşamadığınız bir nokta oldu mu? Zaman zaman oluyor. Hoş, erkek olmasına rağmen kadın gözü yazarıdır. Kadınların tarafındadır hep. Bense aksine erkekleri daha çok koruyup kollarım. Hal böyle olunca alışverişimiz daha verimli daha heyecanlı oluyor… Oyunda en sevdiğiniz veya arkasında durduğunuz repliğiniz hangisi? ”Bir, ‘canım’ demenin, şefkatle sarılmanın, kalça avuçlatmaktan daha büyük aşk olduğunu anladım seninle.” Aşk söz konusu olduğunda erkekle kadının duruşları ne gibi farklılıklar gösteriyor? Erkek kendinden geçer, tüm planlarını kadına göre yapar, nefes alıp verişi bile değişir, […]
Zararlı Işınlardan Korunmanın Yolları
Prof. Dr. Mikhail Tombak Ölümcül Radyasyon Elektromanyetik radyasyon sağlığımız açısından gerçek bir felaket olmuştur. Elektromanyetik radyasyon kaynakları her yerdedir. Peki, kendimizi zararlı ışınlardan korumanın bir yolu var mı? Eğer belli kuralları bilir ve bunlara uyarsak elbette var! Elektromanyetik radyasyon neden zararlıdır? Bu sorun egemen bilim anlayışı tarafından uzun süre görmezden gelindi. Çünkü tartışmalı bir gerçeğin kabul edilmesini öngörüyor: İnsan vücudunun iki biyo-kutbu olduğunu! Artık kesin olarak belirlenmiştir ki, vücudumuzdaki bütün organlar belli frekanslarda çalışırlar: Örneğin, uyarılma derecesine göre, kalp yedi yüz-sekiz yüz, karaciğer üç yüz-dört yüz, beyin ise on-on beş hertzde çalışır. Ve eğer benzer frekansa sahip bir radyasyona maruz kalırsa, kalbimizin frekansı normal seviyelerin altına ya da üzerine düşüp yükselebilir. Aynı şey diğer organlarımız için de geçerlidir. Yüksek yoğunluklu elektromanyetik alanlara maruz kalmak, hatta düşük yoğunluklu bile olsa elektromanyetik alanlara uzun sürelerle maruz kalmak ciddi hastalıklara neden olabilir. Biyolojik kutuplarımız (auramız) esas olarak yerüstü elektrik hatları, radyo dalgaları, radar cihazları ve bazı diğer endüstriyel altyapı elemanları tarafından tahrip edilir. Evimizdeki sağlık riskleri Evimizde pek çok zararlı radyasyon kaynağı bulunduğunun farkında bile olmayabiliriz. Bilgisayar ekranları ya da filtreleri, kullanıcıyı güvenlikte tutacak nitelikte olabilir ama buna rağmen radyasyon kaybolmaz. Başka bir noktada yoğunlaşabilir. Örneğin, kullanıcının arkasındaki çocuk odasında! O yüzden, […]
Neden Kendime Yardım Etmediğim Kadar Başkalarına Yardım Ediyorum?
David Lieberman Anında Analiz Başkaları için kendi ihtiyaçlarımdan vazgeçiyorum. Bana ihtiyaç duyan herhangi biri için kendi isteklerimden vazgeçiyor, planlarımda değişiklik yapıyorum. İşlerimi yarım bırakmak pahasına arkadaşlarımın yardımına koşuyorum. Elbette fedakarlık diye bir şey vardır. Ama başkaları için kendi ihtiyaçlarınızdan vazgeçiyorsanız, bunun nedenlerini düşünmek gerekir. Belki de kendi sorunlarınızdan uzaklaşmanızı sağladığı için başkalarının problemleriyle ilgileniyorsunuzdur. Kendi hayatınızın sorunlarıyla uğraşmaktansa başkalarına akıl vermek çok daha kolay geliyordur. Bu davranış biçiminin daha aşırı örneklerinde, insanlar sadece zamanlarını değil, hayatlarının tamamını başkalarına adayabilirler. Hayatta herhangi bir şeyi başaramadığınızı düşünüyorsanız, kendinizi başkalarına adamayı bir amaç olarak edinebilirsiniz. Bu davranış, kendini insanlığa adamakla aynı gibi görünse de amacı farklıdır. Kendini insanlığa adayanlar başkalarına yardım ederler çünkü onlar tutkulu ve duygulu insanlardır; hayatlarının amacı başkalarına yardım etmektir. Sizse kendinizi başkaları için harcıyorsunuz. Kendi istek ve arzularınızdan vazgeçiyorsunuz çünkü kendiniz için üretici ve anlamlı bir yaşam kuramayacağınızı düşünüyorsunuz. Değersizlik ve aşağılık duygularına bağlı olarak, özgüveniniz başka insanların görüşleri doğrultusunda yapılanıyor. Başkalarının sizin hakkınızda ne düşündükleri, sizin kendi hakkınızda ne düşündüğünüzden çok daha önemli sizin için. Karşılığında bir şey vermeniz gerektiğini düşünmeden insanların size bir şeyler vermelerine izin verin. Kendinizi şehitlik rolü üstlenmiş biri olarak görüyorsanız, bu alıştırma hayatınız boyunca yaptığınız en zor, en rahatsız edici şey olabilir. […]
Haklı Mı Mutlu Mu?
Bu sabah erkenden yollara düştüm. Portland’daki son günlerimden biri. Biz bu Portland-İstanbul geçişini her yıl iki defa yapıyor olsak da son haftanın telaşı hiçbir seferde azalmıyor. Ehliyetimin yenilenme tarihi geliyormuş. Onun için şehir merkezindeki Trafik Şube Müdürlüğüne gidiyorum. Son gün yapılacak iş mi bu? Ben de söylenip duruyorum ama süresi geçmeden yeniletmek gerekiyormuş. (Yoksa sanki geçen üç ayda araba kullanmayı unutacakmışız gibi yeniden yazılı ve direksiyon sınavına sokuyorlarmış.) İşte böylece, normalde sabahları işimin düşmeyeceği bir yere, şehir merkezine doğru yola çıktım. Dün arabaların üstünü katlayan kırağı katmanı bugün artık kendisi için kar tabirini kullanabileceğim bir kıvama varmış. Şehir merkezinin sokaklarında sadece evsizler dolanıyor. Cuma sabahı, daha saat sekiz bile değil. Bankalar, iş merkezleri, alışveriş sarayları henüz kapalı. Evsizler, geceyi geçirdikleri parklarda, banklarda, kütüphanenin devasa merdivenlerinin basamaklarında, uyku tulumlarının içine büzülmüş yatıyorlar. Bazıları sıcak çorba ve kahve veren sığınakların önünde kuyruğa girmiş bile. Benim bir kahve içmek için oturduğum kafenin köşesinde de hırpani kılıklı bir yalnız adam, gözlerini boşluğa dikmiş kâğıt bardaktan kahvesini yudumluyor. Bir diğeri ile otobüs durağında biraz sohbet ettik. Sözlerle değil de jestler ve tebessümle. Ne söylediğini hiç anlamadım çünkü. Sert buruşuk yüzünde parlayan mavi gözlerindeki delilere özgü o pırıltılardan cesaret aldım, bana sorduğu soruyu birkaç defa tekrarlattım. […]
L İ S T A G – Benim Çocuğum
Bir gün çocuğunuz size kendisi hakkında hiç bilmediğiniz bir gerçeği söylerse… !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali ile gösterime girecek olan Benim Çocuğum belgeseli, çocukları lezbiyen, gey, biseksüel, trans bireyler olan Türkiyeli bir grup anne babanın hikâyesini konu alıyor. Muhafazakâr, homofobik, transfobik bir toplumda bir yandan aile, bir yandan da aktivist olmanın ne anlama geldiğini yeniden tanımlayan yedi ebeveynin deneyimleri aktarılıyor. Belgesel izleyiciyi İstanbul’da beş eve götürüyor. Lezbiyen, gey, biseksüel, trans bireylerin aileleri yeniden tanımladıkları ebeveynlik sürecini; çocuklarını büyütürken yaşadıkları tecrübeleri anlatıyorlar. Öğrenilmiş çaresizlik hapishanesinin parmaklıklarını elleriyle söken bu aileler “ahlakın” gardiyanlarına ve herkese yüreklerini açıyorlar. Belgeselin gösterim tarih ve saatleri şöyle; 21 Şubat 2013, Perşembe 19:30’da İstinye Park’ta 23 Şubat 2013, Cumartesi, 17:30’da Caddebostan Kültür Merkezi’nde 24 Şubat 2013, Pazar 13:00’te Beyoğlu Fitaş’ta (Aynı zamanda !f ² ile + 31 şehirde) Ayrıca film festivali kapsamında “22 Şubat 2013 Cuma günü, 15.00– 17:00 saatleri arasında, SALT Beyoğlu’nda, Bir İnisiyat!f: Listag adında bir etkinlik daha olacak. Belgeselle ilgili daha detaylı bilgi edinmek ve belgeselin fragmanını izlemek için: https://www.benimcocugumbelgeseli.com/ sayfasını inceleyebilirsiniz. Heyecanla beklediğim filmin mümkün olduğunca geniş kitlelere ulaşmasını, ailelerin benzer bir olayı yaşamadan önce çocuklarının cinsel yönelim veya kimliklerinin farklı olabileceğine hazırlıklı olmasını, artık daha fazla travma, acı ve kayıpların yaşanmamasını diliyorum. […]
Kalçalarım Böyle Buyurdu
Kendimi büyük bir resim içinde küçük bir nokta olarak görebilme becerisine sahibim. Kendi yaşadığım travma içinde boğulmuş değilim. P ı n a r S e l e k İncindiğimde iki tavır geliştirdiğimi fark ettim sevgili okur. Bir daha incinmemek için kendimi korumaya almak; sertleşip, duvarların arkasında korunaklı bir yere sığınıp katılaşmak ya da kırılganlığımı kabul ederek, bununla rahat etmeyi; içinde gevşeyip-yayılıp onu dinleyebilmeyi araştırmak. Acılar, incinmeler, yaralanmalar, parmaklıklar arkasındakilere zayıflığımızı, biçare kıvranışlarımızı belli etmemek için -ki üzerimize gelmeleriyle daha da kırılmayalım- bizi hapsederken katılaşmayı öğretebilir. Ya da başka bir yoldan bağ kurmamızı da destekleyebilir. Asıl bu bağ, gerçek tehlikelere karşı korunmamız için en güçlü eli verir bize. Acı bir uyarı olduğu gibi aynı zamanda direncin mesajıdır. Bir duyguya, bir olaya gösterilen direnç bir yandan bizi korurken öte yandan daha da beter acılara sürükleyebilir. Bu ikisinden hangisini yaşayacağımız ise o acı hali ile ne yaptığımızla şekillenir; nasıl bir tavırla onunla ilişki kuruyoruz-kuramıyoruz. Hele bir de o duygu halini yaşamaktan kaçtıkça, “Acımıyor ki, acımıyor ki” diyerek ortalıkta dolandıkça, onu yok saydıkça vay halimize. O kendini hissettirecek bir yol bulur akar ince ince. Olmadı, daha sert ve en doğrudan yolu kullanır. Yoga yaparken, bazen öğrencilerimi uzun süre bir pozun içinde tutarım. Bacakları […]
Çigong Ve Karnımızdaki İkinci Beyin
Çigong Alt Dantien Çi Gücü Hakkında Batı’nın Yeni Keşfi New York’taki Columbia Üniversitesi’nde görevli nörobilimci, anatomi ve hücre biyolojisi uzmanı Prof. Dr. Michael Gershon, 1998 yılında The Second Brain adlı kitabı yayımladı. Çığır açan bu kitaba göre karnımızda ikinci bir beyin bulunuyor. İkinci beyin, asıl beynin bir kopyası. Hücre tipleri, etken maddeler ve reseptörleri aynı. Karın bölgesinde bu kadar çok sinir hücresinin (yüz milyondan fazla) bulunması, bilim insanlarını, bu organı araştırmaya yönlendirdi. Londra Üniversitesi’nden Sabık Prof. Dr. David Wingate, bu alanın öncülerden ve nörogastroenteroloji kavramını keşfedenlerden. Prof. Dr. David Wingate: “Uzun zaman bağırsaklara, basit refleksleri olan bir organ gözüyle baktık. Kimsenin aklına, sinir liflerini saymak gelmedi” diyor. Çigong eğitimlerinde bu hiç kullanılmayan sinir hücrelerini kullanabilmeyi öğretiriz. Bütün hareketlerin ve yaşamın merkezidir burası. İkinci beyin (Çi), hem vücut hem de ruhun hayatta kalmasını sağlıyor. Kendisi, psikolojimiz üzerinde belirleyici olan serotonin, dopamin, opiatlar gibi, psikoaktif maddelerin kaynağı. Hatta Valium gibi etkili ilaçların, teskin edici özelliklerini kazandıran benzodiazepin gibi kimyasallar bile burada üretiliyor. Kısacası karın, beyni pek çok şekilde besliyor. Karnımızdaki beynin, beyne gönderdiği sinyaller, beyinden alınandan daha fazladır. Karın, hastalanıp, kendine özgü nevrozlar geliştirebiliyor. Karın, hissediyor, düşünüyor ve hatırlıyor. Sezgisel kararlarımızı, bu içsesi dinleyerek alıyoruz. Dünya üzerindeki bütün kültürlerde duyguların, bedenimizin merkezinde […]
Aldatmanın Sınırı Nedir?
Çok üzgünüm, istemeden dün gece seni aldattım/İnan bana bütün sabaha kadar pişmanlıktan ağladım diye başlayan o şarkıyı hatırladınız mı? “Aşk her şeyi affeder mi?” diye soruyordu hani Özlem Tekin. Affetmenin, “aşk” üzerinden tecrübe edilebilecek bir süreç olup olmadığı tartışmasına girmeden Polemikus şu soruyu soruyor: Dün gece ne yaptıysa sevgilin seni aldatmış demektir? Aldatmanın sınırı nerede başlar? Aklından geçirmek de aldatmaya dâhil midir? Yoksa aslolan eylem midir?
Neden Her Zaman Başkalarına Uyuyorum?
David Lieberman Anında Analiz Bir toplantıdayım ve harika bir fikrim var ama içimdeki bir şey fikrimi söylememi engelliyor. Bir an dışa dönük ve heyecanlıyken hemen ardından içedönük ve utangaç oluyorum. Bazen riske girebilirken bazen çok tedbirli davranıyorum; bazen bir lider konumundayken bazen sadece birilerini takip ediyorum. Bir bukalemun gibi ortama ayak uyduruyor, çevremdeki insanlara göre davranıyorum. Kendim olamıyorum. Bazen, artık kim olduğumu bile bilmediğimi düşünüyorum. Davranış biçiminde ısrarlı ve sürekli bir şekilde değişiklik yapmak eksik benlik imajının göstergesidir. Bu kolayca çekingenliğe götürür sizi. Gerçekten tanıdıklarında insanların sizi sevmeyeceklerinden korkuyorsunuz. Olduğunuzdan farklı davranarak insanların sizi tanımalarını engelliyorsunuz. Övülmeyi ve takdir edilmeyi istediğiniz için bunları elde edecek şekilde davranıyorsunuz. Buna karşılık insanlarla aranıza mesafe koymak da istiyorsunuz. Hem başkaları tarafından sevilmeyi isteyip hem de ilgi odağı olmayı istemiyorsunuz. Çok fazla ilgi sizi rahatsız ediyor; sizin istediğiniz şey insanların arasına karışmak. En tutarlı insanlar kendilerine güvenen kişilerdir. Davranışlarımızın temelinde başkalarının onayını almak olmamalıdır. Kendinize güvenmediğiniz için karşılaştığınız her kişinin övgü ve takdirini kazanmayı istiyorsunuz. Tartışma becerilerinizi geliştirin ve düşüncelerinize sahip çıkın. Başkalarının karşı olduğu bir fikri savunmak ilk bakışta korkutucu gelebilir ama bu en gerekli becerilerden biridir; size çok şey kazandırır. İki insanın birbirleriyle ne kadar uyumlu olduklarının bir önemi yoktur, her […]
Kaçıncı Boyuttan Spiritüelsin?
Yıllar önce verdiğim bir konferans sonrasında, kendisini mesleğiyle tanıtan (yani öncelikli kimliği toplumda saygın olarak kabul gören mesleği olan) bir kadın yanıma gelip bana spiritüelliğimin hangi boyutta olduğunu sormuştu. Sorusunu anlamamıştım. Spiritüelliğim hangi boyutta mı? Ne demek istiyordu acaba? Ben sorusunu anlamlandırmaya çalışırken kadın, büyük bir gururla kendisinin on sekizinci boyutta olduğunu söyleyerek bana, müridi olduğu modern tarikatın propagandasını yapmaya başladı. Sadece bu grubun üyeleri yaklaşan kıyametten sağ kurtulacaktı. Tabii tüm tarikat üyeleri gibi o da ismini verdiği grubun tarikat olduğunu kabul etmiyordu. Bu grup üyeleri seçilmiş kişilerdi. Ben de gruplarına katılırsam on sekizinci boyuta yükselecektim. Eğer katılmayı seçmezsem de bu gerçekte benim seçimim olmayacaktı, bu özel grubun on sekizinci boyut titreşimleriyle uyum içinde olmadığım için, grubun uzaylı yöneticileri benim katılmama izin vermeyeceklerdi. Bunu da ben içimde “katılmama seçimi” olarak hissedecektim. Nevrotik ego nasıl da her şey için bir kılıf uydurma konusunda uzman. Peki, spiritüellik nedir? Spiritüellik varlığımızın özü ve en derin doğasıdır. Spiritüel olduğumuza ister inanalım ister inanmayalım, ister dindar ister dinsiz olalım her birimiz bu gezegende yaşadığımız süre içinde, bir bedene de sahip olan spiritüel varlıklarız. Spiritüellik kodlarımızda vardır; tıpkı bir tohumda ağacın yetişkin versiyonuna dair tüm bilgilerin kodlarının olması gibi, tıpkı döllenmiş bir yumurtada insanın fiziksel boyutta […]
Şubat Ayında Burçlar
İlginç ve epeyce karışık etkilerin olduğu bir ay başlıyor. Şubat ayında bizi nelerin beklediğine şöyle bir göz atalım. Yükselen burcunuzu da okuyun. K O Ç Venüs 2 Şubat’tan itibaren arkadaşlık alanınızda yani Kova burcunda yolculuk etmeye başlayacak. Yakın arkadaşlarınızla sıklıkla buluşacak, kız arkadaşlarınızla daha iyi anlaşacak ve bir dostunuzla yakınlaşıp aşka yelken açacaksınız. İhtimaller farklı ve sıra dışı bir aşkı çağrıştırıyor. 2 Şubat’ta Mars, 5 Şubat’ta da Merkür ruhsal dünyanın kapısını aralayan Balık burcuna yerleşerek, içe dönüş, meditasyon ve geçmişi düşünme sürecinizi başlatacak. Bu gezegen buluşmasına 18 Şubat’ta Güneş de katılacak. Ruh sağlığı, ruhsal arınma teknikleri ve hastane işlerinizle ilgili gelişmeler bekleyebilirsiniz. Bu dönem 26 Şubatta Venüs’ün de Balık burcuna geçişiyle tam bir şenliğe dönüşecek. Satürn 2012 yılı sonbaharından bu yana Akrep burcunda ölümle yüzleşme ve yaşama tutunma temalarını gündemde tutuyor. 18 Şubat’tan itibaren gerileyecek olan Satürn bir miktar nefes almanıza, korkularınızın ortadan kalkmasına yardımcı olurken gerçekçilikten uzaklaşabilirsiniz de. Zira Neptün’le işbirliği içinde olan Satürn gerilediğinde Neptün’ün hayal dünyasına kaçışı sağlayan etkisiyle daha fazla iç içe olacaksınız. Balık burcunun yöneticisi olan Neptün, Balık burcundaki gezegen birikimine ek olarak baskın yansımasıyla uyku, uyuşma, aşırı televizyon izleme ve bilgisayar oyunları bağımlılığı gibi pek çok bağımlılığınızı tetikleyecek. 23 Şubat’tan itibaren Merkür yılın […]
Genç Ve Mutlu Bir Ağaç Olmak
Hafızamın arşivinden bir film… Bugün 29 Ağustos 2010. Öğretmen Akademisi Vakfının düzenlediği çalıştayın ardından İstanbul’dan Bolu’ya dönüyorum. Elimde Gregory David Roberts’ın Shantaram kitabı; yedinci bölümü ikinci kez okuyorum. Tam gözkapaklarım ağırlaşırken otobüsün camından bir reklam panosu görüyorum bir an: “UĞUR…” yazısı beni gönlümün güncesinde on sekiz yıl geriye götürüyor. Hafızamın arşivinden yine aynı film seçiliyor. Daraldığım, enerjimin azaldığını hissettiğim anlarda, geriye sarıp sarıp, tekrar tekrar izlediğim şu film… 1994’ün eylül ayı. Kız kardeşimle birlikte işlettiğimiz özel kreş ve gündüz bakımevinde kayıt dönemi. İki çocuklu bir aile çalıyor kapımızı. Baba konuşuyor sürekli. Doktor önermiş; yaşıtları ile birlikte olması küçük oğullarına yararlı olacakmış. Küçük oğlan kaşları çatık anlamsız ancak ritmik bir mırıldanma ile sürekli ileri geri sallanıyor. İletişim kurmaya çalışınca sallanması hızlanıyor. Burun akıntısı ve salyalar birbirine karışmış, silmeye yeltenmiyor. Tepkisiz. Tuvalet eğitimi yok. Bezleniyor. Yaş dört buçuk. Adı…? O bizim uğurumuz. Kod adı “Uğur.” Trajik bir öyküsü var Uğur’un; aslında bütün ailenin trajedisi. Ailenin ilk çocuğu sağlıklı, ortaokula gidiyor, oldukça başarılı. Anne öğretmenlik yapıyor o zamanlar ve ikinci bebeğe hamile kalıyor. İkinci bebek spastik doğuyor. Anne, bebeğine daha iyi bakabilmek için istifa ediyor ve eve kapanıyor. Tanıyanlar anne kızın evden hiç çıkmadığını; kimseyle görüşmediklerini anlatıyorlar. Arada bir balkona çıkarlarmış sadece. 1993 […]
11 Şubat Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Aşkın sabırla imtihanı haftası Yeniay pazar günü Kova burcunda doğmuştu. Yeniaylar yeni başlangıçlar demek. Yenilikler bu hafta ortasına dek devam edecek. Yeni dostlar, dernek çalışmaları, yardım aktiviteleri, grup çalışmaları, fuar organizasyonları ve dileklere odaklanıp gerçekleştirmek gündemimizde olacak. Öte yandan Satürn gelecek hafta gerilemeye başlayacak ve etkisini hafta başından itibaren göreceğiz. İçimizde gittikçe artarak duyumsadığımız ölüm korkusu azalacak. Başkalarının kaynaklarına (kredi, sponsorluk, prim, telif) duyulan ihtiyaç yerini ikame gelirlere bırakırken, sezgilerimizle değil mantıkla hareket etmeyi tercih edeceğiz. İki etki birbirine karışacak, harmanlanacak. Pazartesi günü Mars, Venüs, Neptün ve Ay, Balık burcunda bir çeşit toplantı yapacak. Duygusallık ile ajitasyonun ağır bastığı, sezgisel kararların öne çıktığı günler yaşanabilir. Mars-Merkür kavuşumu düşünmeden sarf edilen sözlerin kendi aleyhimize dönebileceğine, alaycılığımızın başkalarının canını yakabileceğine dikkat çekerken, Satürn’le uyumlu, Jüpiter’le uyumsuz ilişkisi şanssızlıkları davet edeceğimizi yine de engelleri kolayca aşacağımızı bildiriyor. Güçlü dostlar yine destek veriyor. Plüton, Mars’ı bütün […]
4 Şubat Haftası Burç Yorumları
Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden Bütün canlılar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir. Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir. Hayvanlara kötü muamele edilemez veya zalimane davranışlarda bulunulamaz. Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun beslenme ve bakımı görme hakkına sahiptir. Hayvanlar üzerine yapılan fiziksel ya da psikolojik acıya sebep olan deneyler hayvanların haklarının ihlalidir. Merkür Balık burcuna salı günü geçiş yapacak. İşlek ve hızlı olmayan Balık burcunda konuşmakla değilse de anlamak ve kavrayışla ilgili bir gelişme sağlayacağı kesin. Ancak Merkür 23 Şubat’ta yine Balık burcunda gerileyeceği için ve gerilemenin etkisi on beş gün önce hissedildiğinden zaman kısa. Hafta sonundan itibaren Balık, İkizler, Başak ve Yay burçları açısından riskli dönem başlamış olacak. Hafta sonuna dek ruhsal dünyayı duygusal zekâyla değil, mantığın parlak ışığıyla kavramaya çalışacağız. 10 Şubat Pazar günü Kova burcunda yeniay doğacak. Yeniaylar artık çoklarınızın bildiği üzere doğmadan beş gün önce ve doğduktan beş gün sonrayı kapsayan on günlük uzun dönem içinde yaşantımıza yenilik getirirler. Bu yenilik burcun kendi özelliğiyle, burcunuza göre hangi yaşam alanını ifade ediyorsa o alanın harmanlanması sonucu ortaya çıkar. Kimilerimiz yeniliği hissedemeyiz, yaşayamayız. Ya fırsat kaçar veya derece olarak yeniayın konumu doğum haritamızda hiçbir şey ifade etmez. 21. derece Kova burcunda oluşan […]